Karantina Söyleşileri #10: Damla Sönmez
Son dönemde beyazperdede Sibel’le, küçük ekranda da Çukur dizisiyle izleyici karşısına çıkan Damla Sönmez karantina günlerinde neler yaptığını, neler okuduğunu, nelerin kendisine geleceğe dair ümit verdiğini anlatıyor.
Söyleşi: Sinan Yusufoğlu
“Daha önce üçüncü dünya savaşına gidiyor gibiydik. Şimdi ise türler arası bir savaştayız sanki.”
Salgın günlerinde kendinizi nasıl hissediyorsunuz?
Değişiyor, sürekli değişiyor hislerim. İç çatışmaları ve yüzleşmeleri de beraberinde getirdi bu süreç. Hiçbir şey yapamamanın getirdiği çaresizlik durumu da var. Bir taraftan da biz evde kalabilen şanslı insanlarız. Milyonlarca insan dışarıda çalışmak zorunda bu süreçte. Bütün bu toplumsal olanın dışında bir şeye kapılıp yaşıyormuşuz aslında. Hiçbir planımızı, programımızı biz yapmıyormuşuz. Acizmişiz. Onu da gördük. Daha önce üçüncü dünya savaşına gidiyor gibiydik. Şimdi ise türler arası bir savaştayız sanki. Virüsle insan arasında bir savaş var. Romantik bir taraftan baktığın zaman, birlikte yaşamayı öğreneceğiz aslında. Biz bir şekilde bağışıklık kazanacağız, o da yaşamını sürdürecek.
Devletlerin bu kadar çaresiz kalmış olması da çok acayip. Her şey bilim insanlarının iki dudağının arasında artık. ‘Evrim Ağacı’ sitesinde bir yazı okudum. Mark Lawrence isimli Amerikalı bir siyaset doçenti yazmış: “Amerika uzun süredir vatanseverliği silahlı kuvvetler olarak görüyor ama bir virüsü vuramazsınız. Koronavirüsün ön cephesinde olanlar askere alınanlar veya paralı askerler değildir; doktorlarımız, hemşireler, eczacılar, öğretmenler, bilim insanları, bakıcılar, mağaza görevlileri, hizmet çalışanları, küçük işletme sahipleri ve çalışanlarıdır.” Nasıl bütün ülkeler vatanseverliği cephede savaşmak olarak görüyorsa, vatanseverliğin bilim insanları olarak değişmesi gerektiğini söylüyor yazısında. Çok iyi bir yazıydı. Çok tuhaf şeyleri hatırlayıp kin tutabilen ama gerçekten işimize yarayacak olan bilgiyle ilgili hafıza yaratamayan bir tür olduğumuzu düşünüyorum. O yüzden bu süreç bazı şeyleri yeniden hatırlamak için bir ümit de yaratıyor bende.
Kişisel olarak bir şeyler değişecek mi hayatınızda?
Daha az şeyi dert etmeyi öğrenmek istiyorum. Hep verilen bir örnektir: İçi su dolu bir bardak yere düşer ve kırılır. Her yer cam parçaları olduğunda ne yaparsın? Önce camları toplayacaksın, sonra yere dökülen suyu temizleyeceksin. Bu hikâyede kırılan bardağın başında kalıp hiç hareket etmeden fikir üretiyoruz sürekli. Daha az düşünerek, daha çok hareket ederek bir hayat sürdürmeyi düşünüyorum. Ama bugünlerde yaşadığımız hesaplaşmanın ne kadarı bizimle kalacak? O da biraz önce dediğim hafıza meselesiyle ilişkili. Bir de, yalnız yaşamıyorum. İki kişi yaşamanın da farklı etkileri var. Tek kişi yaşıyor olsaydım muhtemelen farklı şeyler hissederdim.
Sibel (2018)
Neleri değiştirmek istiyorsunuz?
