Kazım Öz ile Zer üzerine söyleşi
Bir şarkının peşinde New York’tan Dersim’e doğru yollara düşen Jan’ın öyküsünü anlatan Zer’de Kazım Öz, mizahı ve trajedisi, tarihi ve bugünüyle capcanlı bir Dersim portresi çiziyor. 16-19 Mayıs tarihleri arasında Zer‘i ‘Vimeo On Demand’ platformunda kirala seçeneğini tıklayıp promosyon kodu olarak ‘corona’ kelimesini kullanarak ücretsiz izlemek mümkün.
Fotoğraf: Bahar Gökten
Bu söyleşi, Altyazı’nın Mayıs 2017 tarihli 172. sayısında yayımlanmıştır.
Kazım Öz’le Zer’in galasının yapıldığı Atlas Sineması’nın fuayesinde buluşuyoruz. Hemen hangi kopyanın içeride gösterildiğini soruyorum. İstanbul Film Festivali’nde gösterilen, Sinema Genel Müdürlüğü Üst Denetleme Kurulu tarafından sakıncalı bulunan sahnelerin yönetmenin kendisi tarafından, buna ilişkin bir notla birlikte karartıldığı kopya mı? Kazım Öz, gösterilen kopyadan karartılan sahnelerin de çıkartıldığını anlatırken Atlas Sineması’nın makinisti Mevlüt Abi dahil oluyor muhabbete. Diyor ki “Festivalde iki kere ödümü kopardı bu film. Alkışlandı içeride. Kopyaya bir şey oldu diye düşündüm. Buradan bir zıpladım ama nasıl biliyor musunuz!” Biz de eğer bu sefer alkış olursa bil ki teknik hatadandır, diyoruz. Bu kopyada siyah bölümler yok. Öz gülerek ekliyor: “Yine ses gelirse senden biliriz, ben bakanlıkla ilgilenmem. Abi yaptı derim.” Saatime bakıyorum. 1938 Dersim Katliamı’nın açtığı yaralarla ilgili olan Zer üzerine konuşacak çok şey var ama sansürü konuşmaktan başka şeylere sıra gelecek mi diye endişelenerek.
İlk uzun metrajınız Fotoğraf’ın (2001), bir heykel görüntüsü üzerine Onuncu Yıl Marşı’nın çaldığı agresif bir girişi vardı. Zer’in açılışına ise sükûnet hâkim.
Ben daha da uzun tutmuştum o kısmı, sıkıcı bir bölüm olsun istiyordum. “Ne oluyor burada, ne yaşıyor bunlar, bunu niye çekmişler?” gibi sorular yaratma niyetindeydim seyircinin kafasında. Filmin yavaş yavaş renk almasını amaçlıyordum. Hikâyeyle ilgili bir seçimdi bu.
Belgesellerinizin daha eklektik bir tarzı var. Gözlemci bir üslupla örneğin Bir Varmış Bir Yokmuş’un (He Bû Tune Bû) girişi ve masal sekansları gibi anlatımsal öğeler iç içe geçebiliyor. Belgeselde deneysele daha yatkın olduğunuzu söyleyebilir miyiz?
