Şu An Okunan
Sundance Günlükleri 2024 #1: A Real Pain, Stress Positions, Brief History of a Family, In the Land of Brothers, Kneecap

Sundance Günlükleri 2024 #1: A Real Pain, Stress Positions, Brief History of a Family, In the Land of Brothers, Kneecap

Amerikan bağımsız sinemasının en önemli buluşma noktalarından Sundance Film Festivali bu yıl 18-28 Ocak tarihleri arasında düzenleniyor. Bu yıl da büyük bir bölümü çevrimiçi gösterimlerle gerçekleştirilen Sundance’in ilk günlerinde gösterim şansı yakalayan filmlere dair kısa kısa…

Pandemi döneminde hibrit modeller kullanan çoğu sinema etkinliği artık tamamen yüz yüze gösterimlere geri dönmüş olsa da bu yıl 40. kez düzenlenen Sundance Film Festivali, programının büyük bir bölümünü çevrimiçi gösterimlerle izleyiciyle buluşturmayı sürdürüyor. Bu, hem geçen yıl dört yüz binden fazla bilet sattığı söylenen festivalin çok sayıda izleyiciye ulaşmasını hem de Amerika dışındaki uluslararası basının da programı takip edebilmesini sağlayan bir tercih. Ayrıca dijital platformların domine ettiği, çoğu filmin festival sonrasında da muhtemelen vizyondan ziyade küçük ekranlarda kendine yer bulacağı Sundance programı için oldukça uygun bir karar. Belki artık Cannes ya da Berlin gibi büyük festivallerdeki iddialı programların çevrimiçi versiyonlarını hayal etmek oldukça zor ama Sundance’in yıllar içinde inşa ettiği, ‘izleyici dostu’ ve ‘küçük ölçekli’ bağımsız filmler üzerine kurulu marka için hibrit formatın devam ettirilmesi son derece faydalı. 

Bu yıl 18 Ocak’ta başlayan festivalin ilk beş günü tamamen Utah Park City’de yapılan gösterimlere ve şaşaalı prömiyerlere ayrılmıştı ama festivalin altıncı gününden itibaren yarışmalı bölümlerdeki bütün filmler basın mensuplarının ulaşabildiği çevrimiçi platforma eklendi. Daha kısıtlı bir seçki de bir gün sonra Amerika genelinde izleyicilerle buluştu. Sundance’in tek bir ana yarışma bölümü yok, bunun yerine Amerikan filmleri ve Dünya Sineması kategorilerinde kurmaca ve belgeseller için ayrı ayrı olmak üzere toplam dört yarışma düzenleniyor. Bir yandan özellikle belgesellere böylesine geniş yer ayrılması ve toplamda kırk filmin birden yarışmalı bölümlere dâhil edilmesi takdire şayan. Diğer yandan bu program yapısının bazı filmleri gölgede bıraktığını da belirtmek gerekiyor; zira birkaç güne sıkışan festival koşuşturması içinde çoğunluğun ilgisi kurmaca Amerikan filmleri yarışmasına ve yarışma dışı olarak gösterilen, başrollerinde ünlü oyuncuların yer aldığı prömiyerlere odaklanıyor yalnızca. Yani dünya sineması bölümlerine seçilen filmler Sundance’in kalabalık programı ve baş döndürücü temposu arasında bir nebze kayboluyor diyebiliriz. 

A Real Pain

Kurmaca Amerikan filmleri yarışmasının merakla beklenen filmlerinden biri ünlü oyuncu Jessie Eisenberg’ün ikinci yönetmenlik denemesi olan A Real Pain idi. İki yıl önce başrolünde Julianne Moore’un yer aldığı harika ilk filmi When You Finish Saving the World (2022) ile de Sundance’e konuk olan Eisenberg, bu kez büyük annelerinin vasiyetini yerine getirmek üzere Polonya’ya seyahat eden iki kuzenin öyküsünü anlatıyor. Eskiden kardeş gibi olan ama hayatın farklı yönlere savurduğu David (Eisenberg) ve Benji (performansıyla hemen övgülere boğulan Kieran Culkin) ilk bakışta zıt karakterlere sahip gibi görünüyor. Başlangıçta bu alçakgönüllü hikâyenin fazlasıyla tanıdık olduğunu, mizahın ya da duygusallığın dozunun kolayca fazla kaçabileceğini düşünmek olası. Ama Eisenberg zarif ve olgun bir sinema diliyle izleyiciyi hem düşündüren hem derinden etkileyen bir filme imza atmayı başarıyor. Benji cesareti ve girişkenliği ile hemen kendisini sevdiren ama dengesiz davranışları, hayatına bir yön veremeyişi, deyim yerindeyse bir baltaya sap olamayışı sebebiyle de David’i sürekli zor durumda bırakan bir karakter. David ise düzenli aile yaşamı, iş hayatındaki başarısı, sakin ve yapıcı tavırlarıyla sanki her şeyi kontrol altında tutuyormuş gibi görünüyor. Eisenberg’ün filmdeki en önemli başarılarından biri, çok boyutlu karakterler yaratarak ve karakterlerinin zaaflarına insancıl bir pencereden bakarak David ve Benji arasındaki ilişkiyi karmaşık hâle getirmesi. Film ilerledikçe anlıyoruz ki Benji ve David’i birkaç basit sıfatla tanımlamak, ikili arasında bariz ve şematik bir zıtlık kurmak imkânsız. 

