2025’te İzleme Listenizde Olması Gereken 5 Sundance Filmi

Sundance Film Festivali gelecek ödül sezonunun sonuna kadar konuşulacak filmler çıkarırken, bağımsız sinemanın yepyeni yönetmenlerine alan açarak misyonuna sadık kalmayı sürdürüyor. Ancak dijital festivalciler için filmlere erişim her geçen yıl zorlaşıyor.
Sundance Film Festivali’nde bir dönemin sonuna gelmiş olabiliriz. Pandemi yıllarında tadına vardığımız ancak daha sonraki yıllarda yelpazesini giderek daraltan biricik “dijital festival deneyimi” ayrıcalığımız ne yazık ki bu yıl telafi edilemez bir yara aldı. Dünyanın her yerinden akredite olan basın mensupları sınırlı bir zaman dilimi içinde belli filmlere dijital olarak erişebilirken, festival seyircisi de satın aldığı çevrimiçi biletlerle evinin rahatında film izleyebiliyordu. Ancak bu yıl festivale çevrimiçi olarak katılan bazı izleyiciler, iki filmin (Twinless ve Selena y Los Dinos) görüntülerini sosyal medyaya sızdırdığı için bu filmler süratle festivalin izleme listesinden çıkarıldı. Bu yetmezmiş gibi, festival sırasında Netflix tarafından satın alınan Train Dreams de sessiz sedasız basının izleme listesine veda etti. Üç film de festivalden ödülle dönerken, izleyenlerin övgülerle karşıladığı If I Had Legs I’d Kick You, Peter Hujar’s Day, Rebuilding gibi filmlere erişim de en baştan sadece seyircili gösterimlerle sınırlı tutuldu. Ancak her şeye rağmen bir yerlerde bizleri bekleyen iyi filmler de vardı. Özellikle belgesel ayağında festival son yılların en iyi seçkilerinden biriyle karşımızdaydı. Ve elbette Türkiye’de çekilen Öldürdüğün Şeyler’in rüzgârına kapılmamak imkânsızdı. İşte bu yıl izlediklerimiz arasında bizi en çok heyecanlandıran 5 Sundance filmi…
The Things You Kill / Öldürdüğün Şeyler

