Şu An Okunan
Sundance Günlükleri 2024 #2: In The Summers, Sujo, A New Kind of Wilderness, Gaucho Gaucho ve dahası

Sundance Günlükleri 2024 #2: In The Summers, Sujo, A New Kind of Wilderness, Gaucho Gaucho ve dahası

40. Sundance Film Festivali, 28 Ocak Pazar günü yapılan gösterimlerle sona erdi. Festival programı bu yıl beklentileri karşılamaktan uzak bir görüntü çizse de muhtemelen yıl boyunca görünürlüklerini koruyacak pek çok filmi de seyirciyle buluşturdu. Festivalde ödül alan ve öne çıkan bazı yapımlara dair kısa kısa…

Bağımsız filmleri ve genç yönetmenleri desteklemeyi amaçlayan bir festival için olabilecek en talihsiz durumlardan biri, programında kayda değer keşiflerin bulunmaması. Filmlerin iyi ya da kötü olmasıyla veya seçkinin genel düzeyi ile alakalı bir durum değil bu. Daha ziyade küratörlerin risk almaktan çekinmesiyle, suya sabuna dokunmayan ‘düzgün’ filmlere ağırlık vermesiyle oluşan bir sonuç. Bu yılın Sundance programında izleyicinin ‘kalbini fethetmeyi’ hedefleyen ve görsel-işitsel anlamda hiçbir yenilik sunmayan çok sayıda film var. Bunların büyük kısmı ilk filmini çeken yönetmenlerin yarı-otobiyografik hikâyeler anlattıkları yapımlar. Görece iyi oynanmış, karakterlere hemen sempati duymamızı sağlayan, tanıdık tür kalıplarını yineleyen filmlerden söz ediyoruz. Sean Wang’ın kendi çocukluğundan esinlenerek çektiği büyüme hikayesi Dìdi, California’da yaşayan Tayvan asıllı bir ailenin oğlunu liseye başlamasından önceki yaz tatili boyunca takip ediyor. Sevimli ve duygu yüklü, ama benzerlerini defalarca gördüğümüz bir film. Titus Kaphar’ın otobiyografik filmi Exhibiting Forgiveness, çocukluğunda babasıyla yaşadığı travmatik deneyimleri geride bırakmaya çalışan genç ve yetenekli bir ressamın fazlasıyla trajik öyküsünü anlatan ağdalı bir melodram. Brezilya yapımı Malu, yönetmen Pedro Freire’nin kendi annesinden yola çıkarak yarattığı bir kadının çalkantılı aile yaşamına odaklanan ve izleyiciyi ağlatmayı kafasına koymuş bir karakter portresi. Drag performanslarıyla da tanınan Amrou Al-Kadhi’nin kendi hayatından esinlenerek çektiği ilk filmi Layla ise cinsel kimliğini ve sahne personasını muhafazakâr ailesinden gizleyen Arap asıllı genç bir İngiliz’in renkli ama klişelerle dolu öyküsünü anlatıyor.

In The Summers

Bütün bu birinci tekil şahıs büyüme ve travmayla yüzleşme öyküleri arasında en incelikli ve dikkat çekici olanı, kurmaca Amerikan filmleri yarışmasında hem en iyi film hem de en iyi yönetmen ödülünü kazanan In The Summers idi kuşkusuz. Alessandra Lacorazza imzalı bu film, her sene yaz tatilinde babalarını ziyaret etmek için anneleriyle birlikte yaşadıkları California’dan New Mexico eyaletine giden iki kız kardeşin yıllara yayılan öyküsünü ele alıyor. Dört bölümden oluşan ve karmaşık bir evlat-ebeveyn ilişkisini şiirsel bir üslupla perdeye taşıması bakımından da Barry Jenkins’in Ay Işığı (Moonlight, 2016) filmini anımsatan In the Summers, pek de taze ya da şaşırtıcı bir seyir deneyimi vaat etmese de izleyiciyi etkilemeyi başarıyor. Bunun en temel sebebi, ilk başta önemsiz görünen küçük anların (birlikte bilardo oynamak, havuzda yüzmek, birbirinin saçlarını kesmek gibi), yıllar geçtikçe baba ve kızları arasındaki ilişkide ne kadar büyük izler bıraktığına tanık olmak. Lacorazza bu tarz detayları sade ama zarif bir şekilde perdeye taşımayı başarıyor. İhmalkâr ya da başarısız bir baba olarak algılanabilecek ana karakter Vicente’yi yargılamaktan özenle kaçınıyor; onun sevgi dolu yüz ifadesine, iyi niyetine ve kızlarına duyduğu derin sevgiye odaklanıyor. Kardeşlerden birinin trans bir birey olması ve Latin kökenli karakterlerin deneyimlerine geniş yer ayrılması da bu alçakgönüllü filme belli bir ilginçlik kazandırıyor. In The Summers büyük bir keşif sayılmasa ve daha önce benzerlerini çok gördüğümüz bir öyküyü yinelese de, bu seneki Sundance programının en hoş, dokunaklı ve kayda değer filmlerinden biri.

