Gladyatör II: Dalgalanan Başaklar
Ridley Scott imzalı klasik Gladyatör’ün 24 sene sonra gelen devam filmi Gladyatör II, Lucilla’nın oğlu Lucius’un intikam dolu hikâyesine odaklanıyor. David Scarpa’nın kaleme aldığı senaryo, tüm ihtişamına rağmen ilk filmi tekrarlamaktan ve Maximus’un hayaletiyle uğraşmaktan öteye geçemiyor.
Tanju Baran
Gladyatör II (Gladiator II, 2024) projesi, Ridley Scott bir yönetmen olarak eski defterlerini karıştırma alışkanlığını edinmeden çok önce masada olan bir projeydi. İlk filmin elde ettiği olağanüstü başarıdan sonra yapımcılar, Ridley Scott ve Russell Crowe, hep beraber hikâyeyi nasıl devam ettirebilecekleri üzerine yoğun şekilde çalıştılar. Aslında ilk filmin sonunda Maximus ölmüş, hikâye bitmişti. Bu süreçte Maximus’un geri dönüşüne dair onlarca fikir ortaya atıldı, çeşitli senaryolar geliştirildi fakat en iddialısı Nick Cave’in internette de bir kopyası bulunan yüz üç sayfalık senaryosuydu.
Cave’in senaryosu, ilk filmin gerçekçi tavrının aksine, Antik Roma’nın mitolojik unsurlarına odaklanıyordu: Maximus, öldükten sonra öteki dünyaya ulaşır ve Araf benzeri bir yerde, bir gün önceki dövüşünden etkilenen Mordecai’yle karşılaşır. Mordecai, eşine ve çocuğuna dönmeyi arzulayan Maximus’u Jüpiter, Apollo ve Mars’ın da aralarında bulunduğu yedi Roma Tanrısına götürür. Hıristiyanlığın yükselişiyle bir kenara atılan Tanrılar; kendilerine ihanet eden bir diğer tanrı Hefaistos’u öldürmesi ve Hıristiyanlığın yayılmasını engellemesi için Maximus’u dünyaya gönderir. Öteki hayattaki bir iki günlük süreye karşılık gerçek dünyada uzun yıllar geçmiştir. Roma tahtında artık Decius oturmaktadır. Maximus’un eski aşkı Lucilla’nın oğlu küçük Lucius 25 yaşına gelmiş, Hıristiyanları vahşice katleden eli kanlı bir generale dönüşmüştür. Maximus, Mortdecai’den öldürülen oğlu Marius’un da yaşadığını öğrenir. Maximus’un eşi, Elysium cennetindeki yerini feda ederek oğullarının yaşamasını sağlamıştır. Ölümden kurtulan Marius da Hıristiyanların önderi tarafından evlat edinilmiş ve koyu bir Hıristiyan olarak yetiştirilmiştir. Yaşama döndükten hemen sonra Tanrılar tarafından kandırıldığını fark eden Maximus, Hıristiyanların tarafına geçer ve Roma’ya karşı savaşır. Maximus’un taraf değiştirmesi, Pantheon’daki Tanrıları öfkelendirir ve Maximus’un öteki dünyaya gelişi sonsuza dek yasaklanır. Dünyaya mahkûm bir ölümsüze dönüşen Maximus, birkaç yüz kişilik Hıristiyan grubuyla, başında Lucius’un yer aldığı Roma askerleriyle çarpışır. Muharebe alanında Maximus ile Lucius karşı karşıya gelir, Maximus küçük Lucius’u öldürmek istemez fakat oğlu Marius, bir okla Lucius’u öldürür. Hikâye bu şekilde biterken, senaryonun son sayfalarında, film şeridi gibi Maximus’un bundan sonraki yolculuğu aktarılır. Maximus Haçlı Şövalyelerine katılır, Dünya Savaşlarında yer alır, Vietnam’a gider ve en sonunda kendisini Pentagon’da, etrafındaki adamlara “Nerede kalmıştık?” diye sorarken görürüz.
Nick Cave’in senaryosunu detaylıca yazmamın tek bir sebebi var: Akıllara zarar, iler tutar yanı olmayan, ilk filmin tam zıttı bir noktada durarak Maximus’u Hıristiyanlığın koruyucusuna dönüştüren ve tüm bunlar yetmiyormuş gibi Roma İmparatorluğu’nu ABD’yle eşleştiren absürt senaryo bile Ridley Scott ile David Scarpa’nın Gladyatör II’de önümüze koyduğundan evladır.
