Şu An Okunan
2024’te İzleme Listenizde Olması Gereken 5 Sundance Filmi

2024’te İzleme Listenizde Olması Gereken 5 Sundance Filmi

Yılın başında düzenlenip yankıları tüm yıla yayılan Sundance Film Festivali’nden, festivalin esansını taşıyan beş harika film seçtik. Mis gibi bağımsız koktu!

Sundance Film Festivali’nde izleyemediğimiz filmler listesi, izlediklerimizden uzun. Ama haftalar öncesinden netleşen izleme listelerine, çevrimiçi gösterimlere açılmadığı için yarattığı sarsıntıları uzaktan izlediğimiz en az bir düzine heyecan verici filme, gündüzlerle gecelerin birbirine karıştığı dört günlük maratona ve beş saatlik film izleme pencerelerine rağmen, Utah uçağına binmeden de Sundance’te hâlâ harika filmler izlemek mümkün. En azından 2024 itibariyle. İşte yılın ilk önemli festivalinden çıkan yılın ilk izleme listesi! 


Girls Will Be Girls

Sundance

Sundance’in fast food menüsü daima büyüme hikâyeleri olmuştur. Ne yiyeceğinizi çok iyi bilerek ısmarlar, umduğunuzun altında kalırsa çok söylenmez, üstüne çıkarsa çocuklar gibi mutlu olursunuz. Girls Will Be Girls’ü de çiğnemeden boş mideye indirmek üzereydik doğrusu. Ta ki bir çırpıda açlığımızı unutturuncaya kadar. Hindistan’daki bir yatılı okulda açılan hikâye, 16 yaşındaki örnek öğrenci Mira’nın âşık olmasıyla başlıyor ve kıyıda köşede gıdım gıdım yaşanacak bir ilk aşkın öyküsünü izleyeceğimizi sanırken yavaş yavaş, şahane bir anne-kız filmine dönüşüyor. Girls Will Be Girls’te, başta genç kız cinselliği olmak üzere ülke sinemasının bugüne kadar varlığını yok saydığı birçok meseleye son derece doğal, mesaj kaygısı gütmeden, neredeyse kendiliğinden bir oyun alanı açıldığını görüyoruz. Bunun ne kadar taze bir nefes olduğunu eklemeye gerek yok. Ancak filmin asıl ayrıksı özelliği, kendi ülke sinemasının tabularını yıkan cüreti değil. 

Film, büyüme hikâyelerinin en büyük sığınağına yaslanmayı reddediyor ve Mira’yı seyirci tarafından koşulsuz sarıp sarmalanacak, masum ve kalbi kırık bir kahramana dönüştürmektense onu sevimsiz kılmayı göze alıyor. Mira, okuldaki iktidarıyla evdeki iktidarını kendi çıkarına göre kullanırken, kendi aşk hikâyesinde annesiyle rekabete gireceği, beklenmedik sulara sürükleniyor. İşin en güzel yanı, tüm bunları izlerken o çok iyi tanıdığımız çapraşık, ergen ruh hâlinin mantık sınırlarını hiç geçmiyoruz. Filmin çizdiği anne portresinin sadece Mira’yı değil seyirciyi bile defalarca ters köşede bırakan kendine özgülüğü sayesinde, zaman zaman izlediğimiz hikâye biri diğerinden daha erken doğan iki kadının eş zamanlı yaşanan kendini var etme çabasına dönüşüyor. Kuralcı ve kontrolcü bir toplumda kadın olma deneyimine dair, her şeyiyle orijinal, gizli bir hazine Girls Will Be Girls. Doğru bir pazarlama stratejisiyle Hindistan’ı yirmi küsur yıldan sonra yeniden En İyi Uluslararası Film dalında Oscar’a aday yapabilir. 


A Real Pain

Festival, biz dijital katılımcılara seçki içinde dar bir pencere açmış olsa da, neyse ki hâlâ hangi filmlerin yıl içinde geniş kitlelerin kalbini çalacağını öngörmek mümkün. Bu iş için tüm festivalden tek bir film seçmek gerekseydi o film kesinlikle A Real Pain olurdu. Oyuncu Jesse Eisenberg’ün ikinci yönetmenlik denemesi, karakter açılımı, hikâyesi ve ritmiyle ilk filmi Dünyayı Kurtardığında‘nın (When You Finish Saving the World, 2022) çok ilerisinde. Kariyerinde belli ki altın yılını yaşayan Kieran Culkin, Eisenberg dâhil her oyuncunun oynamak için can atacağı; hayatı dibini sıyırırcasına ve içinden geldiği gibi yaşayan, sevecen ama fevri Benji’yi, Succession’daki (2018-2023) gibi kendi personasını da parlatmayı ihmal etmeden canlandırıyor. Âdeta aynı rolde muhakkak aynı şekilde harikalar yaratacak genç bir Robert Downey Jr. gibi. 