Sujo

Dünya sineması bölümünde en iyi film seçilen Meksika yapımı Sujo da kâğıt üstünde fazlasıyla tanıdık görünen bir öykü anlatıyor. Uluslararası festivallerde gösterilen her üç Meksika filminden ikisinde olduğu gibi Sujo’nun da odak noktasında uyuşturucu kartelleri ve mafyanın akıl almaz zalimliğine rağmen hayat mücadelesi veren sıradan insanlar var. Astrid Rondero ve Fernando Valadez’in birlikte yönettikleri film, babası kartel tarafından öldürülen Sujo isimli küçük bir çocuğun hayatta kalma ve büyüme öyküsünü anlatırken, bu tarz filmlerin çoğu klişesinden uzak durmayı başarıyor. Filmin ilk yarısı, Sujo’nun bakımını üstlenen iki kadını takip ediyor ve karakterlerin doğayla ilişkisine vurgu yapıyor. Bazı anlarda neredeyse bir rüyayı andıran, vahşi atlar ve gökyüzündeki yıldızlar gibi motifler vasıtasıyla tüm şiddetin ortasındaki pastoral güzelliği izleyiciye hatırlatan bir üslup benimsiyor yönetmenler. Sujo’nun Mexico City’ye kaçıp bir gıda deposunda iş bulduğu ve okula başladığı ikinci yarıda ise kartel şiddetinden uzakta farklı bir yaşamın mümkün olabileceğine dair bir umut doğuyor diyebiliriz. Bu bölümlerde Sujo’yu karanlık geçmişinden kurtarmaya çalışan bir edebiyat öğretmeni hakkında fazlasıyla naif ve demode sahneler var maalesef. Süresi iki saati aşan filmin ritmi de özellikle Mexico City’de geçen kısımda biraz aksıyor. Yine de Sujo’nun Meksika’daki genç erkekleri uyuşturucu ve suç sarmalına hapseden, geride bırakılması neredeyse imkânsız gibi görünen sisteme dikkat çekmesi takdire şayan.

A New Kind of Wilderness

Genellikle Sundance’in belgesel seçkisi kurmaca bölümlerdeki vasatlığa iyi bir alternatif sunmasıyla ünlüdür, fakat bu sene belgesel yarışmaları da beklentileri karşılamaktan uzaktı. Daha doğrusu programdaki ilgi çekici belgeselleri görmezden gelen jürinin hayli tartışmalı kararlar verdiğini söyleyebiliriz. Dünya sineması belgeselleri arasında en iyi film seçilen Norveç yapımı A New Kind of Wilderness, derinlikten yoksun ve tekrarlarla dolu bir aile portresinden daha fazlasını sunmuyor ne yazık ki. Geçtiğimiz yıllarda Flee (2021), All That Breathes (2022) ve The Eternal Memory (2023) gibi belgeseller Sundance’te büyük ödülü kazandıktan sonra pek çok festivali dolaşmış ve Oscar adaylığına kadar ilerlemişti. A New Kind of Wilderness’ın ise bu tarz başarıları yinelemesi imkânsız görünüyor. Kısa sürede unutulacak bu vasat deneme, şehir yaşamının koşuşturmasını bir kenara bırakıp doğayla iç içe bir hayat sürmek için kırsal bir bölgeye taşınan, çiftliklerinde kendi yetiştirdikleri besinlerle yetinip medeniyetten uzakta yaşamayı seçen bir aileyi takip ediyor. Aslında ilk başta bu ‘bağımsız’ yaşam tarzının eksileri ve artıları hakkında ilginç bir inceleme vaat ediyor film. Ama ailenin annesi maalesef genç yaşta kanserden vefat ettiği için bütün filmin tonu hemen değişiyor ve A New Kind of Wilderness yas tutma ve kederle baş etme süreci hakkında bir belgesele evriliyor. Belki bu da kendi başına önemli bir konu ama yönetmen Silje Jacobsen ne tematik ne de biçimsel anlamda ilginç bir şey koyabiliyor ortaya. Güzel doğa manzaraları izlerken annelerini kaybetmiş bir grup çocuğun hâline üzülüyoruz tabii, fakat psikolojik ya da entelektüel açıdan kayda değer bir deneyim değil bu. Daha kötüsü, Jacobsen’in filmde bir kriz ya da ikilem olarak sunmaya çalıştığı durumların hepsi çok banal. Ailenin aslen İngiliz olan babası, herhangi bir işi ya da geliri olmadığı için çiftliği satıyor ve Norveç’te kalmak ile İngiltere’ye dönmek arasında bir seçim yapmak zorunda kalıyor. Defalarca yinelenen bu sözde sorun, refah düzeyi en yüksek ülkelerden birinde rahat bir yaşam sürmek ya da İngiltere’deki lüks ve geniş aile evine dönmek arasında aslında. Benzer şekilde, medeniyetten uzakta ev eğitimi gören çocukların şehre taşınınca okula başlaması gerekiyor ve bu durum sanki büyük bir trajediymiş gibi sunuluyor. Sürekli “Kendimi bulmak için alana ihtiyacım var” minvalinde şeyler söyleyen karakterler için zor bir durum olabilir bu. Ama sırf haftada üç gün okula gidiyorlar ve eskisi gibi balık tutmak yerine okulda ücretsiz dağıtılan tabletle oynamaya başlıyorlar diye bu çocukların başına gelenleri umursamak hayli zor açıkçası. A New Kind of Wilderness fena olmayan bir çıkış noktasına sahip ama filmin dokunaklı hikâyesi, ayrıcalıklarının farkına varmadan sürekli kendilerine acıyan aile üyeleri ve yönetmenin manipülatif üslubu yüzünden etkisini yitiriyor.

