Şu An Okunan
Il Cinema Ritrovato İzlenimleri

Il Cinema Ritrovato İzlenimleri

Bologna’da bu yıl 26 Haziran – 3 Temmuz tarihleri arasında düzenlenen Il Cinema Ritrovato, klasiklerin ve bugün yeterince bilinmeyen cevherlerin ağırlıkta olduğu zengin programına rağmen alışılageldik festival koşturmacasından uzak, “Akdeniz ruhu”nun hâkimiyetinde bir deneyim sundu.

Can Sungu

Bu sene 36. kez düzenlenen Il Cinema Ritrovato festivali, sinema tarihine ilgi duyanları ve eski filmleri yeniden keşfetmeye meraklı izleyicileri her sene olduğu gibi İtalya’nın Bologna şehrinde bir araya getirdi. Film restorasyonu alanında dünyanın önde gelen kurumlarından Cineteca di Bologna’nın organizasyonuyla gerçekleşen, dokuz günde toplam 397 filmin gösterildiği festival, şehir merkezindeki sekiz farklı mekânda konumlanıyordu. Filmler gün boyu klimalı sinema salonlarında, akşam da kısmen açık havada seyirciyle buluştu. Böylelikle festival takipçileri, bu yaz Avrupa’da etkisini hissettiren aşırı sıcaklardan kaçmak için belki de en iyi yolu bulmuş oldular. Koronavirüs salgını sebebiyle iki senedir kısıtlamalarla gerçekleşen festival, bu sene seyahat engellerinin de kalkmasıyla yeniden tam kapasiteyle çalışıyordu. Bunda festivalin son iki senede devreye soktuğu çevrimiçi programını askıya almış olmasının da payı olsa gerek. Pazar odaklı olmayan ve sinemada film izleme deneyimini merkezine koyan böyle köklü bir festival için çevrimiçi programlar hiçbir zaman festivalin gerçek ruhunu yansıtamayacak gibi görünüyordu zaten. Bu konudan şikayetçi olana da rastlamadım doğrusu. Uzun süredir sinema salonlarından uzak kalmış uluslararası bir kitlenin festivali bir sinemadan öbürüne koşarak büyük bir ilgi ve şevkle takip etmesinden, filmlere girebilmek için bazen uzun kuyruklarda beklemesinden anlamak mümkündü bunu.

Il Cinema Ritrovato, aceleye getirmeden keyfini çıkartabileceğiniz öğle ve akşam yemekleriyle, kahve ve aperitif molalarıyla alışageldik festival maratonlarından biraz ayrışıyor. Yoğun programına rağmen festival telaşının pek hissedilmediği, biraz Akdeniz ruhu taşıyan bir festival olduğunu söyleyebilirim. Sıcaktan bunaldığınızda gölgedeki bir merdiven köşesinde dinlenmek ve film aralarında kısa sohbetler edebileceğiniz birilerini bulmak her zaman mümkün. Festivalin Bologna şehri için önemiyse büyük: Öyle ki şehrin en merkezî meydanlarından Piazza Maggiore’de kurulan açık hava sinemasında festival boyunca her akşam yüzlerce kişi neredeyse 15 metrelik bir perdede sinema deneyimi yaşamak için buluşuyor. Daha çok klasiklerden oluşan bu program sayesinde koca bir meydan sadece festival ziyaretçilerinin değil, Bolognalıların ve şehri gezen turistlerin de hava karardıktan sonra içkilerini ve kumanyalarını alıp toplandığı bir şölene ev sahipliği yapıyor. Bu seneki açık hava programında Bertolucci’nin Konformist’i (Il Conformista, 1970), Douglas Sirk imzalı Aşk Rüzgârları (Written on the Wind, 1956) ve Stanley Donan ile Gene Kelly’nin Yağmur Altında’sı (Singin’ in the Rain, 1952) gibi klasiklere yer veriliyordu. Ben de bu sene burada sessiz film döneminin korku klasiği Nosferatu’yu (1922) Bologna Belediye orkestrasının müziği eşliğinde izleme şansını elde ettim.

