‘Megakentler’ – Michael Glawogger Anısına
Yeni bir film projesi için gittiği Liberya’da sıtma nedeniyle hayatını kaybeden Avusturyalı yönetmen Michael Glawogger hakkındaki bir yazıya Eylül 2013 tarihli 131. sayımızda ‘Kentlerin Sineması’ dosyamızda yer vermiştik. Glawogger’ı, Bombay, Meksiko, New York ve Moskova’dan işçi portreleri sunarak şehir senfonilerinin romantizmini alaşağı eden belgeseli Megakentler ile anıyoruz.
Sinema kentin bağrında doğup büyümüş, orayı yuva bellemiş bir sanat, buna kuşku yok. İlk kameranın, ressam ve fotoğrafçıların aksine, örneğin kırsal hayatı –sonradan TV belgesellerinin ham maddesi haline gelen– el değmemiş doğayı veya insan bedenini değil de fabrikadan çıkan işçileri, gara giren trenleri kaydetmesi boşuna değil. Kentsel mekânın sunduğu olanaklar, kent hayatının hızı, ritmi, dinamizmi, görsel zenginliği/renkliliği sinemanın montaj mantığıyla daha uyumlu olduğundandır belki; veya sinema bir endüstri kolu olarak sanayileşmenin beşiğinde boy verdiği içindir. Nedeni ne olursa olsun, kamera doğası gereği kentlidir ve kendini buraya ait hissetmiştir en baştan beri. Hatta denebilir ki, kent sınırlarının dışına çıkmak sinemada hayra alamet değildir; çoğu kez korku, gerilim ve tekinsizliğin habercisidir. Kentten çıkıp uzaklaşan bir film karakterinin sürüden kopan kuzu misali kurtlara yem olması an meselesidir. Bakir bir doğa parçası, ıssız bir orman veya tenhalık bir yerde gözden ırak bir ev… Bunlar size huzur yerine tedirginlik ve güvensizliği çağrıştırıyorsa, bilinciniz filmler tarafından fena halde zehirlenmiş demektir!
Sinema sırf kente de değil, esas olarak büyük kente ait bir fenomen; metropolleri mesken tutmuş, oradan yayılmış bir kültürel üretim. Sadece New York, Paris, Hong Kong ve Bombay’da çekilmiş filmlerin toplamı herhalde sinema tarihinin önemli bir dilimini oluşturur. Hal böyleyken, kentin uzağında (“uygarlığın” periferisinde) olup bitenleri bize aktarma işi uzun süre belgesellere düştü. Sinemanın has çocuğu olarak bir ayağı metropole yerleşir belgeselin; Kameralı Adam’da, Berlin: Bir Şehir Senfonisi’nde yaptığı gibi kentin ruhunu yansıtmaya çalışırken, bir başka güçlü damarı da Robert Flaherty’nin Kuzeyli Nanook ve Aran’lı Adam’la açtığı yoldan ilerleyerek ‘öteki’yi keşfe çıkar. Uzak diyarlardan kotarılmış hikâyelerle beslenen, kolonyalizm çağında fetihçilerin yedeğinde çalışan bu etnografik furyanın giderek nasıl bir sektöre dönüştüğü malum.
Biz yine sinemanın anavatanına, büyük kente dönelim. Belgeselin kentle münasebeti alabildiğine yaratıcı ve ‘şehir senfonileri’ gibi bir alt kategori doğuracak kadar verimli bir ilişki. Ama şehir senfonileri insanı değil, onun böcek misali içinde devindiği mekanizmayı anlatır daha çok.
Bu uzun girizgâha vesile olan ve dünyanın dört metropolünden, Bombay, Meksiko, New York ve Moskova’dan yoksul portreleri sunan Megakentler (Megacities) ise, şehrin kendisinden ziyade ona direnen insanları odağına alıyor. Michael Glawogger’ın tersinden bir şehir senfonisi veya bir yokluk senfonisi sayılabilecek filminin alt başlığı (12 Stories of Survival/12 Hayatta Kalma Hikâyesi), isminden daha açıklayıcı; metropolün göbeğinde yaşanan fakat ünlülerin falan değil, kentin en görünmez tabakası olan yoksulların katıldığı bir tür ‘Survivor’ macerası.
Biyoskop Deliğinden Gözükenler
Sinemaya doğrudan göndermelerle başlıyor film: Bombay’da hareket halindeki bir trenin içinde, önde müzik yapan çocuklar, arkada açık kapının çerçevelediği ‘perde’den şerit gibi akan görüntüler. Hemen sonrasında, jeneriğin ardından gelen sahne: Lime lime olmuş bir film şeridinin parçalarını iğne-iplikle birbirine tutturan bir adam. Shankar adlı bu zamane meddahı, Hint sinema endüstrisinin damgasını vurduğu bu megakentin varoşlarında, sırtında taşıdığı ilkel biyoskopla çocuklara filmler göstererek hayatını kazanıyor. Yanlışlıkla çağımıza düşmüş bir Lumière veya Manaki’yi andırıyor. Biyoskop deliğinden gözükenler çocukların ancak rüyalarını süsleyebilecek bir fantezi dünyasına ait sessiz görüntülerden ibaret, ama onları büyülemeye yetiyor. Küçük bir kız gördüğü filmi bize anlatırken, Bollywood sinemasının hikâye formatını özetliyor adeta: “Bir erkek bir de kadın kahraman var. Şarkı söylüyorlar, sonra kavga ediyorlar, sonra konuşuyor ve bir daha şarkı söylüyorlar. Eve gidince yine kavga ediyorlar. Erkek aşkını ilan ediyor. Ve bu, her gün böyle devam ediyor.”