Soundtrack to a Coup d’Etat

Aynı bölümde gösterilen belgeseller arasında bence en yaratıcı ve cesur olanı Johan Grimonprez’in yönettiği Belçika yapımı Soundtrack to a Coup d’Etat idi. Demokratik Kongo Cumhuriyeti’nin sömürgeci Avrupalılar tarafından biçimlendirilmiş karanlık politik tarihine, Patrice Lumumba suikastinin global bir komplo sayılabilecek arka planına ve caz müziğin bu karmaşık siyasal süreçte üstlendiği beklenmedik role dair baş döndürücü bir deneme bu film. İki buçuk saatlik süresi ve pek çok farklı konuyu bir arada ele alma çabası filmi bir nebze yorucu hâle getirse de Grimonprez’in geniş bir arşivden yararlanarak çok önemli tespitlerde bulunduğu aşikâr. Filmin ilk bölümü zengin uranyum kaynakları sebebiyle nükleer yarış hâlindeki Batılı ülkelerin hedefi haline gelen Kongo’nun Belçika sömürgesi olduğu günlere odaklanıyor. Daha sonra 1960 yılında Birleşmiş Milletler’in Kongo ‘sorununu’ tartıştığı toplantılara tanıklık ediyoruz. Bir yanda yeraltı kaynaklarını sömürmeye devam etmek için Kongo’nun iç işlerine müdahale eden Amerikalı ve Belçikalı diplomatlar, diğer yanda yeni bağımsız Asya ve Afrika ülkelerinin desteğiyle kurulmuş olan ve Sovyetler Birliği’nin de içinde yer aldığı sömürgecilik karşıtı birlik var. Patrice Lumumba’nın demokratik bir seçimle yönetime gelen hükümeti Kongo’ya bağımsızlığını kazandırıyor. Ancak Güney Kongo’daki Katanga bölgesinde Amerika ve Belçika’nın desteğiyle kendi bağımsızlığını ilan eden muhalif Tshombe, tüm Kongo’da terör estirmeye başlayan General Mobutu ve Lumumba’yı öldürmek için çeşitli planlar yapan istihbarat servisleri bu bağımsızlık sürecinin bir türlü düzgün işlememesine sebep oluyor. Soundtrack to a Coup d’Etat hem bütün bu konuları ikna edici biçimde ele alıyor, hem de Lumumba’nın başlattığı sömürgecilik karşıtı hareket ile Malcolm X’in Amerika’da yürüttüğü ırkçılık karşıtı hareket arasında çarpıcı bağlar kuruyor. Birleşmiş Milletler başta olmak üzere, uluslararası diplomatik organizasyonların ikiyüzlülüğüne ışık tutuyor. MoMA’dan Apple ve Tesla’ya sayısız kurum ve şirketin Afrika’daki doğal kaynakları sömürebilmek adına nasıl politik oyunlara dâhil olduğunu gösteriyor. Filmin aksayan yegâne yönü caz müziğin bütün bu konularla nasıl bir bağı olduğunu pek de sağlam biçimde işleyememesi. Louis Armstrong ve Nina Simone gibi isimlerin Afrika ülkelerine konser vermeye gönderildiklerinde habersizce birer CIA piyonuna dönüştükleri söyleniyor. Ama bu konudaki argümanlar filmin esas odak noktasının biraz dışında kalıyor açıkçası. Dizzy Gillespie’den Duke Ellington’a, Thelonious Monk’tan Miles Davis’e sayısız müzisyeni nadir bulunan arşiv görüntülerinde izlemenin ilgi çekici bir tarafı olsa da, bu müzikal sahneler zaten son derece geniş kapsamlı olan filmi bir ölçüde dağınık hâle getiriyor. Buna rağmen Soundtrack to a Coup d’Etat’ın mutlaka geniş kitlelerce görülmeyi ve tartışılmayı hak eden, çok boyutlu bir kurgu harikası olduğunu söyleyebiliriz.  