Yugoslav Sinemasına Bakış

Dokuzuncu Bölge

Önceki edisyonlarında ‘Hint Paralel Sineması’, ‘Tehran Noir: Samuel Khachikian Gerilimleri’ ve ‘Kore Yeni Dalgası’ gibi özel seçkilerini ilgiyle takip ettiğim festivalde bu sefer en çok küratörlüğünü Mina Radovic’in üstlendiği ‘Gerçeği Söyle: Yugoslav Sinemasına Bir Bakış’ seçkisi dikkatimi çekti. İkinci Dünya Savaşı sonrası kendine özgü bir ulusal stüdyo sistemi temelinde yeniden yapılanan Yugoslavya sinemasından her zaman izlenmesi mümkün olmayan filmleri bir araya getiren (ve filmlerin çoğunun 35mm kopyasından gösterildiği) bir programdı bu. Bazen sosyal gerçekçiliğe bazen de Fransız Yeni Dalgası’na yakın duran bu filmler savaş sonrası kendini tanımlamaya çalışan, çok etnisiteli ve sosyalist Yugoslav kimliğini sorguluyor ve siyasi eleştiriden çekinmiyorlardı. Seçkideki en etkileyici filmlerden France Štiglic imzalı Dokuzuncu Bölge (Deveti Krug, 1960) Yugoslav sinemasında Holokost’la hesaplaşan ilk film olarak biliniyor. Film ilk bakışta “Holokost hesaplaşması” diyebileceğimiz ve Avrupa sinemasından da aşina olduğumuz bu alttürün sıradan bir örneği gibi gözükse de ciddi bir özeleştiri yapma niyetinde olduğunu belli eden sarsıcı bir yapım. İkinci Dünya Savaşı esnasında Zagreb’de geçen film, Nazilerle işbirliği yapan Hırvat silahlı güçlerinin ve onları destekleyen kesimlerin şehri nasıl adım adım cehenneme çevirdiğini anlatıyor. Üniversite öğrencisi Ivo, ailesinin isteği üzerine dost edindikleri Yahudi bir ailenin kızı olan Ruth’la formalite icabı evlenir. Her ne kadar Ruth’u böylelikle Nazi yanlısı rejimden koruyabileceklerini düşünseler de işler pek beklendiği gibi gitmez. Ruth da birçokları gibi toplama kampına gönderilir. Bu arada Ivo, Ruth’a âşık olduğunun farkına varmış ve onu kamptan kurtarmak için yollara düşmüştür. Filmin sonuna doğru yoğunlaşan toplama kampı sahneleriyle kasvetin ve gaddarlığın dozu artarken film de gitgide daha dışavurumcu bir estetiğe bürünüyor.

İkinci Dünya Savaşı dönemine geri dönen diğer filmlerden Arkana Bakma, Oğlum (Ne okreći se, sine, 1956) ve Üç (Tri, 1965) partizan karakterleriyle önce çıkıyordu. Arkana Bakma, Oğlum’un kahramanı Neven, Nazilerin eline düşmüş bir partizandır ve toplama kampına giden bir trenden kaçmayı başarır. Annesi ile babasının şehirdeki evlerine döndüğünde korkuyla ve baskıcı rejimin zorluklarıyla yüzleşir. İlkokul çağındaki oğlunun faşist ideolojiyle beyni yıkanmıştır ve onunla aynı yaşta çocukları olan Yahudi komşuları her gün yakalanma tehlikesi altında yaşamaktadır. Geç de olsa babasının partizan olduğunu öğrenecek ve soluksuz bir kaçış macerasında babasına eşlik etmek zorunda kalacaktır. Filmin vurucu finali, “geriye bakmanın” yıkıcılığına ve her şeye rağmen yaraları sarmanın belki de tek yolunun hatırlamaktan geçtiğine çarpıcı bir biçimde işaret ediyor. Üç ise savaşın başında, ortasında ve sonunda geçen üç ayrı kesiti tek bir karakterin ekseninde bir arada tutuyor. İlk hikâyede üniversite öğrencisi olan bu karakter masum bir adamın yargısız infazına tanıklık ederken ikinci hikâyede Nazi askerlerinden kaçan bir partizana dönüşür. Hayatta kalmayı başarınca savaşın sonunda artık rütbeli bir Yugoslav askeri olmuştur. Bu sefer bir grup Nazi işbirlikçisinin infaz edilmesinden sorumlu olacak, bir kadın tutuklunun masumiyetini ve kendi tanıklıklarını sorgulayacaktır.

