Şu An Okunan
Murathan Mungan’la ‘Işığına Tavşan Olduğum Filmler’ Üzerine Söyleşi: ‘Merakı Bulaştırmak’

Murathan Mungan’la ‘Işığına Tavşan Olduğum Filmler’ Üzerine Söyleşi: ‘Merakı Bulaştırmak’

Murathan Mungan

Sinema yazıları derlemesi ‘Işığına Tavşan Olduğum Filmler’i 2 Aralık itibariyle okurun beğenisine sunan Murathan Mungan sinema sevgisinin kökenlerini, kendisini sinema üzerine yazmaya yönelten etmenleri anlatıyor, kişisel tarihinde özel yere sahip filmlerden, son dönem sinemamızda dikkatini çeken yönetmen ve oyunculardan bahsediyor.

Söyleşi: Berke Göl

Fotoğraflar: Ci Demi

Şair, romancı, oyun yazarı gibi kimliklerinin yanı sıra sıkı bir sinemasever olarak da tanınan Murathan Mungan 2007 yılında, o güne kadar kaleme aldığı sinema yazılarından bir seçkiyi ‘Kullanılmış Biletler’ başlığıyla yayımlamıştı. Mungan, aradan geçen on beş yılın ardından yeni bir sinema yazıları derlemesiyle çıkıyor okur karşısına. ‘Işığına Tavşan Olduğum Filmler’ başlıklı kitapta yazarın kimi zaman tematik bağlantılar üzerinden, kimi zaman da kişisel çağrışımlar üzerinden bir araya getirdiği filmler hakkındaki karşılaştırmalı çözümlemeleri ağırlıkta. Kitap boyunca Haneke’nin Ölümcül Oyunlar’ından (Funny Games, 1997) Coppola klasiği Konuşma’ya (The Conversation, 1974), Denis Villeneuve’ün Geliş’inden (Arrival, 2016) Ursula Meier’in Yuva’sına (Home, 2008) pek çok filmi derinlemesine inceleyen yazar, kimi zaman da kendi yazarlık serüvenine ya da izleyicilik tarihine dair ipuçları sunuyor. Murathan Mungan sinema tutkusunun kökenlerinden yazılarında gözettiği kıstaslara, Türkiye sinemasının yakın dönemine bakışından ilgiyle takip ettiği oyunculara pek çok konuda sorularımızı yanıtladı.

Conversation
Konuşma

Yeni kitabınızın önsözünde, daha önce ‘Kullanılmış Biletler’de de bahsettiğiniz bir konuya değiniyor, sinema üzerine yazmaya tek tek filmlere odaklanan yazılarla başladığınızı ama esas ilginizi çeken şeyin farklı filmleri belirli kavramlar ve temalar etrafında bir araya getirmek olduğunu vurguluyorsunuz. Sizi sinema üzerine yazmaya yönelten etmenleri konuşarak başlayalım mı?

En başta sinema sevgisi ve tutkusu geliyor elbette. İkincisi gördüklerini, çıkardığın sonuçları, izlenimlerini paylaşma arzusu. Daha ortaokul yıllarındayken defterlerime film eleştirileri yazıyordum. Yerli ve yabancı filmler için iki ayrı defterim vardı. O dönemde bazı dergi ve gazetelerde yıldız verirlerdi filmlere, ben de kendi yıldızlarımı verirdim – sinema tutkunlarının ortak çocukluk anıları işte. Tematik yazılar yazma isteğimin bir nedeni, film izlemekle film okumak bağlamında okurun zihninde yeni yataklar açma arzusu. Bir diğeri de, sinema üzerine söz aldığım yazılardaki yaklaşımım, temalarımla diğer deneme kitaplarım arasında bir süreklilik sağlamak. Bir de tabii hayata bakmakla film seyretmek arasındaki benzerlikleri ikna edici biçimde örnekleyebilirsem, okura yeni görme biçimleri kazandırmak umudu da var işin içinde. Bir gazete ya da dergiye yazarken tek filme odaklandığın zaman bütün düşüncelerini aktaracak kadar geniş bir hacme sahip yazı üretemiyorsun, o yazıların bir uzunluk sınırı var. Oysa kitapta doygunluk sınırına ulaşana kadar yazabiliyorsun. Bir de, kitabın başında yer verdiğim iki uzun söyleşi sınırlı sayıda seyirciye ulaşmıştı, onları daha geniş bir kitleyle paylaşmanın yolu da kitaplaştırmaktı. 