Başkalarının ne düşündüğünü fazlaca umursayan, gergin David ile başkalarının ne düşündüğünü hiç umursamayan, dobra kuzeni Benji’nin Polonya yolculuğunu anlatan film; aile bağları, soykırımın soğumaya yüz tutmuş travmaları ve sonraki nesiller için yarattığı suçluluk duygusuyla birlikte asıl olarak insan ilişkileri üzerine. Eisenberg’ün senaryosu bireysel ve toplumsal acılara hiçbir sömürüye yaslanmadan şefkatle temas etmenin bir yolunu bulurken, her türlü yapmacıklığa düşman, insanın canını acıtacak kadar dürüst bir ton tutturuyor. Acının hafızası ve mirası üzerine de kayda değer çıkarımlarda bulunuyor. Culkin’e açtığı cömert alanı hikâyesine ustaca yediren Eisenberg, Benji’yi “gerçek hayatta olmak istediği kişi” olarak tanımlıyor. Bu, David’in de kendi kişiliğinden izler taşıdığının bir göstergesi. Gezinin büyük varış noktası olan büyükannelerinin eski evinin, gerçekte Eisenberg’ün kendi ailesinin savaş öncesi oturduğu ev olduğu düşünülürse, hayli otobiyografik ve kişisel bir film bu. Ama çok iyi bir tercihle, geriye dönüşlere ve karakterlerin gezi dışındaki dünyalarına tamah etmeyen bir çizgide ilerliyor. Hikâye sakin gerçekliğiyle üzerinizden akıp giderken, filme yakışmayan her şeyin dışlandığı duygusuna kapılıyorsunuz. Sadece çok iyi filmlerde yapıldığı gibi. Festival sırasında Searchlight Pictures tarafından satın alınan, Emma Stone’un da yapımcıları arasında olduğu A Real Pain, gelecek Oscar yarışında En İyi Erkek Oyuncu adaylığı için şimdiden umut vaat ediyor.


Thelma

June Squibb, Nebraska’daki (2013) rolüyle Cannes Film Festivali’nde dünya basınının karşısına ilk kez çıkıp daha sonra var olan tüm Yardımcı Kadın Oyuncu ödüllerine aday olduğunda 84 yaşındaydı. Aradan on yıl geçti. Bu on yılda yirmiye yakın filmde daha oynadı. Ancak bugün, 94 yaşında kariyerinin ilk başrolüyle karşımızda. Üstelik kim olduğunu unuttuktan sonra ailesi tarafından bakımevine terk edilen ya da hayatının son deminde bir kitap kulübüne katılıp yalnızlığına çare bulmaya çalışan bir kadını değil; parasını telefon dolandırıcılarına kaptırdıktan sonra en rahat ayakkabılarını giyip onların peşine düşen Thelma’yı canlandırıyor. Thelma’yı, hızın ve fiziksel potansiyelin hâliyle yeniden tanımlandığı ama korkusuzluğun ve kararlılığın korunduğu bir Ethan Hunt türevi olarak kabul edebilirsiniz. Elbette hatırı sayılır bir mizah sosuyla birlikte. 