Öldürdüğün Şeyler’in yarattığı heyecan dalgası, kendi kulvarında yönetmen ödülü aldığı festival ertesi tam da yönetmeninin hayal ettiği gibi yayılmaya devam ediyor. Kanada’da yaşayan İranlı yönetmen Alireza Khatami, prömiyer sonrası filminin günler sonra bile ara sıra akla gelip yeni soru işaretleri yaratmasını dilediğini söylemişti. Filmi art arda iki kez izleyen biri olarak, bu dileğinin gerçekleştiğini söyleyebilirim. Türkiye’de çekilen Öldürdüğün Şeyler, tam da hasretini çektiğimiz gibi birçok okumaya açık. Dahası ektiği küçük soru işaretleriyle, gerçekten de bir sabah ansızın aklınıza gelen ilk şey olabiliyor. Kendi başına özgün olmakla birlikte, filmler üzerine düşünmeyi seven seyirciye Lynch sinemasına özgü huzursuz bir kafa karışıklığı armağan ediyor. Oyunbaz olmaktan, izleme alışkanlıklarını sarsmaktan, geleneksel seyirciyi kendisinden soğutmaktan korkmayan, üzerine çokça düşünülmüş, çok katmanlı, şaşırtıcı ve buna rağmen tutarlı bir hikâye iskeleti var. Gerilim türünden beslenmekle beraber, net bir tür filmi olmak yerine dev bir kâbus-film olmayı daha çok önemsiyor. Sürprizli hikâyesinin keyfini kaçırmadan etraflıca bir analiz yapılamayacağı için, şimdilik o işe hiç girmeden filmin kıyısında yürümeye devam edelim.
Bir rüya anlatımıyla başlıyor film. Hazar Ergüçlü ve Ekin Koç’un canlandırdığı Hazar-Ali çiftinin evindeyiz. Hazar, rüyasında Ali’nin babasını gördüğünü anlatıyor. Son derece tuhaf, rahatsız edici bir rüya bu. Bu sahne sayesinde Ali ile babası (Ercan Kesal) arasındaki baba-oğul gerilimine yavaştan aşina oluyor, yıllarca ABD’de aileden uzak yaşayan Ali’nin hasta annesine karşı hissettiği suçluluk duygusuyla babasına duyduğu nefret arasındaki gelgiti çözmeye başlıyoruz. Ali, bir yandan, eşiyle çocuk hayali kurarken düşük sperm sayısı nedeniyle erkekliğini uzun uzun sorgulamak zorunda kalıyor, diğer yandan temsil ettiği her şeyle birlikte bir nefret unsuru olan babasından bir türlü sıyrılamadığıyla yüzleşiyor. Ancak mümkün olan en gerçeküstü şekilde. Öldürdüğün Şeyler’in, kendi sinemamızda izlemeye alışık olduğumuz “taşrada erkeklik hâlleri” konulu filmlerin tümünü birden bir anda çok eskiymiş gibi gösteren, yaratıcı, taptaze bir dinamiği var. Şiddetin nesiller arası yolculuğu, benlik bunalımları, şehirli-taşralı / modern-geleneksel kıyası ve elbette kırılgan erkeklikler üzerine sembollerle örülü, çözmesi çok zevkli bir bulmacayla karşı karşıyayız. Senaryosunun yanı sıra, özellikle kurgusu ve görüntü yönetmenliği birinci sınıf. Öldürdüğün Şeyler’i yıl boyunca konuşmaya devam edeceğiz.
Sorry, Baby

Festivalden hak edilmiş bir senaryo ödülüyle dönen Sorry, Baby’nin tanıtım cümlesi şöyle: “Agnes’in başına kötü bir şey geldi. Ama hayat devam ediyor… En azından etrafındakiler için.” Filmin yönetmeni, senaristi ve başrol oyuncusu olan Eva Victor, filmin yapımcılarından biri olan yönetmen Barry Jenkins’in cesaretlendirmesiyle kamera arkasına da geçmeye ikna olduğunu söylüyor. İyi ki öyle olmuş. Jenkins’in sinemaya, vizyonuyla heyecan veren, ilham verici bir yönetmen kazandırdığını ilan edebiliriz. Sorry, Baby travmatik bir deneyim yaşayan Agnes’i yaşadıklarının öncesi ve sonrasıyla ele alırken, bazen tek bir kişinin gözünde hayatın nasıl da bir anda durabildiği gerçeğini en yalın hâliyle portreliyor. Agnes için zaman akmıyor. Film de Agnes’in dünyasındaki bu durağanlığın görsel temsilini kusursuz şekilde yansıtıyor. Bir yandan etrafta zamanın eski hızında aktığına dair emareler görürken, diğer yandan bu sıradan kasabada sanki yaprak bile kıpırdamıyor. Karakterine son derece şefkatli davranan, onun canını acıtmaktan korkarcasına yol alan, içeride biri uyurken parmaklarının üzerine basarak yürüyen bir film bu. İyileşme üzerine olduğu kadar dostluk üzerine de. Ya da basitçe dostluğun iyileştirici gücü üzerine. Pandemi sırasında kedisiyle eve hapsolmuşken, dokunaklı yalnızlığının ortasında iyileşmeye çalışan bir karakter yazmış Victor. Bu hikâyenin kişisel bir yanı da olduğunu söylüyor. Zamanın akmıyor gibi göründüğü, ama meğer aynı hızda akmaya devam ettiği, o çok iyi bildiğimiz kesitten sesleniyor bize. Büyüyeceğiz ve hiçbir şey eskisi gibi olmayacak diyor. Öyle de oluyor.
Zodiac Killer Project