Yazmanın nedenlerinden biri, kullandığın kıstasları, ölçütleri, yaklaşım biçimlerini diğerleriyle paylaşmak arzusuysa diğeri de meraklarını bulaştırmaktır. En azından benim gibi yazarlar için öyledir. Kitabın dosyasını önceden okuyan bir arkadaşım bir sürü yerinde çok heyecanlanmakla birlikte, Konuşma’daki Gene Hackman’ın “pardesü” meselesi yorumundan özellikle etkilendiğini söyledi. Bazen bu tek cümle bile yazar olarak sana yetebiliyor. İnsanlara sadece düşüncelerimizi, görüşlerimizi aktarmayız, onlarla dikkatlerimizi de paylaşmak isteriz. Ben eskilerin “Merak böceği ısırmış” dedikleri cinsten biriyim, bilgi tutkunuyum, hayata karşı iştahlıyım. Sinema da hayata karşı iştahı yüksek insanları bir araya toplayan bir sanat; görselliğiyle, oyunculuk hünerleriyle, müziğiyle… Bu yüzden de çok popüler zaten. Tematik bağlamlar kurarak yazmakta, insanı olayları diyalektik düşünmeye yönlendiren bir şey var: Olgular arasında bağlantılar kurmak, farklı unsurları ve bakış açılarını hesaba katmak, neden-sonuç ilişkilerini incelemek… Bana ufuklar açan, yeni kapılar bulduran, beni daha derin düşünmeye yönlendiren yazılarla büyüdüm ben. İstiyorum ki benim yazılarımın da becerebildiğim kadarıyla böyle bir gücü, katkısı olsun.

Kitaptaki yazıların dikkat çeken ortak noktalarından biri sık sık edebiyat metinlerine, felsefe metinlerine, pek çok temel kavrama değinmeniz, okura yeni okumalar için yol göstermeniz. Bunun yanında, kendi şiirlerinizin, romanlarınızın nerelerden beslendiğine dair ipuçları da veriyorsunuz. Bu anlamda filmleri incelerken okurun sizin edebiyatınıza da farklı bir gözle bakmasına olanak tanımayı amaçladığınızı söyleyebilir miyiz?

Bu kitap okurun benim edebiyatıma bakışını ne kadar etkiler bilmiyorum ama şunu söyleyebilirim: Kariyeri uzun zamana yayılan bir yazarım. Yalnızca deneme kitaplarımın sayısı 13, bak üstelik Cuma günü çıktı, 13. Cuma yani, heyecan başlıyor! (gülüyor.) Her yeni deneme kitabımla birlikte külliyatımı değerlendirmek konusunda okura yeni ipuçları vermek isterim. Eski yazılarımı toplarken gözettiğim bir konu bu: Bir şair, bir yazar öldükten sonra dergilerde, gazetelerde kalmış söyleşileri yeterince gözden geçirilmeden apar topar bir araya getiriliyor, hatta şairin kitaplarına almadığı, reddettiği şiirleri bile yayımlanabiliyor. Ben hayattayken kendi “evrak-ı metruke”mi kendi bildiğim gibi toplayıp okura bir toplam olarak sunmak istiyorum. Benden sonraki kuşakların, sonradan ortaya çıkacakları görürlerse, “adam kendi hayattayken bunları yayımlamamış” diye düşünmesini istiyorum. Özellikle söyleşilerde doğaçlama konuşurum ben. Söyleşilerin bant çözümleri üzerinde çalışırken, konuşurken belli bir yüz ifadesiyle, ses tonuyla söylediğin bir şey yazıya döküldüğünde katılaşabiliyor; sayfa üzerinde aynı etkiyi taşımayan bu çeşit sözleri ufak dokunuşlarla okunabilir kılmaya çalışıyorum. 