Eisenberg’ün esas ilgisini çeken nokta; bu iki karakterin hayatlarındaki zorluklarla, acılarıyla, endişeleriyle nasıl baş ettiklerini incelemek. Filmin Polonya’da geçmesi bu açıdan önemli. Yahudi olan David ve Benji’nin büyük annesi Holokost’tan sağ kurtularak yıllar önce Amerika’ya göçmüş bir kadın, filmdeki gezinin amacı ise kuzenlerin büyük annelerine ait eski bir evi ziyaret etmesi. Havaalanında başlayıp biten filmin neredeyse tamamı kuşaklar önce soykırım travmasını yaşamış göçmenlerin çocuklarının ya da torunlarının katıldığı bir turistik tur sırasında, bir nevi Holokost anma gezisinde geçiyor. Bu noktadan bakınca A Real Pain tematik açıdan oldukça karmaşık ve zengin hâle geliyor. Geçmişin akıl almaz travmaları, insanlık tarihinin en büyük acıları ile kendi küçük dünyamızda baş ettiğimiz gündelik endişeler, üzüntüler kıyaslanabilir mi? Diğerlerinden daha büyük, önemli ya da ‘geçerli’ bir acı var mı gerçekten? Eğer bazı acılar diğerlerinden daha ‘gerçekse,’ bu skalayı belirleyen kriter nedir? David ve Benji’nin ‘sıradan’ dertleri ile aile geçmişlerinde yatan soykırım travması arasında nasıl bir ilişki var? Eisenberg A Real Pain boyunca sesini yükseltmeden, söylediklerinin altını çizmeden bunlara benzer sorular soruyor izleyiciye. A Real Pain, Sundance’te her sene pek çok benzeri gösterilen tipik bir bağımsız komedi-dram filmi gibi başlıyor, ama çok geçmeden hem etkileyici sadeliği hem de tematik derinliğiyle benzerlerinden ayrışıyor.

Stress Positions

Aynı bölümde gösterilen Stress Positions ise hem festivalin açılışını yaptığı hem de dağıtımcılığını kataloğunda pek çok başarılı bağımsız film bulunan NEON üstlendiği için yoğun ilgi uyandırmıştı. Fakat maalesef bu kaotik ve yorucu filmin beklentileri karşıladığını söylemek oldukça zor. 2020 yazında Brooklyn’de geçen Stress Positions, ‘Y kuşağından’ diyebileceğimiz bir grup kuir karakteri takip eden bir pandemi komedisi. Maske takmak, sürekli dezenfektan kullanmak ve boğucu bir eve tıkılıp kalmak hakkında espriler için doğru zamanın gelip gelmediği, daha doğrusu kimsenin pandeminin en kötü aylarına ‘mizahi’ bir noktadan bakmak isteyip istemeyeceği tartışmaya açık. Filmin hepsi kendilerini dünyanın merkezinde sanan, bencillikleri ve cehaletleri sebebiyle aslında ne kadar ayrıcalıklı olduklarını fark edemeyen karakterleri takip edişinde (yani izleyiciye hemen bağ kurabileceği ve sevebileceği karakterler sunmayı reddedişinde) takdire şayan bir yön var. LGBTİ+ karakterlerin bakış açısına öncelik tanınması ve yönetmen Theda Hammel’ın farklı anlatıcılar kullanarak, dış sesin anlattığı hikâye ile perdedeki imgeleri birbirinden ayrıştırarak farklı bir üslup denemesi de ilginç sayılabilir. Fakat kimi dikkate değer yönlerine rağmen Stress Positions, ilk filmlerde sıklıkla rastlanan sorunların hemen hepsinden muzdarip. Daldan dala atlayan, her konu hakkında her şeyi bir arada söylemeye çalışan bir metin var karşımızda. Daha kötüsü; boşanma arifesinde olan, kimlik karmaşası yaşayan, sevgilisiyle arası bozulan, kitap yazmaya çalışıp başaramayan bu karakterlerin dertleri, fikirleri, anlattıkları son derece banal. Dolayısıyla Stress Positions, bir grup insanın darmadağınık bir evde bir araya gelip pek de ilginç olmayan şeyler hakkında durmadan konuştuğu kuru bir seyir deneyiminden fazlasını sunamıyor maalesef.