Thelma’nın bu kadar seyirci dostu oluşu bir sürpriz değil, ama filmin 94 yaşındaki ana karakteri üzerinden kurduğu aksiyon komedisi hikâyesinin çokça referans verdiği Ethan Hunt aksiyonlarından ilham alması harika bir buluş doğrusu. Thelma’yı dakikalar boyunca bilgisayar ekranından bir para transferi yaparken, bir huzurevine “hızlıca” girip çıkarken ya da yüksek bir yatağa yuvarlanarak tırmanırken izlemenin verdiği aksiyon hazzı mizahla birleştiğinde, bu filmi gözlerinizden kalpler çıkarak izlememeniz çok zor hâle geliyor. Tıpkı Tom Cruise gibi “hareketli” sahnelerde dublör kullanmayan Squibb, yaşlılığın acizlikle bağdaştırıldığı tüm filmlerden intikamını alıyor. Yönetmen Josh Margolin, filmin hikâyesini başından benzer bir deneyim geçen, çok sevdiği büyükannesi Thelma’dan ilham alarak yazmış. Karakterini 90’larında bir aksiyon yıldızı gibi çizerken onun gerçek fiziksel sınırlarını aşmamaya özen gösteren yönetmen, hayran olunası bir büyükanne-torun ilişkisi de yazdığı filminde temsilî büyükannesini asla seyircinin alay konusu yapmıyor. Thelma günümüz dijital dünyasında sıradan bir günü Ay’a ayak basmış gibi yaşarken modern seyirciyi de hakkıyla eğlendiriyor, üstelik o dünyanın içine doğmuş birinin bile özdeşleşebileceği anlar yaratmayı başararak. Seyirci dostu olmanın gerçek formülü de tam olarak bu. 


Black Box Diaries

Black Box Diaries, MeToo sonrası tüm dünyada ortaya çıkan kurmaca ve belgesel filmlerin en güçlüsü olabilir. Sundance’te büyük fırtınalar koparmasa da seçkinin en sağlam belgeseliydi. Yıl içinde izlendikçe büyüyecek; başka filmlere, davalara ve bireysel mücadelelere ilham olacaktır. Film, 2015’te Japonya’da meşhur bir gazeteciyle iş görüşmesi yaptığını sanırken, bilincini kaybetmesine neden olan bir madde verildikten sonra gazetecinin cinsel saldırısına uğrayan Shiori Itō’nun hukuk mücadelesini anlatıyor. Ancak bu, mahkeme koridorlarında geçen, tipik bir belgesel değil. Bu filmin yönetmeni, öznesi, her şeyi cinsel saldırıya uğrayan gazeteci Shiori Itō’nun ta kendisi. Yönetmen anlattığı sarsıcı hikâyenin baş aktörü olunca, filminin başından itibaren aynı deneyimi yaşayanlara seslenip tetiklenmelerini önlemek için telkinde bulunuyor. Böylece ilk dakikalardan itibaren sıradan bir film izlemeyeceğinizi anlıyorsunuz.

Olay, 110 yıllık cinsel saldırı yasalarını hâlâ işleten, yoğun ataerkil bir toplum düzenine sahip Japonya’da geçiyor. Çok güçlü bir medya figürüne karşı hakkını arayan ve medyaya yüzünü göstermekten çekinmeyerek kurban psikolojisine meydan okuyan Itō’nun mücadelesine tanık olmak, yumrukları sıkıp sıkıp sinirden ağlatan cinsten. Itō’nun, sürecin hatırı sayılır bir kısmında neredeyse yapayalnız direnirken, bir yandan da yaşadıklarını bir kitaba ve belgesele konu etmesi inanılmaz bir başarı. Üstelik izlediğimiz, sadece yaşananları sıraya koyup toparlayan, basit bir belge-film değil. Çok iyi kurgulanmış ve derlenmiş, üst düzey bir belgesel izliyoruz. En baştan beri soğukkanlılığını kaybetmeden, yaptığı konuşmaları kayda alan, üzerine kapanan kapıları bir bir belgeleyen genç kadın, kendi davasına bizzat topladığı deliller ve tanıklarla hazırlanıyor. Karşısında ülkenin başbakanının biyografisini kaleme alacak kadar iktidara yakın, cinsel saldırı yasasıyla da sıkı sıkı korunan ve elbette tüm iddiaları reddeden bir medya kralı var. Shiori Itō, cinsel saldırı suçunu kanıtlarken ülkedeki hukuk sistemini ve hâkim kültürel kodları da sonsuza kadar değiştirme niyetinde. Filmin adı, davaya bakan savcıların kendisine sürekli söylediği bir cümleden geliyor: “Bu dava kara kutu gibi. O gece gerçekten ne yaşandığını asla bilemeyeceğiz.” Shiori Itō, o gece neler yaşandığını ve yaşananların bedelinin ne olduğunu sadece savcılara değil, önce tüm Japonya’ya sonra da filmi aracılığıyla tüm dünyaya haykırıyor. Filmde Itō’nun kadın meslektaşlarıyla ilk kez bir araya geldiği, sarsıcı bir sahne var. Film bitince en çok o sahne bir köşede yaşamaya devam ediyor galiba. “Ne zaman konuşsam kendimi çıplak gibi hissediyorum. Ama bugün üzerim battaniyelerle örtülmüş gibi. İlk kez böyle hissediyorum. Üzerimde o kadar çok battaniye var ki hareket edemiyorum.” 