Evet, belgesellerde daha serbest ve deneysel davranıyorum, daha özgür hissediyorum. Sanki sinema filmi ve kurmaca olduğunda; işin içine ekip, kamera girdiğinde dil biraz ağırlaşıyor gibi geliyor bana. Ona ayak uyduruyorum ya da o dili arıyorum. Belgeselde çok müdahale etmiyorsunuz, var olanın içinden bir şey arıyorsunuz. Kurmacadaysa ciddi bir kontrol var, filmi stilize edilmiş bir yaklaşımla ortaya çıkarıyorsunuz. Ama yine de birtakım ortaklıklar oluyor. Belgesel çekerken bazen kafamda kurduğum şeyi arıyorum, onu çekiyorum. Dolayısıyla bir anlamda belgeseli kurmacaya da yaklaştırıyorum. Kurmacayı da belgesele yaklaştırıyorum esasında. Sahneler belgeden, belgeselden, hayatın içinden geliyor. Amatör oyuncuları gerçek karakterlere yaklaştırma yöntemini deniyorum. Buna ek olarak; bir filmin baştan sona tek bir üslubu mu olmalı, bu konuda kafamda tartışmalar mevcut. Tek üslup olması bana fazla stilize geliyor. Sanki senaryonun içindeki duygu kırılmaları, sahnelerin iç dinamiği gibi konularda daha özgür olunması gerek. Birkaç üslubun iç içe geçtiği, hikâyeye bağlı olarak şekillendiği bir tarza da sıcak bakıyorum.
Zer’de de ABD ve Dersim bölümleri arasında bir üslup farkı var. ABD’de karakterler daha karton, Dersim’de çok daha canlı. Bu iki bölüm arasındaki ayrım nasıldı sizin için? Çekimler bunu nasıl etkiledi?
Prodüksiyon koşulları biraz etkiledi doğrusu. Ben New York’u, o kartonluğu biraz daha işletmek istiyordum, o yapaylığı büyütmek istiyordum. O bölümün klişe ve kötü bir Hollywood filmi gibi çalışmasını, seyirciye “pöf” dedirtmesini istiyordum. Tabii bunu Jan’ın babaanneyle olan ilişkisindeki değişime bağlı kalarak işlemeyi planlıyordum. Çekimler bu açıdan zorlayıcı oldu, biraz daha ekonomik davranmak durumunda kaldım. Minimum sürede ve minimum davranış, jest ve olayla anlatmam gerekti meseleyi. Dersim’de de tabii, sözünü ettiğimiz belgesel tarzına zaten girecektim, filmin hikâyesi onu gerektiriyordu. Ama o sahneler doğaçlamalardan mı çıktı? Hayır. Yüzde 95’i senaryoda vardı. Ben o konuda zor ikna ediyorum kendimi. Çok açığım doğaçlamaya ama olmuyor (gülüyor). Gelip sonradan kendini o senaryonun içine koyan diyaloğa saygı duyuyorum sahiden. “Tamam, bu başarılı” diyorum. Ama az oluyor.
Amatörleri senaryoya göre oynatıyorsunuz yani?
Evet, amatörleri çok zorluyorum. Ama size bir şey söyleyeyim mi, amatörler benden kaçıyorlar. Örneğin minibüs sahnesinde patladılar artık, “Bu iş bize göre değil ve biz bir daha buraya uğramayız” diyorlardı, sahneyi öyle bitirdik. Film çıktığında eğer ki sahne iyi olmuşsa, yaşananları unutturabiliyor. Şimdi ben gitsem kapıyı açarlar. Ama o geri dönüş olmasa sinemacı görseler kaçarlar, o kadar diyeyim.
Amerika’daki sevgili karakteri niye var?
Tam da bahsettiğim klişe için var. Ayrıca, bir şeylerin Jan’ı sadece bir yere çekmesini değil, New York’ta onu iten şeylerin de olmasını istiyordum. Bu belki büyük bir aşk olayı değil, aman aman bir şey değil. Sevişiyorlar, bir şey olmuyor, peşinden gidiyor. Bazen bu tür ilişkiler insanı bir yerde tutar da hakikaten, Jan da bu ilişki kopmasa kalabilirdi belki Amerika’da. Arkada onu iten, görünmeyen bir birikim var, bunu örmek istedim. Yaşadığı ilişki, babaanneye olan sıcaklığı, o çok görmediğimiz ama hissettiğimiz, sezdiğimiz, bildiğimiz tipik modern aile sorunları.