Bir de sıfırdan yazdığım yazılar var tabii. Ben bu kitapta hem tek tek filmlere, aralarında kurduğum bağlantılara, yönetmenlerin dünyalarına bir bakış sunmaya çalışıyorum hem de kendi yazı evrenimin parametreleri içinde ilişkiye girdiğim yapıtlarla okura toplu bir çerçeve sunmak istiyorum. Kurmaca yapıtlarda her yazar gibi tam bir farkındalık bilinciyle yazmadığım şeyler de olabilir; nasıl ben başkaları için metin-kazıda bulunuyorsam başkaları da benim metinlerim konusunda kazıya girişebilir. Deneme kitaplarımda kendi malzememi her yazının gerektirdiği doygunluk ve dolgunlukta sunmaya çalışırım.

Bir de, sinema yazılarını sinemacılar için bir şeyler ifade eden teknik terimlere boğmamaya çalıştım. Konunun gereğine göre okurun algısını, zihnini zorlamayacak ölçüde değinmelerle yetindiğim yerler de oluyor tabi. 

Funny Games
Ölümcül Oyunlar

Bazı filmleri derinlemesine çözümlüyorsunuz, örneğin Haneke’nin Ölümcül Oyunlar’ını ya da Coppola’nın Konuşma’sını. Bazen de belirli temel kavramları kısaca açıklıyorsunuz, Kuleşov efektini açıklamanız gibi. Bu kitap özelinde, hayalinizdeki okur profilini sormak istiyorum; sizce bu kitabın okuru daha ziyade Murathan Mungan okuru mu, genel anlamda sinemaseverler mi, yoksa sinemayla ne kadar ilişkisi olduğu belirsiz, daha geniş bir okur kitlesi mi?

Yazarlık tutumumun temelinde şu vardır: Ben kendimden daha aptal olan okura yazmamayı tercih ettim. Şiirlerimde de, öykülerimde de, romanlarımda da, oyunlarımda da belli bir yetişkinlik ve erişkinlik seviyesini gözettim. Elbette herkes her şeyi bilemez, yalnızca okumak değil yazmak da bir öğrenme yoludur. Kimi durumlarda yalnızca el feneri tutmak yeterlidir. Geliş’te Villeneuve’ün kurguda zaman meselesiyle ilgili yaptığı şeyin önemini anlatmak için o uzun girişe ihtiyacım vardı, o yüzden kurgu konusunu ta Vertov’dan başlattım. Okur konu hakkında derinleşmeye başladığı anda hem yönetmenin hem benim ne demek istediğimizi çok daha iyi anlayacaktır. Drama eğitiminden geçmiş biri olmanın kazandırdığı beceriyi yalnızca kurmaca yapıtlarda değil, düzyazı metninin dokusunda da kullanmaktan çekinmem. Yazıya süreklilik sağlayan bir özelliktir bu. Tek bir film üzerine yazarken bile biraz daha kuşatıcı olmak gerekiyor bana kalırsa. Elbet filmin de sana bu imkânı tanıyan bir zenginliği olması da gerekiyor. Yalnızca iyi filmlerden söz etmiyorum, bazen kötü bir film de zengin örnekler barındırır… 

Cinayeti Gördüm (Blow-Up, 1966) filmi üzerine yazdığım yazı birçok katmanda birçok farklı söz kanalı barındırıyor. Okur o katmanlardan iki tanesine uğrasa bile kendi içinde yeni kapılar açılacaktır. Benim için yazı yazmanın bir amacı da bu; insanları farklı kaynaklara, keşiflere yönlendirmek, beni ısıran merak böceğini okura da bulaştırmak. Bilginin, öğrenmenin nasıl bir haz olduğunu hatırlatmak. Beni şu yaşımda hâlâ bir öğrenci gibi çalıştıran şey bilme arzusu, merakını yitirmemiş olmak, yeni bir şeyler öğrenmenin heyecanını yaşamak. Denemelerde sadece düşüncelerini, görüşlerini aktarmazsın, okura yazdığın dilin lezzetini de tattırmak istersin. Bir akademisyenin böyle bir zorunluluğu yoktur ama bir edebiyatçı olarak söz alıyorsan yalnızca tespitlerin, çözümlemelerin değil, dilin de keyif uyandırmalı okurda.

Kitaba adını veren yazıda farklı temalar arasında dolaşarak sizi etkileyen, sizde heyecan yaratan filmleri sıralıyorsunuz. Bir bakıma okura bir izleme haritası sunduğunuzu söylemek mümkün.

