Şu An Okunan
This Much I Know To Be True: Bir Önemi Olan Hikâyeler

This Much I Know To Be True: Bir Önemi Olan Hikâyeler

This Much I Know To Be True

Yönetmenliğini Andrew Dominik’in üstlendiği This Much I Know to Be True, uzun yıllardır beraber çalışan Nick Cave ve Warren Ellis’in sanatsal üretimlerine odaklanıyor. Genel olarak performanslar üzerine kurulu belgesel, içine kattığı gündelik sohbetlerle bilhassa Nick Cave’in üstlendiği hikâye anlatıcılığına dair nadide alanlara açılıyor.

Geçtiğimiz hafta Karen Dalton’ın hayatına odaklanan Karen Dalton: In My Own Time (2020) belgeselini izlerken filmde röportaj katılımcısı olarak yer aldığından habersiz olmama rağmen Nick Cave‘i görünce çok da şaşırmadım. Cave’in Dalton’a duyduğu hayranlıktan da bihaberdim ancak iki müzisyenin de eserlerini seven bir dinleyici olarak aradaki bağlantıyı olabildiğince mümkün ve doğal buldum bir anda. Bu bağlantıya yazıda daha sonra değineceğim ama önce filmden bahse değer gördüğüm bir alıntıyla başlamak istiyorum. Cave filmde, Dalton’ın ‘Something On Your Mind’ını ilk kez duyduğunda ne kadar etkilendiğini anlatırken içinde bir şeylerin kıpırdadığını ve şarkıyla birlikte müziğe bakışının değiştiğini dile getiriyordu. Dalton’ın müziğini, kimsenin yalnızca duymakla yetinemeyeceği, dinleyicisini mutlaka içine çeken bir büyüye sahip olan ‘insan elinden çıkmış’ nadir bir başarı olarak tanımlayıp hemen ardından ekliyor: “Sanırım Bad Seeds ile birlikte yıllardır hâlâ o şarkıyı yazmaya çalışıyorum.” Amerikan folk müziğinin, icra edenlerini pop yıldızına dönüştürdüğü 1960’lı yıllarda kendi yolunu çizip hiçbir zaman yıldız olmadan (müzisyenler başta olmak üzere) tüm ülkeye namını salmış çok özel bir isim Karen Dalton. Bu yazıyı ondan bahsederek açmamın sebebi de, Cave’in onun hakkında söylediklerinin Cave’in kafasının içindeki yaratım mekanizmasını anlamak için önemli olduğunu düşünmem esasında.

Yeryüzü üzerinde izler bırakıp ölmeye devam eden bir canlı olarak insana, insanın doğasına ve neden önemli olduğuna dair duyduğu merakın en saf göstergelerinden biri de burada saklı Cave için. Var olduğu süre boyunca hikâyeler anlatan, mitler yazan ve ilahi olanı yaratarak kendini fanileştiren bu zavallı canlıların aslında tabiat içinde bir önemi olduğuna inanmaya başladığını söylüyor yönetmen Andrew Dominik‘le sohbetinde. Daha önce defalarca birlikte çalıştığı Dominik’le altı yıl önce çektikleri One More Time With Feeling’in (2016) devamı niteliğindeki This Much I Know To Be True’da buna benzer içten sohbetlerin ve rutin diyalogların yer aldığı ufak sahnelere rastlamak mümkün. Ancak film, aralardaki bu tümüyle çiğ ve gelişigüzel çekilmiş vérité sahneler dışında çoğunlukla neredeyse bir müzik videosu gibi özenle tasarlanmış yüksek prodüksiyonlu canlı performanslardan oluşuyor. Cave’in uzun soluklu müzik partneri Warren Ellis ile birlikte geçtiğimiz yıl yayınladıkları ‘Carnage’ ve bir önceki yıl Nick Cave and the Bad Seeds çatısı altında çıkardıkları ‘Ghosteen’ albümlerinden parçaları icra ettikleri film, tıpkı One More Time With Feeling’de olduğu gibi ikilinin ortaklığına ve bireysel rutinlerine odaklanıyor. Ancak bu kez karşımızda üretim ve kayıt süreciyle ilgilenen bir belgesel yok. This Much I Know To Be True çok daha dağınık bir kurguyla, izleyenin hâlihazırda arka planda sahip olduğunu varsaydığı bilgilere yaslanarak, sahnelenen eserlerin neye hizmet ettiğini, yaratıcılarının üretimini nelerin tetiklediğini ve dünyaya nasıl baktıklarını anlamaya davet ediyor seyircisini.