Bir tarafta Jan’ın boşlukta salındığı Amerika var, diğer tarafta Dersim’de peşine düştüğü bir geçmiş. Böyle olunca kayıp, dejenere Batı portresi ile geçmişiyle, kültürüyle canlı Doğu imgesi ikiliği oluşmuyor mu?
İkincisini üretmek isterim ama birincisi öyle değil. Birincisi bir durum aslında; onu yargılayan, onun sevgilisiyle ilişkisini yargılayan, bardaki dansını yeren bir bakış açısı olduğunu düşünmüyorum ya da en azından öyle planlamadım.
Jan’ın bir dersinde blues’un hikâyesinin anlatılması bu ikiliği kırıyor bir ölçüde. Emperyalist popüler formların temelinde anti-sömürgeci bir damar olduğunu anımsatıyor. Jan’ın Zer türküsünün peşinden Dersim’e gitmesi ile blues’un hikâyesi arasında bir bağ var.
Hatta karakterin bazı yolculuklarında blues da kullandık. “Amerika kötü, Dersim iyi” değil yani. Tabii ki bunun içinde modern hayatın yarattığı sorunlar, yabancılaşma, boşluk var. Hepimizin bir şekilde yaşadığı şeyler bunlar. Ama bir tarafa eleştirel bir gözle; diğer tarafa güzelleştiren, yücelten bir gözle bakmadım. Öte yandan, o resimden bu resme geçtiğinde böyle bir algının oluşması da elbette normal. Batı’ya bir sistem olarak bakmak istedik. Jan’ı mümkün olduğu kadar alt açıdan çekerek insanın yarattığı bu binaların esiri olarak insanı göstermeye çalıştık.
Fazlasıyla asimile olmuş bir karakter Jan.
Evet, ‘geçmişi olmayan adam’ gibi. Nihayetinde Türkiye Cumhuriyeti’nin resmi ideolojisiyle büyümemiş biri ve bu, onun geçmişe yargılamadan bakmasını da sağlıyor, babasından farklı olarak. Resmî ideolojiyle yetişmiş biri olsaydı, hikâye bazı noktalarda inandırıcılığını yitirebilirdi, o kırılma zor olurdu. Jan’ın rüzgârda sallanan bir yaprak misali olması lâzımdı ki sallanıp, sürünüp Dersim’e gelebilsin. Kafasında birtakım kalıplar taşıyan biri olsaydı klasik dramaturjiyi daha fazla çalıştırmak gerekecekti; bir olay olsun, bir değişim olsun. Bu matematiği devreye koymak gerekirdi, ki bunu yapmayı çok sevmiyorum. Bu sebeple mevcut durum biraz da işime geldi. Sıfır bir kafayla oralara gidiyor. Buna yol açan birtakım olaylar var: Sevgili olayı biraz hafif ama babaannesi ciddi bir kırılma yarattı, babasıyla olan çelişki de, şarkı da. Dolayısıyla olay, trende anlatılan masaldaki gibi aslında; basit bir olayla başlıyor, kar karakterin ayağını donduruyor, sonra bir şey soruyor, cevap onu başka bir yere gönderiyor, o başka bir yere… Bunun sonucunda da tekrar kendine dönüyor, döngü bir şekilde tamamlanıyor. Jan’ın yaşadığı da öyle bir şey. Klasik anlamda daha şekil almış bir karakter olsaydı bu kadar müdahaleye açık olamazdı. Sezgileriyle, hissiyatıyla yola çıkan bir karakter.
Şarkıların, türkülerin, ses kayıtlarının Kürt filmlerinde bu kadar yaygın olması konusunda sizin okumanız ne?