Filmlerle kurduğumuz ilişki, o yaşımızın algısı, zevkleri, hayat tecrübesiyle de ilgilidir. Gençken çok sevdiğin bir filmin yıllar sonra yeniden izlediğinde sende hiçbir heyecan yaratmaması aslında zamanın yaptığı bir şeydir; yalnızca filmin kendi gücünden ya da güçsüzlüğünden kaynaklanmaz, sen artık o kişi değilsindir. İkincisi de, kitapta Raşomon (Rashōmon, 1950) örneğinde de verdiğim gibi, tüm zamanların zeminini kucaklayan bir şey anlattıysa, içinde teknik anlamda aşılmış şeyler olmasına rağmen aynı heyecanı duyarsın. Ya da zamanında lezzetine varamadığın bir film yıllar sonra sana çok şey söyleyebilir. Şiirler de böyledir. Bu konuda hep verdiğim bir örnek vardır, Necatigil’in, “Çünkü asıl şiirler bekler bazı yaşları” dizesi. Kimi şiirler sende ancak bazı yaşamalardan sonra karşılık bulur. Sen bir yaşa geldiğin zaman seni kucaklar, tersi de geçerlidir, gençken heyecanlandığın pek çok şey sana artık bir şey söylemez olur. 

Bir de işin şu yanı var: Geçmişte bir benzerinin yapıldığını bilmiyorsanız, eserinizde bulduğunuz fikir her neyse onu kendi buluşunuz sanabilirsiniz. Çok film seyretmenin, çok okumanın bir de böyle bir yararı vardır. Yapacaksan da, “Bakın ben bu fikri kullandım, sizin de bunun daha önceden yapıldığını bildiğinizi biliyorum ama ben bunun üstüne şöyle bir yeni taş koydum” diye göz kırpmanız gerekir.

O taşı nereye koyacağınızı bilmeniz için de öncesinde yapılanları bilmeniz gerekir tabii.

Evet, bir dağarcığınızın olması gerekir. Saf seyirci diye bir şey yoktur ki! Yaratıcılığa özgü “ümmi” olan şeyle deneyim, eğitim, kültürle kazanılan şey arasında bir denge tutturmanız gerekir. Bir de “tenezzül eşiği”niz yüksek olmalı. Sevdiğim yönetmenlerin bazı filmleri bana, “Senin gibi bir yönetmen bu ucuz numaraya neden tenezzül eder” dedirtmiştir. Yaratıcı sanatçı için, onun seyircileri için tüm bunlar önemli, kıymetlidir. İnsanın kendini geliştirmesini, zevklerini rafine etmesini çok önemserim ben. Birikim ve deneyimle zenginleştirilmiş bir zaman kendi ölçülerini, değerlerini yaratır, bu zamanı doğru kullandıkça hem beğenin, hem beynin “incelir”. Yazılarımın da tuz kadar da olsa bir katkısı olmasını isterim.

Taze ve güncel filmler üzerine fazla yazmamanız da bundan mı kaynaklanıyor? İzlediklerinizin demlenmesini, kafanızda bir yere oturmasını mı bekliyorsunuz?

Geliş epey yeni bir film mesela. Benim açımdan bir filmin meselelerinin üstüne söz alabileceğim bir zemin açmasıdır önemli olan; eski ya da yeni olması değil. Ama sorunun doğruluk payı da var. Edebiyatta da bu böyledir; çok genç bir yazarın bütün bir macerasına vâkıfmışız gibi konuşmamamız gerekir. Bazı genç yönetmenlerin işlerine baktığında da onun daha yolu olduğunu, pişmeye ihtiyacı olduğunu görürsün. Erken söz almaların çelmeleyici bir yanı da vardır, ona dikkat etmek gerekir. Bizim kültür dünyamız o bakımdan sabotajcıdır. Öyle sarkastik bir izleyici ve okur profili var ki artık, “bir hata yapsa da giydirsem” diye pusuda bekliyor. Yapılan bir işin heyecanından çok birini sırtından bıçaklamanın heyecanını önemsiyor. Üzücü aslında.

Burada sosyal medya çağının getirdiği bir şey de yok mu? Herkes ilk söz söyleyen olmak istiyor. Sırtından bıçaklamanın yanında, ölçüsüz bir şekilde övgüye boğma eğilimine de rastlıyoruz. Okur da, eleştirmen de bir aciliyet hissiyle hareket ediyor.