Between the Temples

Nathan Silver yaşayan en üretken bağımsız sinemacılardan biri olmasına rağmen 2024’e kadar Sundance’in kapısından giremedi. Üstelik festivalin ruhuna neredeyse doğaüstü seviyede uyan, hınzır, tekinsiz ve yenilikçi sinemasına rağmen. Bu yıl yeni filmi Between the Temples ile şeytanın bacağını kırdığına göre bu konudaki en acı-tatlı yorum ondan başka kimden gelebilirdi ki? “Bu, Sundance’e 14. başvurumdu. Her yıl gerçekleşen filmlerimi reddetme ritüelinizi bozduğunuz için teşekkür ederim.” Silver, Sundance ekibine belki de “fazla bağımsız” gelen ve yularını gevşek tutmaktan hoşlanıyormuş gibi göründüğü dünyasını bu filmle biraz daha “ulaşılabilir” bir noktaya taşıyor aslında. Oyuncu seçimleri, hikâye ve çatışmalarıyla, bir parça “yeni başlayanlar için Nathan Silver” seviyesinde olsa da, nispeten sevimli bir hikâyeyi bir tuhaflıklar komedisinin tuhaflaştırabileceği kadar tuhaflaştırıyor, daha fazla değil. Ama bu kadarı yeter de artar bile. 

Hikâyenin başında, eşini kaybedince ne yapacağını bilemeyerek annesi ve partnerinin evine taşınmış, yaralarını sarmak için en ufak bir çaba göstermeyen, sesiyle birlikte yaşama sevincini de sonsuza dek kaybettiğini düşünen, belli ki hayatının en dip noktasında emekleyen, 40’larında bir kantorla tanışıyoruz: Benjamin Gottlieb. Etrafındakilerin onun adına çöpçatanlık yapmaya başladığı bu karanlık günlerde, ortaokuldaki müzik öğretmeni Carla O’Connor gökten düşen bir melek gibi ansızın hayatına giriyor. Dışarıdan bakıldığında dünyanın en alakasız iki insanı gibi görünen Ben ve Carla, farklılıkları içinde yavaş yavaş eşsiz bir uyum yakalıyor. Silver’ın normalin içinde dahi normalden birkaç katman geride duruyormuş gibi görünen görsel tercihleri ve rutinine dönüşmüş 16mm seçimiyle, Between the Temples gerçek hayatta değil de ona paralel, buğulu bir dünyada geçiyormuş hissini uyandırıyor. Finaldeki tozu dumana katan yemek sahnesi, gerçek dünyayla Ben ve Carla’nın dünyası arasında kozmik bir çarpışmaya sahne olurken, olaylı yemek sahneleri listelerinin en parlak yeni adayı olabilir. Kariyeri boyunca aileden yana yarası olan kaybedenleri ustalıkla canlandıran Jason Schwartzman, Ben rolünde yine çıtasını düşürmüyor, ama filmin asıl yıldızı Carla rolündeki Carol Kane. Bugün Carol Kane’in kim olduğunu hatırlamak için hafızanızı biraz zorlamanız gerekebilir. 70’lerde başlayan parlak bir sinema kariyeri, bir Oscar adaylığı, ikonik karakterler ve sonra gelen başarılı televizyon günleriyle uzun yıllar göz önünde olan Kane, aktif olarak oyunculuğa devam etmesine rağmen yıllar sonra Between the Temples sayesinde ön plana çıkma şansı buluyor. Hiç tahmin etmediğiniz anlarda tahmin etmediğiniz yollara sapan bu hafif nevrotik aşk filmini güvenli bir mesafeden izleyecek ama muhtemelen sevmeden edemeyeceksiniz.


Ayrıca Eren Odabaşı’nın kaleme aldığı Sundance Günlükleri’nin tamamını okumak için tıklayın.

© 2013-2022 Altyazı Aylık Sinema Dergisi / Altyazi.net'in içeriği dergi yönetiminden ve yazarlardan izin alınmaksızın kullanılamaz.