Hepimizin bildiği gibi, Gladyatör II bir türlü çekilemedi, ta ki günümüze kadar. Aradan geçen çeyrek asırda Russell Crowe iyice yaşlandı, dolayısıyla Maximus’un gençliğini anlatmak veya kendisini öteki dünyadan geri getirmek gibi fikirler masadan kalktı. Gladyatör (Gladiator, 2000), etiyle tırnağıyla Maximus’un öyküsüydü. Evet, filmin arkasında bir “Roma ideali” yatıyor, her çağa uyarlanabilecek tiranlık eleştirisi var, “kayıp cennet” alegorisi de kuvvetli. Hatta daralttığımızda baba-oğul-kardeş üçgeni üzerinden kadim kıskançlık meselesine veya “ev neresidir” gibi felsefi bir noktaya çekebiliriz lakin tüm bunların merkezinde Maximus yer alıyor, her şey onun varlığıyla anlamlı. Maximus’un olmadığı bir Gladyatör filmini hayal etmek dahi çok güç. Ridley Scott ve senarist David Scarpa ikilisi, devam filmini yaratırken bu hakikatten yola çıkmışlar. Buldukları çözüm de Maximus’u dolaylı yollardan geri getirmek ve bir örümcek gibi ilk filme sıkı sıkıya sarılmak olmuş. İşe de Lucius’u, yasak bir aşkın meyvesine ve Maximus’un oğluna dönüştürmekle başlamışlar. Maximus geri getirilemediğinden Lucius’tan ikinci bir Maximus yaratmak devam filminin ana gayesi. (Belki de Paul Mescal’in Roma imparatorlarını andıran görünüşü de ekibi teşvik etmiştir.) Bu noktada, karşımızdaki eserin kendine özgü bir senaryosu olmadığını belirtmek lazım. Gladyatör II bir “dejavu filmi”. Perdeye “ben bu filmi daha önce izledim” hissiyle bakıyorsunuz – ki zaten bu filmi daha önce izlediniz. Bütün olay örgüsü ilk filmin kopyası, Maximus’un düşüş ve yükseliş öyküsünü bu defa, yine gladyatör olarak, Lucius yaşıyor. Roma tahtının etrafında dönen entrikalar da benzer.
Aslında, Gladyatör II’nin bizzat içinde, kendine özgü bir yol çizebileceği, ilk filmden farklılaşacağı damarlar var. Senaryo yapısı olarak sinema filminden ziyade çizgi roman evrenine yakın duruyor. ‘Roma Kartalları’, ‘Swords of Rome’, ‘Pax Romana’ gibi Roma dünyasında geçen ünlü çizgi romanlar gibi hikâyesini kalın sahnelerle, abartılı tonda ve nüanssız aktarıyor. Sahneleri çizgi roman karesi gibi dolu dolu, zengin bir fona sahip. Gladyatör II’nin başarılı görsel dünyasının arkasında sıkı bir dönem betimlemesi var. Çizgi romanlardaki gibi tarihi gerçekliği eğip bükme “hadsizliğini” de gösteriyor: Birçok izleyicinin tepkisini çekse de köpek balıklarıyla dolu, gemilerin çarpıştığı, olağanüstü su arenası sahnesi; kılıç sandalet filmlerinin bile kalkışamayacağı, Nick Cave’in dahi düşünemeyeceği kadar cesurca. Lucius’un arenalardaki yolculuğu veya ikili imparatorlar Geta ile Caracalla’nın dünyası “prestijli” bir filmin kaldıramayacağı ucuzluklarla dolu. Gladyatör II, ilk filmi tekrarlamak ve Maximus’un hayaletiyle uğraşmak yerine bu yoldan gitse belki çok başka lakin çok daha iyi bir şeye dönüşebilirmiş. Bu haliyle, devam filmi görünümünde bir remake izliyormuşuz ya da iyi çizilmiş fakat kötü yazılmış bir çizgi roman okuyormuşuz hissi uyandırıyor sadece.
İlk Gladyatör’ü sadece tek bir karaktere değil, tek bir sahneye, kareye indirgemek de mümkün: Maximus’un dalgalanan başakların arasında dolandığı an. Öyle kuvvetli bir sahne ki, sadece ilk filmin ruhunu yansıtmakla kalmıyor, devam filmini de şekillendiriyor. Gladyatör II de buğday karesiyle açılıyor, dalgalanan başaklarla kapanıyor. Nick Cave’in çekilmemiş senaryosunda da Maximus’un elleriyle başakları okşarken eşine ve çocuğuna baktığı bir görüntü var. Sinema dünyasının ikonik anlarından biri. (Öyle ki bir dönem sinema dünyası, Terrence Malick ve Maximus yüzünden dalgalanan başaklar sendromuna yakalanmıştı.) O sahne, filmin kendi evreninin ötesinde, film yapım sürecine dair özel bir anlam da taşıyor. “O eli ben çektim” diyor Ridley Scott. “Russell İtalya’ya gelmemişti, dublörü vardı. Çekim arasında herif buğday tarlasında dikilmiş sigara içiyordu. Gidip ‘Çık tarladan, dalga mı geçiyorsun?’ dedim. Yaz ortasıydı, her yer kupkuruydu. ‘Ah, özür dilerim’ dedi. Tarladan çıkarken eliyle ‘o şeyi’ yaptı. ‘Dur orada’ dedim, ‘Steadicam’i getirin’. Eli takip ettik, şaka yapmıyorum.”
Gladyatör’e dair en sevdiğim anekdot; filme ruhunu veren o sahnenin, kâğıt üstünde yazılmış olarak değil, setin son gününde, tamamen tesadüf eseri çekilmiş ve kurgu sürecinde keşfedilmiş olması. O el, Russell Crowe’a ait bile değil. Hattâ Crowe, o elin kullanılmasına şiddetle karşı çıkmış ve sahnenin güzelliğini görünce kendi eli olmadığı için acıyla kükremiş. Kurgu sürecinde yavaş yavaş ön plana çıkan ve filme şeklini veren bir temaya dönüşen “dalgalanan başaklar”, Gladyatör II’de eksik olan şey. Filmin kendi tarlasını, dalgalanan başaklarını ve elini bulması gerekiyordu çünkü ölümsüzlüğe giden yol oradan geçiyor. Çeyrek asır, ilk filmi tekrarlamak için ne kadar uzun bir süreyse, o eli bulmak için de bir o kadar kısadır belki de.