Pusu

Savaş sonrası yeniden yapılanan sosyalist Yugoslavya’da yolunu bulmaya çalışan ve hayatı sorgulayan karakterler başka filmlerde de karşımıza çıkıyor. Yugoslav sinemasındaki Kara Dalga oluşumunu derinden etkilediği düşünülen Živojin Pavlović’in filmi Pusu (Zaseda, 1969) komünist ideallerle dolu genç Ive’nin küçük bir köyde geçen trajik hikâyesine odaklanıyor. Ive, yeni kurulan sisteme tüm masumiyetiyle destek verme gayesindedir ancak beklenmedik bir şekilde Stalinist, tepeden inmeci ve acımasız bir yerel yönetimle karşı karşıya gelir. Zamanla kimin iyi kimin kötü olduğunu seçemeyecek, devrim coşkusundan ziyade baskı ve kederin yön verdiği bir gerçeklikte hayatta kalmaya çalışacaktır. Jovan Živanović ve Miloš Stefanović’in Zenica’sı (1957), Bosna Hersek’te sanayinin kurulmasıyla değişen bir kasabayı merkezine alıyor. Farklı kesimlerden ve etnik kökenlerden insanlar bu kasabanın çok kimlikli dokusunu oluştururken filmin dramatik yapısını da kasabalıların kendi aralarındaki ilişkileri belirliyor. Mühendis Bora ile Belgrad’dan buraya taşınan eşi Divna, yeni geldikleri bu kasabada çalışkan fabrika işçileri Hasan ve Rajko’yla, bilge ve yardımsever Profesör’le ve seküler yaşam tarzına uyum sağlamakta zorlanan genç Müslüman kadın Emina’yla tanışırlar. Âdeta bir Yugoslavya mikrokosmosu diyebileceğimiz bu yere ayak uydurmak genç çift için tahmin ettiklerinden daha zor olacaktır.

‘Gerçeği Söyle’ seçkisine kısa filmler de dâhil edilmişti. Her ne kadar programdaki diğer filmlerle bir arada düşünmek zor olsa da, sanatsal ve anlatısal gücüyle dikkat çeken filmlerdi bunlar. Çocuklara ve çocukluğa dair bir film olan Želimir Žilnik imzalı Küçük Öncüler (Pioniri Malini, 1968) ailelerinin umursamadığı, başına buyruk yaşayan bir grup çocuğun gündelik hayatını takip ederken Dimitrie Osmanlı imzalı Bebeklerin Başkaldırısı (Bunt na Kuklite, 1957) bir kız çocuğuna ait oyuncak bebek ile bir erkek çocuğuna ait tankın çatışmasından yola çıkıyor ve bunu son derece sembolik ve bir o kadar da sürreal bir başkaldırı hikâyesine dönüştürüyordu. Bahrudin Bato Čengić’in Yüzü Olmayan Adam’ı (Čovjek bez Lica, 1961) bir heterotopya olarak hapishaneye ve mahkûmların yaşamına odaklanıyor, suç ve ceza, aile ve sorumluluk kavramlarını yer yer ahlakçı bir tona bürünen bir üst sesle sorgulamayı tercih ediyordu. Güçlü sinematografisi ve minimalist müziğiyle atmosferik bir film olan Yüzü Olmayan Adam’ın Karakepelis’in The House of Cain’ini (2001) veya Mickevičius’un Exemplary Behaviour’ını (2019) anımsatan erken dönem bir hapishane belgeseli olduğunu söyleyebiliriz.