Megakentler’de izlediğimiz karakterlerin gündelik hayat rutini bundan çok farklı; gün boyu en zor işlerde çalışarak hayatta kalmaya çabalıyorlar ve bu, her gün böyle devam ediyor. Sadece sinema denen eğlence endüstrisinin değil, uygarlığın da yoksul figüranları olan, dünyadaki ucuz emeğin muhtelif versiyonlarını izliyoruz 12 bölüm boyunca: Tavuk bacağı satan bir aile, toz boyaları elekten geçiren bir Hintli, Moskova’nın soğuğunda donmamaya çalışan sokak çocukları, at arabalı çöp toplayıcıları, erkek müşterilerine akla ziyan bir seks gösterisi yapan Cassandra, dev bir fabrikada vinç operatörü olarak çalışan Larissa, sokakta kadın pazarlayan eroin bağımlısı bir adam, kurbanlarına şiddet uygulamaktan kaçınan bir dolandırıcı… Filmin tanıtım metinlerinde sıkça tekrar edildiği gibi, hepsinin ortak noktası ‘daha iyi bir yaşam’ hayali. Ne ki bu mütevazı hedefe giden yolun bir yerlerinde şehir denen canavar tarafından yutulmuşlar, yine de ona yenik düşmemeye çalışıyorlar. Megakentler bunca kalabalık karakter ordusuna rağmen, onlara yakın durmayı ve hemen hepsiyle empati kurmamızı sağlamayı başarıyor. En alttakilerin sefil ortamlarda günbegün verdiği var olma savaşına tanıklık etmenin boğuculuğu, bu yakınlık duygusuyla bir nebze dengeleniyor. Tüm o renkli insan ve mekânların, filme kaydedilmiş (Glawogger tüm filmlerini peliküle çekiyor) çarpıcı görüntüleriyle büyülenmek de mümkün, ama filmin şiirsel derinliği buna izin vermiyor.
Unutmadan, Megakentler’in sinema tarihinde ender rastlanan bir şeye vesile olduğunu, bir re-mix versiyonunun yapıldığını da hatırlatalım. Timo Novotny yıllar sonra, filmden aldığı görüntüler, kurguda atılan materyallerin bir kısmı ve Tokyo’da çekilen yeni görüntüleri müzikle harmanlayarak Life in Loops adlı deneysel bir müzikal-belgesel yaptı.
Michael Glawogger’ın Megakentler’le başlayan Küreselleşme Üçlemesi’nin diğer iki filmi, ki bu belgeselin bağrından çıkmıştır onlar da, emeğe dair benzer hikâyeler anlatır. İşçinin Ölümü gezegen üzerinde beden gücüyle yapılan en aşırı işleri; Fahişelere Güzelleme ise dünyanın en eski mesleğini konu alır. Ki bu sonuncusu, Megakentler’de Meksiko’da geçen epizodun (Cassandra’nın sahnede yaptığı seks şov) genişletilmiş versiyonu gibidir.
Bu filmlerin hepsi de sistemin çarkları arasında hem bedenen hem de ruhen ezilen ama her koşulda, bedenini satarken bile onurunu ve insanlığını (ruhunu) korumaya çalışan bireylerin hikâyesi. Ne ki ucuz işgücü ve emek sömürüsüne dayalı küresel kapitalizm karşısında çok şansları yok. Megakentler’in en başında yer alan epigrafta William T. Vollmann’ın dediği gibi: “Ve belki de, sağlık, eğitim, barınma, güvenlik gibi hakların doğumla gelen hak sayılmadığı yoksulluk diyarında, ruh da doğumla gelen bir hak değildir.”
Glawogger, ikisi de çağımızın birer fenomeni olan ‘kent’ ve ‘sinema’ arasında gerçek bir yüzleşme fırsatı sunuyor belki de. Hem birinin ezdiğini ötekinin görmezden gelmesine dayalı danışıklı dövüş oyununu bozarak, hem de tek emeli onurlu bir yaşam olan bireyle bunu ona çok gören şehir/sistem arasındaki gerilimi sergileyerek sinemanın geleneksel metropol romantizmini kırıp döküyor.
MUBI Türkiye’nin Altyazı okurlarına özel teklifini görmek için tıklayın.
Çeşitli dergi ve gazetelerde yazar, muhabir ve editör olarak çalıştı. 2003'te Theo Angelopoulos üzerine gerçekleştirdiği "Theo'nun Bakışı" ile birlikte belgesel yapımına yöneldi. Yönetmen, yapımcı ve kameraman olarak birçok belgesele imza attı. 2008'de bir grup arkadaşıyla birlikte Documentarist İstanbul Belgesel Günleri'ni hayata geçirdi. Halen yazı yazıyor, festival izliyor ve film programları düzenliyor.