Festivalin yenilikçi ve çoğunlukla bugün için fazla erkenci filmlerinin yer aldığı NEXT bölümünde izleyiciyle buluşan Zodiac Killer Project, kimsenin tahmin etmediği bir işe soyunuyor ve iştahla tükettiğimiz gerçek suç öykülerinin atomlarına ayrıldığı bir “neredeyse suç belgeseli” olarak gerçek bir suç belgeselinin katbekat üzerine çıkıyor. Üstelik tamamen elde olmayan sebeplerle, en başta tıpkı diğerleri gibi seyirci mıknatısı bir suç belgeseli olmak isterken, yani mecburen… Her şey, yönetmen Charlie Shackleton’ın meşhur Zodiac davasıyla ilgili farklı detayları gün yüzüne çıkaran bir kitabın haklarını satın aldığını düşünürken, kitabı yazan polisin ailesinin son anda hakları satmaktan vazgeçmesiyle yarım bırakılmış bir projenin enkazı altında kalmasıyla başlıyor. Kötü haberi alana kadar filmin yapım öncesi aşamasını tamamlayan, çekimlere başlamak için düğmeye basmak üzere olan yönetmen, kitabın haklarını kaybedince bir süre projenin yasını tutmak dışında ne yapacağını bilemiyor. İşte Zodiac Killer Project, bir nevi bu yas sürecinin filmi. Filmde Shackleton hikâyenin detaylarına girmeden, filmi çekebilseydi nasıl çekeceğini dış sesle sahne sahne anlatmaya başlıyor ve böylece hiç çekilmemiş bir suç belgeselini gözümüzde canlandırmaya başlıyoruz. Ama filmi asıl heyecan verici kılan bu değil. Shackleton çekemediği filmini anlatırken, tüm klişelerine hakim olduğumuz ve nedense her birini seve seve kabullendiğimiz bu türün tüm gizli numaralarını, basit manipülasyonlarını, seyircinin idrak etme potansiyeline dair önyargılarını alaycı bir dille ortaya saçıyor. Asıl eğlence de böyle başlıyor. Shackleton yarattığı bu tuhaf şeytan çıkarma operasyonunun izlenmeyeceğinden emin gibi. Oysa ortaya çıkan film, olabileceği filmden çok daha iyisine dönüşüyor. Türün tutkunu olarak Zodiac Killer Project’i izlerseniz, bundan sonra onu aklınıza getirmeden suç belgeseli izleyemeyeceksiniz.
The Perfect Neighbor

Bir suçun tohumlarının atıldığı andan başlayarak, nihayet işlendiği ana ve sonrasına dair bu kadar objektif ve kan dondurucu bir seyir deneyimi yaratan başka bir belgesel çekilmemiştir. Neredeyse baştan sona polisin üniformasına sabitlenmiş vücut kamerası görüntülerinden oluşan The Perfect Neighbor, seyirciyi 2023’te işlenen bir cinayetin iki yıla yayılan gerçek olaylar dizisiyle baş başa bırakıyor. Florida’daki bir banliyöde beyaz bir kadının dört çocuk annesi siyah komşusunu öldürdüğü bu olay, polisin tanıklığı üzerinden öncesi-sonrasıyla kronolojik olarak ve ek bir yoruma ihtiyaç duyulmaksızın anlatılıyor. Aslında “gösteriliyor” demek daha doğru, çünkü filmin hikâye anlatıcılığı tamamıyla görüntülerle tanık etme kabiliyetine dayanıyor. Normal koşullarda takip etmesi kolay olmayan vücut kamerası görüntüleri, The Perfect Neighbor’da filmin işaret ettiği gerçeklerin eğilip bükülemeyeceği kadar net ve vahim bir tablo çiziyor. Siyahların yoğunlukta olduğu sıradan bir mahallede, her fırsatta sokakta oynayan çocuklar üzerinde terör estiren 60 yaşındaki Susan Lorincz’in dengesiz ve takıntılı ruh haline suçun işlenmesinin iki yıl öncesinden itibaren tanık olmaya başlıyoruz. Her fırsatta polis çağırıp çocukların gürültüsünden şikayet eden Lorincz, tüm gerçek katiller gibi kurmaca katillerden çok daha sıradan ve aynı sebeple çok daha ürkütücü. Lorincz’in etrafa savurduğu sözlü ve fiziksel tehditlere rağmen, silaha sarılma potansiyelinin polis tarafından pek de ciddiye alınmadığı, tansiyonun yavaş yavaş yükseldiği bu komşu terörü vakasında, seyirci olarak tüm yönlendirmelerden azat ediliyoruz, durduramadığımız bir olay döngüsünde yapayalnız bırakılıyoruz. Amerika’da siyahlara karşı bireysel silahlanma ve cezasızlık ezberine dair içeriden fikir sahibi olmak için tek yapmanız gereken bu belgeseli izlemek. Çırılçıplak bir gerçek suç öyküsü.
Predators