Üşenmek istemiyorum artık. Birçok şeyi erteliyoruz gündelik hayatta. Çok kırılgan ve çaresiz kalabiliyoruz bir sürü anda. Yarın yaparız diyoruz ama yarın hiç olmayabilir. Ya da kendimizi tanımladığımız şeyler… İlk vaka açıklandığı gün sete gittim. Ay Yapım “iki gün ara veriyoruz, ne olacağı belli değil” dedi. Stok bölümümüz de yoktu ama hemen ara verdiler. Setten eve döndüm. Yurtdışındaki arkadaşlarımı aradım ilk olarak. İtalya’daki arkadaşım Susan’la konuştum. Onlar çok daha uzun zamandır yaşıyorlardı, hikâyenin içindeydiler zaten. Sophie Fransa’da, Sean Los Angeles’ta… Onlarla konuştum. Sınırlar kapatılıyordu o sıralar. Bir arkadaşım Fransa’dan dönmeye çalışıyordu. Biri Belçika’dan Rusya üzerinden döndü. Fransa’dan dönen Yunanistan’a geçip kara sınırından dönmeye çalıştı. Böyle tuhaf ve kaotik bir gece oldu. Onlarla konuşunca bir anda bir sürü arkadaşımı bir daha göremeyeceğim hissine kapıldım. Yarın yokmuş hissine kapıldım. Ben o iki günü yatakta ya uyuyarak ya da ağlayarak geçirdim. Sonra tekrar gözümü açtığımda, Pazartesi günü olduğunda şunu düşünmeye başladım: O kadar çok “iş” ile tanımlıyoruz ki kendimizi, kimliğimizi. Setler tekrar başlamazsa, ben oyuncu olmazsam ne olacağımı, kime dönüşeceğimi bilmiyorum. Şu an ev işleriyle uğraşmak, yemek ve temizlik yapmak… Bunlar sıkıcı ve geçiştirilmesi gereken işler gibi geliyordu eskiden. Hattâ başkalarına yaptırılmasını düşündüğümüz işlerdi. Şimdi o işleri yaparken ne kadar fazla kendinle kalabildiğini, kendinle hesaplaşabildiğini ve konuşabildiğini görmek iyi geliyor bana.
Karantina günleri bitince ilk olarak ne yapacaksınız? Neleri özlediniz?
Üşenmemek dediğim gibi. Ben de çok kaytaran biriyim. Birinin galasından kaytarıyorum, bir başkasının doğum gününden… Biraz asosyalim o açıdan. Hem asosyalim hem de sonra dışlanmış hissediyorum kendimi. Onunla yüzleşiyorum bu ara yani. Kendini dışladığın bir yerden dışlanmış hissediyorsan kendine dönüp bakman gerekiyor. Bir şeylere üşenmemek, daha çok insan görmek istiyorum. Hem ev içinde hem de dışarda eyleme geçmek…
Hayatını Yaşamak (Yön: Jean-Luc Godard)
Karantina nasıl geçiyor? Neler okuyorsunuz ve izliyorsunuz?
Bu aralar daha çok felsefe okuyorum. Aynı zamanda ‘Dilozof’ diye bir YouTube kanalı var, onu severek takip ediyorum. Onun Adı Petrunya’yı (Gospod Postoi, Imeto i’ e Petrunija, 2019) izledik, çok güzel filmmiş. Geç Gelen Gençlik’i (Youth Without Youth, 2007) izledik. Hayatını Yaşamak’ı (Vivre Sa Vie, 1962) ve daha önceden izlediğim, bende anlar bırakan başka bir sürü filmi tekrar izledim. On iki tablodan oluşuyor Vivre Sa Vie. On birinci tablosunda bir düşünür ile kızın konuştuğu yer vardır: “Düşünebilmek için kelimelere ihtiyacımız var, kelimeleri bulmak için de bir süre susmamız gerekir.” O çok iyi gelmişti izlediğimde. True Detective’i izlememiştim, onun ilk sezonuna başladım ama bitiremedim. Tamam anladım çok iyi ama hep aynı geliyor. Ye, Dua Et, Sev’i (Eat, Pray, Love, 2010) izledik. Çok iyi geldi.
Camus’nün ‘Veba’sını ilk iki aya yaydım resmen. Koklaya koklaya okudum. Yıllar önce ilk okuduğumdan çok başka bir gerçeklikten seslendi bana bu sefer kitap. Camus inanılmaz bir yazar ve düşünür. Toplumsal olaylarla kurarken hikâyelerini, öyle bir kişinin biricikliğine ama aynı zamanda da duygu ve anlam ortaklığına atıyor ki çapasını… Çok seviyorum. Alain de Botton okudum sonra, ‘Öp ve Anlat’. Şimdilerde Sona Ertekin’in ‘Arızanın Merkezine Seyahat’ kitabını okuyorum.