Zer’in senaryosunu 2005’te yazdım, Fotoğraf’tan hemen sonra. Dûr (Uzak, 2015) belgeselini çekerken bu şarkıyla karşılaşmıştım, 2003’lerde. O açıdan bu tartışmanın neresinde duruyor bilmiyorum, çünkü benim için yeni bir şey değil. Ama bu konuda kendi adıma bir cevabım var. Bunun temel nedeni, tabii ki Kürtlerdeki sözlü edebiyat meselesi. Yazılı edebiyatın olmayışı ve dolayısıyla hafızanın büyük oranda seste saklı olması. Sinemacıların çıkardığı bir şey değil bu, Kürt toplumunun hafızası buradan geliyor. Kütüphaneye gidince, bir şey bulamıyorsunuz ama bir şarkının peşine düşerseniz o gerçeği bulabiliyorsunuz. Zer şarkısı Jan’ı o dervişin trende anlattığı Gökyüzü Masalları’na kadar götürüyor, ki o masal da yine ses üzerine kurulu. Bu bence Kürtler açısından bir savunma biçimi hâline gelmiş. Dersim’in basit eski taş evler dışında bir mimarisi yok. Çünkü yıkılmış, yok edilmiş. Büyük oranda ayakta, göçmen yaşanan bir kültür. Dolayısıyla ses bir savunma biçimi. Tıpkı Truffaut’nun Fahrenheit 451’indeki (1996) gibi. Hani kitaplar yasak. Yasağa karşı, ezberleme yoluna gidiyorlar. Kürtlerin hikâyesinde doğal hâliyle bu noktaya gelmiş, binlerce yıllık tarih içinde böyle bir savunma mekanizması geliştirilmiş. Bu sebeple bir sesi çözümlerken eğer iyi analiz yapabilirseniz bir toplumu, bir dönemi, bir tarihi ya da bir kişiliği çözümleyebilirsiniz diye düşünüyorum.
Sansürlenen sahneler senaryoda var mıydı?
Vardı. Film bakanlık desteğiyle çekildikten sonra destek kuruluna da gönderildi. “Ben bu filmi çektim, senaryom da bu” diyorsunuz. Destek kurulu oturuyor, film ile senaryo birbirini tutuyor mu diye kontrol ediyor. Biz de kopya gönderdik. Hatta orada daha fazla görüntü vardı ve film onay aldı. İzleyip “senaryoya uyuyor bu, temel bir değişiklik yok” dediler. Dolayısıyla, bu süreç kapanmış yani. Aslında şu an bakanlığın filmine sansür uygulanıyor. Bakanlığın arkasında durması gereken filme, bakanlığın bir kurulu çıkıp “Buna sansür getiriyoruz kardeşim” diyor.
Belki bu örnekle birlikte oto-resmî-sansür gibi yeni bir tanım doğacak.
(Gülüyor) Evet, güzel bir tanım oldu. Biraz da dönemle ilgili herhalde; insanlar korkuyorlar. Tabii bir önceki dönem Barış süreci vardı, görüşmeler vardı. Kendi söylemlerine de uyuyordu film. Bir de şu an ne söylediğinden bağımsız, gerilla görmek istemiyorlar galiba. Gerillayla ilgili hiçbir şey olmasın, yapılacaksa da negatif bir iş olsun istiyorlar. O sahneler, filmin hikâyesinin tamamlanması için gerekli sahnelerdi. Film bu hâliyle biraz eksik kaldı. Ama siyahlarla gösterildiğinde, ben o eksikliğin biraz olsun tamamlandığını ve değişik bir izleme kültürü oluştuğunu heyecanla fark ettim. Doğrusu bundan sonraki filmlerde onlar sansür uygulamadan ben siyah koyabilirim, şu an bu noktadayım. Bazı filmlerde bazı bölümleri siyah vereceğim. Bildiğiniz siyah üzerine çalıştım yani bu süreçte ve garip olan şu; siyah rengi için mücadele vereceğimi hiç düşünmezdim, şimdilerde ise siyah bana çok hoş geliyor (gülüyor). Geçenlerde bu konu üzerine düşünürken sert bir politik cümle kurdum, “Seyircinin hayal gücü, sansürcülerin makasından daha keskindir” dedim. Yani onlar kesiyor ama bu daha keskin, bu onu kesiyor. Bu sayede siyahın o sahnelerden daha güçlü olduğunu gördüm. Bir nehir sesinin veya oradaki martıların, kargaların sesinin aslında bambaşka bir anlama dönüştüğüne orada şahit oldum.