Anti-kolonyalist Yapımlar

Cezayir Alevler Altında

Festivalde kısmen takip etme şansı bulduğum bir diğer bölüm de küratörlüğünü Cecilia Cenciarelli ve Elena Correra’nın üstlendiği ‘Cinemalibero’ydu. Geçen sene ticari sinemanın konvansiyonlarına bağlı kalmayı reddeden, basmakalıp tanımlamalara sığmayan, anaakım feminizmi sorgulayan, hattâ Üçüncü Sinema gibi kendi dönemine göre devrimci diyebileceğimiz bir manifestodan bağımsız olarak film üretmeyi tercih eden Sarah Maldoror, Sara Gomez ve Márta Mészáros’un da aralarında olduğu on öncü kadın yönetmenin filmlerini ‘Feminen ve Çoğulcu’ başlığı altında bir araya getirmişlerdi. Bu seneki seçkide bu progresif ve muhalif çizgiden sapmamışlardı belki ama programda erkek yönetmenlerin belirgin bir ağırlığı olduğunu görmek mümkündü. Benim heyecanla beklediğim iki film aynı programda yer alıyordu. René Vautier’nin Cezayir Alevler Altında’sı (Algérie en Flammes, 1958) Cezayir’in bağımsızlık savaşı esnasında Ulusal Kurtuluş Cephesi’nin (FLN) aktif katkısı ve onayıyla çekilmiş bir belgesel. Film FLN’nin Fransız ordusuna karşı verdiği mücadeleyi cepheden anlatıyor ve sempatisini gizlemediği militanlara oldukça yakın duruyor. Vautier, Fransa’nın ilk anti-kolonyalist filmi Afrique 50’yi çektikten sonra Frantz Fanon’la tanışır ve soluğu savaşın tüm sıcaklığıyla sürdüğü Cezayir-Tunus sınırında alır. 16mm çekilen filmin post-prodüksiyonu Fransa’da tamamlansa da kopyası o zaman Demokratik Almanya Cumhuriyeti’nin başkenti olan Doğu Berlin’de basılır ve Doğu Alman ulusal film stüdyosu DEFA tarafından Fransızca, Almanca ve Arapça versiyonlarıyla dağıtıma sokulur. Fransa’da ilk defa ancak on sene sonra, bir öğrenci işgali sırasına gösterilir. Hattâ Vautier bu film nedeniyle bir süre cezaevinde yatar. Programdaki diğer belgesel olan Ennio Lorenzini imzalı Eller Serbest (Les Mains Libres, 1964) de anti-kolonyalist düşünceye adanmış, Cezayir’in bağımsızlığını kazanmasından iki sene sonra çekilmiş. Filmi elli yedi yıl sonra arşivden çıkartıp “dirilten” araştırmacı Zineb Sedira, bunun Cezayir’in ilk uluslararası yapımı olduğunu ve filmin bir kopyasını Roma’daki AAMOD arşivinde bulduğunu belirtiyor. Film, hem bağımsız Cezayir’in kuruluş dönemine ait ender görüntülere yer vermesi açısından hem de sofistike bir sinemasal dili benimsemesi nedeniyle benim için güzel bir sürpriz oldu.

