Şu An Okunan
39. Münih Film Festivali İzlenimleri

39. Münih Film Festivali İzlenimleri

23 Haziran – 2 Temmuz tarihleri arasında gerçekleşen 39. Münih Film Festivali çeşitli Almanya yapımlarının dünya prömiyerlerine ve yılın merakla beklenen kimi filmlerinin Almanya’daki ilk gösterimlerine ev sahipliği yaptı.

Berlinale’den sonra Almanya’nın ikinci büyük uluslararası film festivali olan Filmfest München, bu yıl 23 Haziran – 2 Temmuz tarihleri arasında gerçekleşti. Pek çok diğer etkinlik gibi son iki yıldır pandemiden ciddi şekilde etkilenen Münih Film Festivali, 39. yılında tekrar alışıldık formatıyla ve kalabalık bir programla izleyiciyle buluştu. Ben de daha önce birkaç defa basın akreditasyonuyla takip ettiğim festivale bu sefer FIPRESCI (Uluslararası Sinema Yazarları Federasyonu) jürisi göreviyle katıldım.

FIPRESCI jürisi Münih Film Festivali’nde ‘Yeni Almanya Sineması’ başlıklı bölümde gösterilen yapımları değerlendiriyor. Bu yıl söz konusu bölümde hepsi dünya prömiyerini yapan on beş yeni film yer almaktaydı. Festivalin Almanya sineması seçkisinde çeşitliliği mümkün olduğunca öne çıkartan bir program hazırladığının altını çizmek gerek; kurmaca filmler ile belgeseller, ilk filmini çeken genç yönetmenler ile ustalar bir aradaydı. Üç kişilik jürimizin kararı da bir belgeselden yana oldu: Claudia Müller’in yönettiği Elfriede Jelinek: Die Sprache von der Leine Lassen. Daha önce televizyon için pek çok portre belgeseli çeken Müller, ilk sinema filminde yaratıcı bir belgesele imza atmış. 2004 yılında Nobel Edebiyat Ödülü’nü kazanan ama agorafobisi nedeniyle törene katılamayan Avusturyalı yazar Elfriede Jelinek, kendi ülkesinde muhafazakâr kesimden gelen tepkiler ve karalama kampanyaları sonrasında iyice göz önünden çekilmişti. Müller ise Jelinek’in kamera önüne geçmeme ve yeni röportajlar vermeme yönündeki tavrını, belgeseli için biçimsel bir forma dönüştürmüş. Bu belgesel neredeyse sadece arşiv görüntülerini kullanarak, gerçekten etkileyici bir kurgu ve çok iyi hazırlanmış bir izlekle Jelinek’in hayatını, bir yazar olarak ele aldığı temaları, ülkesiyle ilişkisini, yarattığı tartışmaları hemen hemen eksiksiz şekilde seyirciye aktarıyor.

Distopya Olarak Film Seti

The Ordinaries

Müller’in belgeseli dışında bu bölümde öne çıkan birkaç filmden daha bahsetmek gerek, örneğin bu hafta da Karlovy Vary Uluslararası Film Festivali’nde yarışan The Ordinaries. Sophie Linnenbaum’un bu ilk uzun metrajı, film setini totaliter bir distopya olarak yeniden kurguluyor. Bu dünyada insanlar başroller, yardımcı roller, figüranlar veya sahneleri çıkartılanlar şeklinde kategorize edilmiş. Hikâyenin başkahramanı Paula da başrol bir baba ile figüran bir annenin “melez” çocuğu. En büyük amacı oyunculuk okulundan diplomasını alıp yardımcı rolden başrol statüsüne terfi etmek. Ancak bu macerasında aslında içinde yaşadığı sistemin gözüktüğü kadar tozpembe olmadığını anlıyor. Gerçekten yaratıcı ve eğlenceli birkaç sahneyle açılan The Ordinaries ne yazık ki akla getirdiği başka filmlerin gölgesinde kalıyor; Yaşamın Renkleri (Pleasantville, 1998) ya da The Truman Show (1998) gibi. Ancak kimi eksikleri ve sarkan yönlerine rağmen, Linnenbaum’u bu tutkulu ilk filmi için takdir etmek de lazım, kaldı ki aynı bölümdeki filmleri değerlendiren Förderpreis Jürisi de En İyi Film ve En İyi Yönetmen ödüllerini The Ordinaries’e verdi.