Brief History of a Family

Dünya Sineması bölümünde dikkat çeken ilk film Çinli yönetmen Jianjie Lin’in ilk yönetmenlik denemesi Brief History of a Family oldu. Daha festival başlamadan bu filmin Sundance’ten sonra Berlin Film Festivali’nde de gösterileceği açıklanınca filme yönelik beklentiler artmıştı. Yönetmen Lin, en baştan kurduğu gizem duygusu ve gerilim atmosferi vasıtasıyla Çin’de bir dönem uygulanan tek çocuk politikasının uzun vadeli etkilerini sorguluyor. Filmin hikâyesi üst orta sınıf bir aile ve ailenin gözdesi hâline gelen bir genç etrafında dönüyor. Ailenin oğlu Wei, elinden telefon düşmeyen, sürekli video oyunları oynayan, derslerde pek başarılı olmayan bir çocuk. Wei’nin okuldan arkadaşı Shuo ise annesini küçükken kaybetmiş, alkolik babası ile birlikte yaşayan, derslerinde Wei’den çok daha başarılı olan bir öğrenci. Bir bakıma iyi huylu, kültürlü, çalışkan bir ‘ideal evlat.’ Lin ilk başta bu hikâyeyi Pasolini’nin Teorema (1969) filmini ya da Saltburn (2023) gibi yakın tarihli örnekleri akla getiren bir gerilim olarak, ‘evdeki gizemli yabancı’ kalıbına uygun şekilde anlatıyor. Shuo ‘sınıf atlamak’ için aileyi baştan çıkarıp Wei’nin yerine mi geçiyor, yoksa ailenin Shuo’yu sahiplenişinde tekinsiz bir yön mü var? Filmin teknik yönleri oldukça sağlam olsa da hikâyede bazı önemli boşluklar bulunduğunu, sözünü ettiğim gerilim türü konvansiyonlarının tam olarak işlemediğini belirtmek gerek. Hikâyenin ikna edici olmaması, filmdeki tarihsel ve politik argümanların etkisini de bir nebze azaltıyor. Yine de Brief History of a Family’yi seyre değer kılan nokta, tek çocuk politikası bağlamında ima ettiği şeyler. Wei ve ailesi vasıtasıyla anlıyoruz ki bu sağlıksız sistem ebeveynlerin bütün beklentilerini, hayallerini, isteklerini tek evlatlarının sırtına yüklemelerine, gençlerin bu yük altında ezilmesine ve anne babaların da kabullenmesi zor bir hayal kırıklığı hissiyle boğuşmasına sebep olmuş. Bütün bu çarpıcı fikirleri incelemek ve toplumsal bir yarayı ele almak için neredeyse absürt hâle gelen bir gerilim öyküsünün en etkili araç olmadığı söylenebilir ama buna rağmen Brief History of a Family görülmeyi ve üzerinde düşünülmeyi hak eden bir deneme.