Gurbette

İranlı yönetmen Sohrab Shahid Saless, Batı Almanya’da yaşadığı dönemde Berlin’de çektiği Gurbette’nin (Dar Ghorbat, 1975) restorasyon galasıyla programda yer alıyordu. Saless, İran’da çektiği iki filmin ardından aslında pek de planda olmayan bir üçlemenin son filmi olarak düşünmüş Gurbette’yi. Film Batı Berlin’de göçmen işçi olarak çalışan Hüseyin’in tekdüze günlük hayatını takip ediyor. Saless’in diğer filmlerinde de kurmayı sevdiği döngüler, birbirini tekrarlayan sahneler bu filmde de karşımıza çıkıyor. Hüseyin’in fabrikada aynı makine başındaki vardiyası, paydos sonrası aynı metro hattını kullanıp aynı sokaklardan geçerek eve varması, alt katta oturan yaşlı Alman komşusunun imalı bakışları, diğer Türkiyeli işçilerle kaldığı evde akşam çayı eşliğinde sohbetler, düzenli hesabı tutulan ve biriktirilen Alman markları gibi birçok motif tekrarlanarak şiirsel bir anlatıya dönüşüyor. Filmde karakterlerin çoğu ya Türkçe ya da kırık bir Almanca konuşuyor. Ancak film sesli çekilmediği için diyaloglar sonradan dublajlanmış. Dublaj sanatçılarının acemiliğinden veya Almanca yazılan senaryonun pek incelikli olmayan Türkçe çevirisinden olsa gerek, filmin dublajını yadırgamaktan kendimi alıkoyamadım. Anadili Türkçe olanlar için filmin içine girmeyi zorlaştıran bir etken bu maalesef… Yine de daha önce sadece kötü bir VHS kasetten izleme şansı bulduğum bu filmin restorasyonlu kopyasını sinemada izlemek beni heyecanlandırdı. Saless, Almanya’da çektiği onca filme rağmen değeri pek bilinmemiş ve filmleri yeteri kadar gösterim şansı elde edememiş bir yönetmen. Batı Almanya toplumuna yönelttiği sert eleştirilerle öne çıkan Düzen (Ordnung, 1979), Utopia (1983) ve Wechselbalg (1987) gibi filmleri var. Goethe Enstitüsü’nün desteğiyle önümüzdeki senelerde en az üç filminin daha restorasyonun yapılacak olması sevindirici.

‘Cinemalibero’ya bir de kısa film programı eklenmişti. Üç muhteşem kısa filmin bir arada gösterildiği bu program Küba’nın ilk kadın yönetmeni olarak bilinen Sara Gomez’in Iré a Santiago’suyla (1964) açıldı. Gomez, özellikle Afro-Kübalı topluluğun yoğun olarak yaşadığı Santiago de Cuba şehrinin kölelik geçmişine müzik ve dansla meydan okuduğu, son derece canlı bir portresini çiziyor. Bulgaristan arşivlerinde bulunan Nevena Toševa imzalı yarım saatlik belgesel Uchiteli (1978) sosyalist eğitim sistemine içeriden bakmaya çabalayan, özeleştiri yapmaktan kaçınmayan bir film. Tamamı Sofya’daki bir okulda çekilmiş olan film, sosyalist Bulgaristan’daki müfredat ve ders işleyişi hakkında izlenim edinmenizi sağlıyor. Öğretmenler kısa röportajlarda kendi pedagojik prensiplerinden bahsederken sistemdeki eksiklikleri ve yanlışları dile getirmekten de geri durmuyorlar. İran sinemasının önemli figürlerinden yönetmen ve yapımcı Ebrahim Golestan’ın Yek Atash (1961) filmi 1958 senesinde İran’ın güneyindeki bir petrol kuyusunda çıkan ve günlerce kontrol altına alınamayan yangına dair şiirsel bir film. Yangın haberi sonrası kamera ekibini olay mahalline gönderen Golestan, topladığı ham görüntüleri kurgulaması için Ev Karadır (Khaneh siah ast, 1963) filmiyle tanıdığımız Forough Farrokhzad’ı kurgu masasına çağırmış. Böylelikle filmi ateşin gücüne ve kutsallığına dair muhteşem bir anlatıya dönüştürmeyi başarmışlar. Filmdeki yoğun ateş, neredeyse perdeden salona yansıyacak ve aralıksız çalışan klimadan üşümeye başlamış sinema seyircisini ısıtacak nitelikteydi.

‘Cinemalibero’ programında maalesef benim kaçırdığım ama aslında kaçırılmaması gereken başka mühim filmler de vardı: Cinema Novo akımının öncülerinden Glauber Rocha’nın Brezilya sinema tarihinin en önemli filmlerinden biri olarak kabul edilen Tanrı ve Şeytan Güneşin Ülkesinde’si (Deus e o Diabo na Terra do Sol, 1964), Senegalli yönetmen Djibril Diop Mambéty’nin Afrika Film Mirası Projesi (African Film Heritage Project) kapsamında restorasyonu yapılan filmleri Contra’s City (1968) ve Badou Boy (1970) ve Hint Paralel Sineması’nın temsilcilerinden Aravindan Govindan’ın Malayalam dilinde çektiği Sirk Çadırı (Thamp, 1978), zaman darlığından dolayı izleyemediğim filmler arasındaydı.