Gaucho Gaucho

Amerikan yapımı belgesellere ayrılan yarışmanın ise benim için en dikkat çekici filmi 2020 yılında The Truffle Hunters ile de hem Sundance’e hem de Cannes’a konuk olan Michael Dweck-Gregory Kershaw ikilisinin yeni çalışması Gaucho Gaucho idi. Amerikan filmleri bölümünde yarışsa da Gaucho Gaucho’nun tamamı Arjantin’in kuzeyindeki Salta bölgesinde çekilmiş. Uçsuz bucaksız ovaların ve vahşi doğanın güzelliğini tüm görkemiyle perdeye taşıyan siyah-beyaz görüntü çalışması, hiç kuşkusuz filmin en akılda kalıcı yönü. Röportaj ya da dış ses kullanmayan, Gaucho topluluğu hakkında net bir tespit dile getirmekten kaçınan yönetmenler, yalnızca Gaucho geleneklerini yaşatan az sayıdaki insanı gözlemlemeyi seçiyorlar. Oldukça izole bir coğrafyada, yerel kültürlerine bağlı kalarak ve modern toplumun dayatmalarından bağımsız biçimde yaşamayı seçen bu insanlar; western filmlerinden alışık olduğumuz kovboy imgesinden çok farklı bir portre çiziyorlar. Devasa şapkaları, gösterişli kostümleri, rodeo becerileri ve atlarına düşkünlükleri hemen western ikonografisini akla getirse de Gauchoların dünyası klasik kovboy anlatılarından çok daha durağan ve melankolik biçimde perdeye taşınıyor. Tanıklık ettiğimiz yaşam tarzının giderek yok olduğunu, hızla değişen dünyanın geleneksel Gaucho kültürüyle bağdaşmadığını seziyoruz sürekli. Filmin seksen dakikaya çok sayıda karakterin öyküsünü sığdırması, topluluğun belli üyeleri ile bağ kurmamızı zorlaştırsa da Gaucho Gaucho boyunca ön plana çıkan bazı figürler var. Bunlardan birincisi rodeocu olmayı hedefleyen genç bir ‘Gaucha’. Özellikle çoğu zaman fazlasıyla maskülen bir yaşam stili olarak çizilen kovboy dünyasını genç bir kadının perspektifinden görmek oldukça değerli. Bir diğer önemli nokta, takip ettiğimiz karakter galerisinin en ihtiyar Gaucholar ile en küçük çocukları bir araya getirmesi, bir nevi yediden yetmişe kuşaklar arası bir panorama sunması. Bu, hem bir kültürün adım adım kayboluşunu, hem de genç kuşağın o kültürü canlı tutmak için gösterdiği nafile çabayı betimleme fırsatı veriyor yönetmenlere. Ses bandı birbirinden güzel yerel şarkılar ve ünlü operalardan aryalar ile bezeli olan Gaucho Gaucho çok iddialı bir film olmasa da kaybolmaya yüz tutmuş benzersiz bir kültürü çok şık bir biçimde perdeye taşıması açısından ilgiye değer.

Bu seneki Sundance programı heyecan verici keşiflerle dolu değildi belki. Ama yine de günlüklerde bahsettiğimiz pek çok filmin yıl boyunca diğer önemli festivalleri dolaşacağını ve hayli ses getireceğini öngörebiliriz. Tabii Sundance’in en önemli işlevlerinden biri, seçkideki bağımsız filmlerin dağıtımcılar tarafından satın alınmasına, çok sayıda festivali dolaşıp ardından vizyona girmesine aracılık etmek. Festival 28 Ocak Pazar günü yapılan gösterimlerle sona erdi ama Altyazı’nın Sundance izlenimleri önümüzdeki günlerde Selin Gürel’in derlediği seyir listesi ile devam edecek. 


Sundance Günlükleri’nin tamamına ulaşmak için tıklayın.

© 2013-2022 Altyazı Aylık Sinema Dergisi / Altyazi.net'in içeriği dergi yönetiminden ve yazarlardan izin alınmaksızın kullanılamaz.