Tüm dünyada Reality TV’nin altın dönemini yaşadığı 2000’lerin başında NBC’de yayınlanan To Catch a Predator adlı suçüstü programı, çevrimiçi sohbet odalarında 18 yaş altı çocuklarla yazışan, daha sonra onların daveti üzerine cinsel ilişki umuduyla evlerine kadar giden yetişkin erkekleri avlayarak reyting topluyordu. Program tarafından tutulan ve sohbet odalarında çocukların ağzından yazışmalar yapan reşit kız ve erkekler, format gereği ağlarına takılan kişiyi gizli kameralarla dolu bir eve davet ediyordu. O evde geçirilen birkaç dakikanın ardından arka kapıdan kameralarla birlikte giren program sunucusu Chris Hansen suçluyu bir anda milyonların önüne atıyor, polise teslim etmeden önce kameralara uzun uzun teşhir ettiği gibi bir de hiçbir uzmanlığı olmadığı hâlde sorgulamaya kalkıyordu. Predators, yayınlandığı üç yıl boyunca Amerikan kamuoyunda el üstünde tutulan, sunucusunu toplumun ahlak bekçisi olarak dört başı mamur bir kahramana dönüştüren ve sona erdikten sonra birçok kopyasını doğuran bu sorunlu programın hangi sınırları ihlal ettiğini sorgulayan, harika bir belgesel. Belgeselde, toplumun refahına hizmet ettiği düşünülen bu TV programından kesitler izlerken, kıskıvrak yakalanan erkeklerin hayatlarının bitişine de şahit oluyoruz. Geçmişte halkın gözü önünde yapılan idamlardan bir farkı yok. Üniversitedeyken bu programın sıkı takipçisi olan yönetmen David Osit, o günlerde farkında olmasa da bugün baktığında popüler medyanın etiği nasıl ayaklar altına aldığını soğukkanlı bir şekilde analiz ederken, çuvaldızı kendine de batırıyor. Bu belgeselin popüler medya ve bireysel adalet eleştirisi yapmak isterken eleştirdiği şeyi besleyip beslemediğini dürüstlükle sorguluyor. Suçun iğrençliğinin, ardından yapılan her şeyi meşru kıldığı, seyirlik olanla (kötüler) seyredenin (iyiler) keskin şekilde ikiye ayrıldığı bir illüzyon yaratmış To Catch a Predator. YouTube’a yüklenmiş eski bölümleri bugün izlerseniz, Hansen’ın ikiyüzlü ahlak anlayışıyla tepeden tırnağa kirlenmiş gibi hissedeceksiniz. İşte Predators belgeseli bu çıkmazın panzehri.

Uzun yıllardır hem basılı hem de dijital yayınlarda sinema üzerine yazıyor. Film eleştirmenliğiyle sevgi-nefret ilişkisi yaşıyor. 2002’de bir dergide yayımlanan ilk kısacık yazısından sonra ipin ucunu kaçırdı. O dergi Altyazı’ydı.