Sihirli Bir Kedi

Až Přijde Kocour

Her sene dünyanın farklı yerlerinde restorasyonu tamamlanmış filmlerin görücüye çıktığı ‘Recovered & Restored’ bölümündeki bütün filmleri takip etmek nerdeyse imkânsızdı. İzleyebildiklerim arasında beni en şaşırtan, Çekoslovakyalı yönetmen Vojtěch Jasný’nin Až Přijde Kocour (1963) filmiydi. Bu eğlenceli siyasi alegoride sihirli bir kedi başrolde. Kedi, bakışlarıyla insanları haletiruhiyelerine ve özelliklerine göre farklı renklere sokuyor. Yalancılar mora, hırsızlar griye, âşıklar kırmızıya bürünüyor. Kostüm, makyaj ve görüntü yönetmenliğinin muhteşem ortaklığıyla elde edilen bu efekt, kararında bir restorasyonla daha da şahlanmış. Kısa Karşılaşmalar (Korotkie Vstrechi, 1967) Ukraynalı yönetmen Kira Muratova’nın programda yer alan iki filminden biriydi. Film şehir ile taşra arasında geçen bir aşk üçgenini anlatırken güçlü ve sahici kadın karakterleriyle öne çıkıyor. İki kadının da âşık olduğu, sağı solu belli olmayan ama sevimli erkek karakterini efsanevi Sovyet ozanı Vladimir Vysotsky canlandırıyor ve gitarını elinden neredeyse hiç bırakmayarak şarkılarıyla filmi en az kadın karakterleri kadar sürüklüyor.

Hong Konglu yönetmen Ann Hui’nin Vietnam’dan kaçan mültecileri konu edinen üçlemesinin son filmi Tekne İnsanları (Tau Ban No Ho, 1982) da bu bölümde yakalamayı başardığım filmlerden biriydi. Film Vietnam Savaşı’nın akabinde komünist rejiminin baskısını arttırdığı ve Güney Vietnamlı mültecilerin teknelere binerek ülkeyi terk ettiği acı bir dönemde geçiyor. Japon fotoğrafçı Akutagawa, bir süredir Vietnam’da yaşamakta ve ülkedeki değişimi fotoğraflarıyla belgelemek istemektedir. Resmî otoritelerin rehberliği olmadan Ho Chi Minh şehrinde dolaşmasına pek izin verilmese de bir yolunu bulup şehrin arka sokaklarına girmeyi başarır ve burada büyük bir sefaletle karşılaşır. Bu sefalet içinde ayakta kalmaya çalışan bir aileyle zamanla yakınlaşır. Fakat bu yakınlaşma onun hem resmî makamları karşısına almasına yol açacak hem de aileyi tehlikeye sokacaktır. Tekne İnsanları’nın kahramanı Akutagawa özellikle Hollywood’dan bildiğimiz “beyaz kurtarıcı” kahramanlarını andıran ama bir tarafıyla da Yeşilçam’ın eril babacanlığını bünyesinde barındıran ilginç bir karakter. Aksiyon dozu yüksek bu filmin Çin’in Hainan adasında kurulan setlerde çekildiğini de hesaba katarsak Güneydoğu Asya-Japonya siyasi tarihi ekseninde heyecan verici okumalara zemin hazırladığını söyleyebilirim.

Bir haftaya yakın süre takip etme şansı bulduğum festival yine su gibi akıp geçiyor. İşlerim nedeniyle Bologna’dan bir gün erken ayrılmak zorunda kalırken gelecek seneki program için şimdiden heyecanlanmaya başlıyorum. Hem bolca keşif yapabileceğiniz hem de belki daha önce sinema perdesinde izleme fırsatı bulamadığınız filmleri yeniden keşfedebileceğiniz bu festivali en azından bir kereliğine yaşamanın her sinefile kısmet olmasını diliyorum.

© 2013-2022 Altyazı Aylık Sinema Dergisi / Altyazi.net'in içeriği dergi yönetiminden ve yazarlardan izin alınmaksızın kullanılamaz.