O yüzden siyah sahneleri de kaldırttılar işte.
Evet o yüzden, onlar da iyi okuyorlar (gülüyor). Bence filmlerimin en iyi izleyicileri onlar.
Peki karakterin yolculuğunda nereye tekabül ediyordu o sahneler?
Karakterin yolculuğunun şarkıyı bulunca bitecek bir yolculuk olmadığını, aradığı bir köy olduğunu biz o sahneleri gördüğümüzde anlıyorduk. İkincisi de Dersim ’38 ile ilgili daha sert şeyler görüyorduk. Tarihsel bir boyut katıyordu filme. Bir de biraz sert bir cümle vardı duvarda. Jan Dersim’de, Hozat’ta dolaşırken çok eski bir evin önünden geçiyor. Tam geçtiği esnada bir kapı açılıyor ve içeriden bir adam ve atı çıkıyor. Onlar bir tarafa, bizim karakter bir tarafa geçiyor. Gittikten sonra duvarda bir slogan görüyoruz: “Bütün devletler teröristtir.” Orada, duvarda yazılı bir slogandı bu. Sanki bana gelip “Bu olmazsa bu film eksik kalır” dedi. Onlar da oraya makası attılar.
Duvar yazılamasıydı yani, sizin yazdığınız bir şey değil?
Evet, eskiden kalmış bir yazı yani. Bir de sadece orada olsa, özellikle konulmuş bir şey olur ama başka duvarlarda da yazılar vardı. Bu da Dersim’le ilgili, bugünkü Dersim’le ilgili bize çok iyi bir veri sunuyor: O delilik hikâyelerinin olduğu yerde, duvarlarda bu yazılar da var. Gidin, Dersim öyle bir yer şu anda. O duvar yazıları da Dersim’in delileri gibi Dersim’in siyasetlerini temsil eden bir şey, farklı farklı görüşlerin olduğunu, burada başka bir aile duygusu, başka bir kadın-erkek ilişkisi olduğunu, doğayla başka türlü ilişki kuran insan tipi olduğunu gösteren bir tablo.
Filmi Cemal Süreya’nın şiirinden alıntıyla açmaya nasıl karar verdiniz?
O söz (“tarih öncesi köpekler havlıyordu”) bu filmi iyi temsil ediyordu, özetiydi hakikaten. Ama şiirin anlamı dışında, Süreya’nın tıpkı buradaki o çocuklar gibi bir hikâyesinin olması da önemliydi.
Zer bir yandan da çok trajik bir hikâye. Ama Dersim sahnelerinde çok güçlü bir mizah duygusu da var. Bu ikisinin dengesiyle nasıl baş ettiniz?
Tarihsel arka planı olan bir meseleyi anlatırken acıya yüklenmek çok iyi bir yaklaşım değil gibi geliyor bana. Acıyı büyütüyor da o, besliyor. Bence trajediyle komedi arasında çok ince bir sınır var. O alanlara girip çıkarak yol alan bir hikâye olmasını istedim. Jan, bir tarafta Dersim ’38’i duyuyor, diğer tarafta bir adam onu makaraya sarıyor. Hatta bu görünmeyen sahnede de, onu ti’ye alıyorlar.
Jan Dersim’le ilgili hiçbir şey bilmediği için bir turist gibi de orada. Bu durum filmi oto-oryantalist bir yere götürür mü acaba diye kaygılandınız mı?