In the Land of Brothers

Bu yarışmanın bir diğer çarpıcı filmi, her sene sayısız filmde defalarca perdeye taşınan göçmenlik meselesine görece taze bir bakış açısıyla yaklaşan In the Land of Brothers. Raha Amirfazli ve Alireza Ghasemi’nin birlikte yönettikleri film, İran’da yaşayan Afgan göçmenlerin deneyimlerine odaklanan ve 2001-2021 arasını kapsayan üç ayrı öykü anlatıyor. Aynı ailenin bireylerini hayatlarının farklı noktalarında takip ediyoruz, dolayısıyla filme bütünlük kazandıran bir akış var. Ama üç öykünün birbiriyle pek kesişmediğini, hatta yarım kalan öykülerin filmin etkisini bir nebze azalttığını düşünmek mümkün. Bunun gibi senaryo kaynaklı sorunlara rağmen, In the Land of Brothers göçmenlik meselesinin pek çok farklı boyutunu incelemeyi başarıyor. İran polisinin Afgan göçmenlerin emeğini nasıl sömürdüğünü, savunmasız durumdaki Afgan gençleri nasıl suiistimal ettiğini gösteriyor örneğin. Sınır dışı edilme korkusuyla yaslarını bile özgürce tutamayan, ailelerindeki ölümleri gizlemek, en büyük acılarını tek başına yaşamak zorunda kalan insanların hikâyesini anlatıyor. Aileleri vatandaşlık alabilsin diye İran ordusuna katılıp Suriye’de savaşan genç adamlara değiniyor. Bütün bu öyküleri ölçülü bir üslupla, duygu sömürüsünden ya da provokasyondan uzak durarak izleyiciye aktarmayı da başarıyor. Belki izleyici, In the Land of Brothers sona erdiğinde karakterler hakkında daha çok şey öğrenmek, bu uzun sürecin insanlar üzerindeki etkisini daha kapsamlı şekilde görmek, hikâyeler arasında daha güçlü bağlar kurmak istiyor. Ama öyküsünün potansiyelini tam olarak değerlendiremese de iki yetenekli yönetmenin imzasını taşıyan ve gelecek için umut vadeden bir film var karşımızda.

Kneecap

Festivalin küçük çaplı bir olay yaratıp gündem hâline gelen ilk filmi ise daha açılış gününde hemen Sony Pictures Classics tarafında satın alınan İrlanda yapımı Kneecap oldu. Filme ismini veren uçarı hip-hop üçlüsünün kendilerini canlandırdıkları bu enerjik rap müzikali, kelimenin en iyi anlamıyla ‘terbiyesiz’ ve kural tanımaz bir deneme. Film boyunca havada uçuşan küfürlerin, tüketilen envai çeşit uyuşturucunun haddi hesabı yok! Ama tüm bunlar, Kneecap üyelerinin gururla ve asi bir tavırla savundukları ideolojinin, politik duruşlarının bir parçası aslında. Kuzey İrlanda’nın Britanya’dan ayrılmasını ve İrlanda kimliğini benimsemesini savunan kitle için, Kneecap’in unutulmaya yüz tutmuş İrlanda dilini popüler bir müzik türünde kullanması önemli bir sembolik anlam taşıyor. İngilizce konuşmayı reddetmek, İrlanda diline resmiyet kazandırmak ve bu dili kimliklerinin temel bir parçası hâline getirmek ayrılık yanlısı grupların en önemli stratejilerinden biri. Rich Peppiatt imzalı film bu tartışmalı konuya cesur biçimde el atıyor, iki tarafın da hatalı ve karanlık yönlerini perdeye taşımaktan çekinmiyor. Britanyalılar ve İngiliz yanlıları tabii filmin acımasız mizahından nasibini fazlasıyla alıyor ama sözde uyuşturucu karşıtı ayrılıkçı grupların da pek sağlam pabuç olduğu söylenemez. Kneecap karmaşık ve çıkışsız politik arka planına rağmen büyük keyifle izlenen; kaotik konser sahneleri, öfkeli ve esprili şarkı sözleri ve hızlı temposu ile izleyicinin ilgisini sürekli ayakta tutan bir film. Maalesef filmin politik ve görsel-işitsel açıdan son derece oyunbaz olan üslubu, klişelerle dolu senaryoyu kurtarmaya tam olarak yetmiyor. Grup üyelerinden birinin on yıldır kayıp olan babası ya da bir diğerinin düşman saflarından olan sevgilisi hakkındaki yan öyküler fazlasıyla tanıdık ve melodramatik. Ünlü oyuncu Michael Fassbender’in canlandırdığı esrarengiz karakter de öykü akışına pek ikna edici biçimde dâhil olmuyor. Ama senaryosundaki önemli pürüzlere rağmen Kneecap hem dil ve ulusal kimlik üzerine söyledikleri hem de pek bilinmeyen bir alt kültürü yaratıcı bir sinema diliyle perdeye taşıması açısından kayda değer.

Sundance Günlükleri’nin ikinci bölümünde ödül kazanan filmlerden ve festivalin ilk haftasında ses getiren diğer yapımlardan söz edeceğiz. Programda geniş yer kaplayan belgesel seçkisine de kısaca değineceğiz.


Sundance Günlükleri’nin tamamına ulaşmak için tıklayın.

© 2013-2022 Altyazı Aylık Sinema Dergisi / Altyazi.net'in içeriği dergi yönetiminden ve yazarlardan izin alınmaksızın kullanılamaz.