This Much I Know To Be True

Yaban Güllerinin Yetiştiği Yer

Yazının başında bahsini geçirdiğim Dalton belgeselinin üzerine This Much I Know To Be True’da da Cave’i nelerden ilham aldığından ya da neler üzerine kafa yorduğundan bahsederken görünce kendimi bir izleyici olarak kolayca filmin odağına çekilmiş buldum. Şarkı yazarlığı ve performans tarzıyla her zaman bir anlatıcı rolünü oynayan Nick Cave’in folk müzikle kurduğu ilişki oldukça organik bir bağa sahip. Bu anlatıcı kimi zaman yoldan geçen bir şahit, kimi zamansa günah çıkarma kabinine içini döken bir ölümlü karakterine bürünmüş olabiliyor. Öznesini, yöntemlerini, tonunu değiştirse de özünde tüm folk şarkı yazarları gibi her zaman bir hikâye anlatıyor. Bir cinayetin, bir denizcinin, bir ağacın, bir prensin, bir pezevengin, çocuğunu kaybetmiş bir annenin ya da şeytanın hikâyesi olabilir anlatılan. Tüm bu hikâyeler ve biriktikleri yer, Cave’in her alandaki üretiminin temelini oluşturuyor. Aralara giren gündelik muhabbetler, film boyunca performanslarını izlediğimiz şarkıların hangi motivasyonlarla üretildiğine ve neden anlatılmak üzere seçilmiş hikâyeler olduklarına işaret ediyor.

Nick Cave, 2015 yılında bir kaza sonucunda 15 yaşındaki oğlu Arthur’u kaybetmesinin ardından başlattığı açık mektup temalı bloğu ‘The Red Hand Files’ aracılığıyla dünya üzerinde hiç tanımadığı binlerce insanın gerçek hikâyelerine doğrudan ulaşmaya başlamıştı. Sınırlamasız, kuralsız bir şekilde “herhangi bir şey sorun” başlıklı basit bir tasarımdan oluşan web sayfasında dünyanın her ucundan kendisine yöneltilen soruları yanıtlamayı sürdüren Cave aynı zamanda birçok insanın en özel hislerine ortaklık ediyor. Filmde yönetmen Dominik’e buradan birkaç örnek okuyup bu çok özel soruları yanıtlamanın sorumluluğuna da değiniyor. Tıpkı şarkılarındaki gibi akıl verici tondan uzak bir üslupla ne bir vaizi ne de bir şifacıyı oynayarak basit bir mektup arkadaşlığı yapıyor. Özellikle son on yıl içerisinde yaşadıklarının kendisini nasıl değiştirdiğini anlatırken de kendisini artık evli ve çocuklu bir müzisyen ve yazar olarak görmediğini, müzikle ve edebiyatla uğraşan bir baba ve koca olarak tanımladığını dile getiriyor. Bu, Dalton’ın sahip olduğu duru personayla da örtüşürken aynı zamanda hem hayata hem de müziğe karşı değişen bakış açısını ve dinlediğimiz şarkıların üzerindeki saf duyguyu biraz daha açıklıyor. Dalton’ın o şarkısında dinleyici olarak Cave’e ulaşan saf hissi yakalamanın yolu bu hikâyelerden geçiyor belli ki. Zaten hem Bad Seeds ile hem de diğer projeleriyle son yıllarda ürettikleri eserlere bakıldığında bu saflığın arayışında olduğunu görmek çok zor değil. Hatta Warren Ellis’in bir sahnede Emily Dickinson’ın ‘Herbarium’unun özel bir baskısını kameralara gösterirkenki heyecanı da bu ‘insan elinden çıkmış’ kırılgan nadideliğe duyulan tutkuyu ispatlar nitelikte.