Dediğin doğru. Örneğin sosyal medyada hakkımda bazı yazılanları okuduğumda çok şaşırıyorum. Örneğin ne öyle bir olay olmuş, ne o konuda tek bir laf etmişim, tek bir satırım yok, ama nedense ihale üstüme kalmış. Öte yandan ciddi ölçüde itibarını kazandığım geniş bir kitle var. Bu konuda en iyi bildiğim örnek kendim olduğum için, başkalarıyla ilgili yazılıp söylenenlere de azami temkinle yaklaşıyorum. Gerisi hangi kesim okurun, izleyicinin hakkaniyet duygusuna, sağduyusuna, ahlakına, vicdanına, zekâsına güvendiğinize kalıyor. 

Şairlere, yazarlara atfedilen olmadık dizeler, cümleler de oluyor, muhakkak size de oluyordur.

Ben ilkokulda bile kurmayacağım bir cümlenin altında bir bakıyorum “Murathan Mungan” yazıyor. Bunlar bizim boyumuzu aşan derin sular. Gerçekten çalışan, üreten, söyleyecek sözü olan insanlar bunlarla zaten çok uğraşmıyor. Onlar kalıcı bir iş yapmak, imzasını derinleştirmek, macerasını sağlamlaştırmak istiyorlar. Benim üzüldüğüm şey hakkaniyet kaybı. Siyaseten sevmediğimiz, ahlaken yargıladığımız, şu ya da bu nedenle uzak düştüğünüz insanların kendi alanlarında yaptıkları iş konusunda hakkını vermemek, onca yıllık emeklerini yok saymak yaygın görülen egemen bir tavır. 

Nokta
Nokta

Türkiye sinemasının yakın dönemi hakkında ne düşünüyorsunuz? Ne kadar takip ediyorsunuz?

Eski ya da yeni kuşak fark etmeksizin beni kişisel dünyası, hayatta bir meselesi olan yönetmenler ilgilendiriyor. İddia taşıyan yapımları elimden geldiğince izlemeye çalışıyorum. Mesele sahibi olmak derken, Derviş Zaim gibi yönetmenleri kastediyorum örneğin. Maalesef teknik yetersizliklerin kurbanı olmuş Nokta (2008) benim için önemlidir. ‘Hamamname’ kitabımın sonundaki Noktavi inancına gönderme yapan bölümü nedeniyle aramızda izlek akrabalığı bulduğum bir filmdir. Pelin Esmer de Yeşim Ustaoğlu gibi kendi dünyasını inşa eden yönetmenlerden. Öte yandan “Tamam, sinema okulunda okumuşsun, belki birkaç klip ya da reklam filmi çekmişsin ama sahiden sen niye film çekiyorsun?” dedirten yönetmenler var. Bir dertlerinin, sinemasal bir sancılarının olmadığını görüyorum, ama varmış gibi yapıyorlar. Dünyanın her yerinde sektörün “memur yönetmenlere” de ihtiyacı var, sinema bir yanıyla entertainment nihayetinde, onları kastetmiyorum. Yerli sinemada komediye tahammül edemiyorum, onu da ekleyeyim. Keşke güzel komediler yapılsa. Hepimiz her dakika Tarkovski, Angelopoulos izlemiyoruz elbette, bazen iki kikirdemek, üç kahkaha atmak istiyoruz. Yazılarımdan belki anlaşılmıyordur ama manyak gibi aksiyon ve polisiye meraklısıyımdır. Keşke onların da iyisini yapabilsek. Demek istediğim, auteur sinemasını, entelektüel yapımları mistifiye edip de diğerlerini küçümseyen üstten bir bakışa gerek yok. Fransız sinemasından örnek vereyim: Kimi zaman bir Claude Lelouch filmi izlemeyi özlersin. Lelouch’un bir Godard olmadığını bilirsin elbet, ama Lelouch sinemasından aldığın ayrı bir keyiftir. Tüm baskıcı yaklaşımlar hazzı da tek tipleştirmek ister. Haz çeşitliliği çoğulculuğun önemli bir göstergesidir.