En zorlandığım yer buydu açıkçası. Dışarıdan bir göz olduğu için “bu da var bizim kültürümüzde, bak şu da var” diye bir yere gitme riski olduğunun farkındaydım ve bununla mücadele ettim. Şu soruyu sordum kendime: Kültürel olarak orada var olan, karakterin sadece gördüğü bir şey mi yoksa onu etkileyen bir şey olduğu için mi var filmde? Uç noktası, düğün sahnesi. “Burada ne güzel düğünler oluyor” duygusunu kaldırabilmek için şöyle düşündüm: Burası karakterin boşaldığı bir yer olabilir. Düğün buna yol açabilir. Düğünü Zer şarkısı için durdurdu mesela. Ama o dramatik yapı oraya sızmasaydı, ‘ya ne güzel düğünlerimiz var’ riski ortaya çıkabilirdi. Ama o sahnede bu çıkmıyor. Bazı yerlerde belki bu dediğim ölçüyü tutturamamış olabilirim, bilmiyorum.
Heykeller birer anlatım öğesi olarak sıkça karşımıza çıkıyor filmde. Bu neden kaynaklanıyor?
Herhalde içgüdüsel. Fotoğraf’tan beri öyle bir şey var. Jan’ın Afyon’da arabadayken gördüğü heykelle Fotoğraf’ta gördüğümüz heykel aynı heykel; Afyon meydanındaki zafer anıtı. Bir Türk askeri ellerini açmış, yerde yatan Yunan askerini boğacakmış gibi duruyor. Heykel de bence Zer şarkısı gibi bir şey. Bence Afyon meydanındaki o heykelden, o figürlerden 1938’lerdeki, yani katliamın olduğu dönemdeki iktidarın zihniyeti çözümlenebilir.
Son olarak, sansürle mücadele babında sahne karartmanın bir işe yarayabileceğini düşünüyor musunuz? Eser İşletme Belgesi dayatmasını kabul etmek gibi değil mi bu?
Hayır, bence tam tersine. Çok daha güçlü bir şeyle cevap vermek olabilir. Yani mesela, ben bir film çektiğimde nereye ne gelebileceğini, az çok riskleri tahmin edebiliyorum. Yani bunu böyle kırpıp, eksik götürmektense ya da kabul etmiyorum deyip kitlelere hiç ulaşmamaktansa sinemada karanlık sahneler dönemini başlatabiliriz. Bu iki anlam taşıyor. Bir, siyahın gücüyle seyircinin bilincini harekete geçirmek. İki, o kara lekeyi hafızaya işlemek. Düşünüyorum, acaba Avrupa’daki gösterimlerde de siyahla mı girsem diye. Şu an iyi bir fikir gibi geliyor bana. Bir anlamda sansürü teşhir ederek onunla mücadele etmek gibi. Bu konuda bu kadar hassas olmaları, yapılan şeyin gücünü ortaya çıkardı. Bunun için onu da kaldır diyorlar. Ha belki siyahı da yasaklayabilirler. Ama niye karanlık sahneler dönemini başlatmayalım ki, bu yasaklanan ya da eksik vizyona giren film açısından daha iyi değil mi
1979’da İzmir’de doğdu. Boğaziçi Üniversitesi’nde sosyoloji okurken 2001’de Altyazı Sinema Dergisi’nin kurucuları arasında yer aldı. Uzun süre Altyazı’nın genel yayın yönetmenliğini üstlendi. Bugün Altyazı’nın ifade özgürlüğüne yoğunlaşan Altyazı Fasikül: Özgür Sinema adlı yayınının editörlüğünü yapmaktadır. Sinema yazarlığının yanı sıra kurgucu ve yönetmen olarak belgesel çalışmalarını sürdürmektedir. Hoşgeldin Lenin (2016), Kapalı Gişe (2016), Özgürleşen Seyirci: Emek Sineması Mücadelesi (2016), Baştan Başa (2019), 8 Mart 2020: Bir Günce (2023), Ulysses Çevirmek (2023) gibi belgesellerde kurgucu ve yönetmen olarak rol üstlenmiştir.