Yıllar önce Türkiye’de de vizyona giren Baader-Meinhof’tan (Baader, 2002) hatırlayabileceğiniz Christopher Roth’un yeni filmi Servus Papa, See You in Hell ise izleyenleri ikiye böldü. Film, ilkgençlik yıllarını tartışmalı Avusturyalı sanatçı Otto Muehl’ün (filmde sadece Otto diye anılıyor, soyadı kullanılmıyor) Friedrichshof Komünü’nde geçiren ama daha sonra ayrılmayı başaran Jeanne Tremsal’ın anılarına dayanıyor ve zamanında çok tartışılan, komün içerisindeki sistematik psikolojik ve cinsel tacizi konu alıyor. Açıkçası Roth’un filmi çarpıcı imgeler ve ilginç fikirler içermekle beraber, bu travmatik olayı bir gençlik filmi ya da büyüme hikâyesi tonunda anlatırken tacizin ağırlığını seyirciye geçiremiyor ve yer yer naif kalıyor.

Seçkide ustalar da vardı demiştim. Kuir sinemanın efsane isimlerinden Rosa von Praunheim bu yıl seksen yaşına giriyor ve yeni yaşını uzun zamandır üzerinde çalıştığı yeni filmiyle kutluyor. Münih’teki prömiyerinde beklendik şekilde ilgi gören Rex Gildo: Der Letzte Tanz, filme adını veren ünlü schlager şarkıcısının belgesel ve kurmacayı harmanlayan biyografisi. Gizli eşcinsel olup olmadığı sorusu yıllar boyunca basını meşgul eden Rex Gildo, hayattayken bu söylentilere cevap vermemişti. Rosa von Praunheim ise filminde aynı soruyu Gildo’nun yakın arkadaşları ve meslektaşlarına soruyor. Bu röportajlar ve arşiv görüntülerine, yeniden canlandırmalar ve kurmaca sahneler eşlik ediyor. Her ne kadar von Praunheim’ın eski belgesellerinin yaratıcılığı ve cesaretinin çok uzağında kalsa da Almanya’nın popüler kültüründeki çok önemli bir figürle ilgili görece ilginç bir film olmasıyla izleniyor Rex Gildo: Der Letzte Tanz.

Diğer Bölümler

Aftersun

Festivalin televizyon filmlerine ayrılan bölümünden Gesicht der Erinnerung’a bir not düşmek gerek. Dominik Graf geçen yılın en iyi filmlerinden Fabian veya Bok Yoluna Gitmek’ten (Fabian oder Der Gang vor die Hunde, 2021) sonra SWR için garip bir aşk hikâyesi çekmiş. Başkarakteri kadın olan bir Ölüm Korkusu (Vertigo, 1958) uyarlaması demek ya da Fabian’ın kurgusundaki Roeg etkisini hatırlayarak Bad Timing’e (1980) benzetmek mümkün… Oyunculuk ve senaryo açısından aksayan taraflarını görmemek imkânsız ama yine de dikkate değer bir film Gesicht der Erinnerung.

Ödüllere gelirsek… Festivalin CineMasters yarışmasının kazananı Hirokazu Koreeda’nın Broker’ı oldu. Alternatif aile ve koşulsuz iyilik gibi klasik Koreeda temalarını barındırsa da kendi adıma Broker’da yönetmenin kendini fazlasıyla tekrar ettiğini ve bu derece naifliği itici bulduğumu söylemeliyim.

Tıpkı Broker gibi ilk gösterimi Cannes’da gerçekleşen Aftersun ise festivalin CineVision yarışmasında ödüle layık görüldü. Münih’te iki defa izlediğim Aftersun benim için şimdiden yılın en iyilerinden. Charlotte Wells ilk uzun metrajında gösterişçilikten uzak, belki hemen göze çarpmayan ve detayların arasına gizlenmiş ama finale doğru giderek büyüyen duygusal etkiyle birlikte kendini hissettiren müthiş kontrollü ve kendinden emin bir yönetmenlik sergiliyor. Gerçekten son yılların en iyi keşiflerinden birisi.

Festivalin son yarışmalı bölümü CineRebels’ın kazananıysa Mira Fornay’in yönettiği Cook F**k Kill oldu. Ne yazık ki Fornay’in filmini göremedim ama aynı bölümden João Pedro Rodrigues’in Fogo-Fátuo’sunu övmeden geçmem mümkün değil. Rodrigues “müzikal bir fantezi” diye tanımladığı yeni filminde iklim değişikliğinden sömürgeciliğe uzanan bir dizi temayı, son derece yaratıcı bir sinema dili ve mizahla ele alıyor. Gerek içeriği, gerekse biçimsel çabalarıyla cesur, gerçek anlamda kuir bir film. Umarım yakın zamanda Türkiye’de de izleyiciyle buluşur.

© 2013-2022 Altyazı Aylık Sinema Dergisi / Altyazi.net'in içeriği dergi yönetiminden ve yazarlardan izin alınmaksızın kullanılamaz.