Sinemamızın en önemli eksiklerinden biri, yeterince belgesel film çekilmiyor oluşu. Oysa memleketin dağı taşı, dünü bugünü belgesel film malzemesi. Sinemamızın son dönem örnekleri içinde Fikret Reyhan’dan Çatlak (2020), Tufan Taştan’tan Sen Ben Lenin (2021), Selman Nacar’dan İki Şafak Arasında (2021), Tunç Şahin’den İnsanlar İkiye Ayrılır (2020) beğendiğim filmler oldu. Nuri Bilge Ceylan’ın attığı her adımı takip ediyorum. Emin Alper’in macerasındaki durakları merak ettiğim için Kurak Günler’i (2022) göreceğim. Zeki Demirkubuz’dan sarsıcı bir hamle bekliyorum. Bazı Kürt yönetmenler de bana ümit verdi son yıllarda ama el attıkları meseleler nedeniyle daha derin sulara açılamıyorlar galiba. Tayfur Aydın’ın İz’i (Rêç, 2011), Mehmet Ali Konar’ın Renksiz Rüya (Hewno Bêreng, 2017), Ali Kemal Çınar’ın Arada (2018) filmleri ümit veren iyi filmlerdi örneğin. Sevdiğim bazı yönetmenler de var ki kendi sularından çıktıklarında bocaladıklarını görüyorum. Bazen kendi konfor alanının dışına çıkmak iyiymiş gibi gelir ama iyi yüzemiyorsan fazla açılmamak lazım. Galiba müzikte olduğu gibi sinemada da prodüktör eksikliği var. The Beatles’tan Metallica’ya kadar, yol haritası çizen, akıl veren, düzenlemelere karışan çok ciddi prodüktörler vardı arkalarında. Günümüzde bu alanda bir eksiklik var galiba. Özellikle sinema gibi kolektif sanatlarda, diğer alanlardaki “iyi”lerin çok fazla farkında olmanız gerekir. Oysa Türkiye’de insanlar ahbap olarak “anlaşabildikleri” kişilerle çalışmayı seçiyorlar. 

Son zamanlarda ilgiyle izlediğim yeni oyuncular var elbet. Defne Kayalar, Cem Yiğit Üzümoğlu, Öykü Karayel çok iyiler. Ecem Erkek müthiş bir komedyen. Ahmet Rıfat Şungar’ı öteden beri çok beğenirim. Uraz Kaygılaroğlu’nun bir karakter dramında görmek isterim örneğin. Serkan Keskin hep iyi. Nezaket Erden’e daha hacimli rollerde şans tanımak gerekiyor bence. Elbette şu an aklıma gelmeyen, hatırladığımda “Eyvah onu saymayı unuttum” diyeceklerim de vardır. Bir de benim perdede en çok özlediğim yüzlerden, sinemamızın gelmiş geçmiş en iyi aktörlerinden biri olan Nadir Sarıbacak. Sinemamız için çok büyük bir kayıp.

Son olarak, bu sıralar ne üzerinde çalıştığınızdan bahsetmek ister misiniz?

Sürekli okuyup yazan, hep çalışan biriyim ben. Defterler, dosyalar dolusu malzeme var elimin altında. Bundan sonra çıkacak kitabım bir roman. Bu kez bir aksiyon filmi gibi yazdım, başka bir Murathan Mungan var bu kitapta. 90’lı yılların Diyarbakır’ı, faili meçhul cinayetler etrafında bir hikâye. Bu kitap için çok uzun zaman hazırlandım, film çekimine mekân bakar gibi tek tek romanın geçtiği şehirleri gezdim. Başkarakteri bir tetikçi; sınırlı bir iç dünyası, sınırlı bir sözcük haznesi olan biri, bu durum sürekli elini tutuyor insanın, sahaya ve sahneye sürerken hâliyle sınırlı bir malzemeyle hareket ediyorsun. Pek çok bakımdan yazarlık hayatımın beni çok zorlayan işlerinden biri oldu. Umarım değmiştir. Muhtemelen sinemacıların biraz başımı ağrıtacağı bir kitap olacak (gülüyor).


Murathan Mungan’ın ‘Işığına Tavşan Olduğum Filmler’ kitabı Metis Kitap tarafından yayımlandı.

© 2013-2022 Altyazı Aylık Sinema Dergisi / Altyazi.net'in içeriği dergi yönetiminden ve yazarlardan izin alınmaksızın kullanılamaz.