This Much I Know To Be True

Bir Kez Daha

Filmin içinde de en etkileyici performanslardan biri olarak yer alan ‘Hollywood’ isimli 14 dakikalık baladın son kısmında Buda öykülerinden Kisa’nın hikâyesini anlatıyor Cave. Bebeğinin ölümünü kabul edemeyen bir anne Kisa. Yardım istediği köylüler artık durumu kabullenip bebeği ormana defnetmesini söylüyorlar. Onları dinlemeyip Buda’ya gittiğindeyse Buda ona köye gidip içinde kimsenin ölmediği her evden beyaz hardal tohumları toplayıp getirmesi hâlinde bebeğini hayata döndüreceğini söylüyor. Köye dönüp kapı kapı dolaşan Kisa içinde vefat gerçekleşmemiş tek bir hane bile bulamayınca ağlayarak bebeğinin ölümünü kabulleniyor. Hikâye, koro vokallerin “Herkes birini kaybediyor,” nidalarıyla sonlanıyor. Küçük oğlunun ölümünün ardından blogu aracılığıyla onunla benzer acıları yaşamış binlerce insanla hikâyelerini paylaşan Cave’in bu öyküyü anlatmayı tercih etmesi tabii ki tesadüf değil. Acının, kaybın, pişmanlığın ya da bir şeylere inanma ihtiyacının yer aldığı bunca hikâyenin ve bunca insanın yeryüzü üzerinde bir anlamı olmalı ona göre. Kendi kaybının yasını, kenara çekilmeden, üzerine giderek ve işlerine yayarak yaşayan Cave için her insan ve hikâyeleri bir şey ifade ediyor. İcra edilen sanat eserinin de o özel anlamlara dokunabilmesi ve onları uyandırabilmesi gerekiyor. One More Time With Feeling’in ardından bir kez daha bu üretimin kaynağına inmeye çalışan Andrew Dominik, This Much I Know To Be True’da daha olgun bir kurguyla daha yalıtılmış bir sonuca ulaşıyor. Pandemi sırasında Nick Cave’in kendisinin çektiği Idiot Prayer: Nick Cave Alone at Alexandra Palace (2020) gibi bu da bir canlı performans filmi dışarıdan bakıldığında. Ancak net bir belgesel tonu ortaya koymadan ya da yapım süreci röportajlarına ihtiyaç duymadan bir sanatçının yaratımına nelerin ne derecede etki ettiğini en duru hâliyle ortaya koyabilmesi en takdir edilesi özelliği. Bir noktada Cave ve Ellis’in hikâyelerinden çıkıp acıyla baş etmek ve onu sanata dönüştürmek üzerine bir filme dahi dönüşebiliyor hatta.

Filmin dışında ancak filmle bir o kadar ilgili bir haberi de bu yazıya dâhil etmek gerekiyor sanırım: Bu seneki Berlin Film Festivali’nde gerçekleşen prömiyerinin hemen hemen üç ay sonrasında Nick Cave bu kez büyük oğlu Jethro’nun vefat haberini duyurdu. Bir kez daha aynı acıyla sarsılan Avustralyalı yıldız için herkesin hikâyesi ne kadar anlam ifade ediyorsa onun hikâyesi de dünyanın her ucunda sanatıyla ulaştığı herkes için çok şey ifade ediyor. Bir kez daha, hissederek…

Bu yazıyı, filmi izlerken de hep kendisini düşündüğüm, Nick Cave’i çok seven ve en son ‘Ghosteen’ albümünü dinleyebilen kuzenimin anısıyla bitirmek istiyorum: “Herkes birini kaybediyor.”


This Much I Know To Be True, MUBI Türkiye’de izlenebiliyor. MUBI’nin Altyazı okurlarına özel kampanyasıyla 30 gün boyunca MUBI’ye ücretsiz erişim sağlayabilirsiniz.

© 2013-2022 Altyazı Aylık Sinema Dergisi / Altyazi.net'in içeriği dergi yönetiminden ve yazarlardan izin alınmaksızın kullanılamaz.