Şu An Okunan
La Casa de Papel: Öfkeliler Darphanesi

La Casa de Papel: Öfkeliler Darphanesi

Sıradışı bir soygun hikâyesi anlatan La Casa de Papel Türkiye’de duvar yazılarına kadar taşan bir popülerlik kazandı. İspanya yapımı dizi, başarısını büyük ölçüde, 2011’deki finans krizi sonrası gelişe toplumsal hareketlerle saf tutmasına borçlu. 19 Temmuz’da Netflix’te yayına çıkan yeni sezon öncesi, dizinin etki alanını hatırlayalım…

Bu yazı Altyazı’nın 184. sayısında yayımlanmıştır.

Eğer La Casa de Papel’i hiç izlemediyseniz, son zamanlarda etrafta olup biten bazı şeylere anlam veremiyor olabilirsiniz: Şehrin duvarlarından birinde, “Denver güler ve dünya birkaç dakikalığına güzelleşir” gibi yazılamalar görüyorsak, ellerinde silahlar taşıyan kırmızı tulumlu bir çiftin fotoğraflarının Bonnie ve Clyde gibi ikonikleştiğine şahit oluyorsak ya da vapurda, sokakta ‘Çav Bella’nın mırıldanıldığını daha fazla duyuyorsak, bunların hepsi bu İspanya yapımı dizinin beklenmedik şekilde ve aniden popülerleşmesinin sonucu. Soygunun ayrıntılarını gerçekçi bir şekilde planlamakla, çatışma sahnelerinden nemalanmakla işi olmadığından mıdır nedir, bu dizi bizim buralarda Anglosakson diyarlardakinden daha çok tuttu.

Sinopsisine baksanız, birkaç ters köşe yapsa da türe takla attırmayan bir soygun anlatısı sanabilirsiniz La Casa de Papel’i. Kendisine Profesör lakabını takan, dışarıdan mazbut, memuru andıran uysal bir görünüme sahip genç bir adamın tasarladığı bir soygun planı var. Yıllar boyunca tutku hâline getirdiği, içini kemiren, tüm yaşamını adadığı bir fikir daha doğrusu. Bunun için sekiz kişilik bir ekibi özenle toparlıyor. Her birine şehir isimlerinden takma adlar seçtiriyor ve onları aylar boyunca kendine has fiziksel/psikolojik eğitimlerden geçiriyor. İşin ucunda öyle büyük bir para var ki, bu soygunun altından kalkarlarsa, hiçbiri bir daha arkasına bakmayacak, karakolla, hapishaneyle sık sık kesişen hayatlarını geride bırakacaklar.

Profesör, yalnızca A, B ve C planlarını değil, bu planlarda çıkabilecek her türlü aksaklıkta girilecek yeni rotaları da en baştan çizmiş, kafasında her türlü olasılığı hesaplamış bir suç dehası. Ama suç dehası kalıbını kullanınca Anglosakson anlatılarından zihnimize kazınan sosyopat dehalar gelmesin aklınıza. Onu biraz fazla zeki ve hedefe odaklanmış bir kontrol manyağı olarak tanımlamak daha doğru olur. Böylesine takıntı derecesinde kontrolcü bir zihnin rasyonel bir makine olmasını bekleyebilirsiniz. Oysa La Casa de Papel’de başta Profesör olmak üzere tüm soyguncular (belki Berlin’i ayrı tutabiliriz) bunun tam tersi mizaçlara sahipler; görüp görebileceğiniz en duygusal soygun bu. Her soyguncu birer şehir ismi seçip, asıl kimliğini saklayarak bu işe girişse de, kişisel bilgileri paylaşmak, aşki durumlara girmek Profesör tarafından yasaklansa da, tarihe geçecek soygunu başarabileceklerine, dolayısıyla hayallerini gerçekleştirebileceklerine inanmaya başlamalarıyla birlikte, duygudan arınmış tek bir eylemleri bile kalmıyor.

La Casa de Papel’in tanıdık soygun anlatılarından en büyük farkı soygun alanını hızlıca, hedefe yönelik bir şekilde girip çıkılan bir mekân değil, her türlü dramanın hissedilen süresinin uzadıkça uzadığı, soyguncuların kendilerini acının da neşenin de kaygının da göbeğinde, dünya sahnesinin tam ortasında gördüğü bir yer olarak çizmesiyle ilişkili. Zekâ gösterilerine ve zamanla yarışa sahne olan bir soygun mekânından ziyade, hayatiyetle dolu bir drama sahnesi olarak, terk edilmeden önce her yerinde iz bırakılan bir mekân var karşımızda.

Dizinin ilerleyen bölümlerinde birinde, soyguncuların, bir nevi tersinden Stockholm sendromu yaşadığından şüphelenmeye başlıyorsunuz. Rehinelerden kopmaya, olay mahalinden çıkmaya, rehinelerle ve kendi aralarında sürekli bir drama yaşadıkları yeri terk etmeye cesaret edemiyorlar neredeyse. Olur da buradan çıkmak zorunda kalırlarsa, polisi atlattıklarında sığınmak için ilk akıllarına gelen yer yine burası oluyor: Ekibin en fevri üyesi olan Tokyo (aynı zamanda anlatıcı sesimiz), bunu dizinin ilerleyen bölümlerinde bizzat yaşıyor. Polisten kurtulduğunda, kaçıp kayıplara karışmak yerine aksiyon anlamında biraz zorlama gelen bir sahne eşliğinde soygun alanına dönmeyi başarıyor.

“Kraliyet Darphanesi’ni soyma fikrinin kendisine ait olmadığını, bir mirası devraldığını vurguluyor Profesör.”

Mekânın niteliğini bu noktada biraz daha açmak gerekebilir. La Casa de Papel (aynı zamanda Arjantinli yazar Carlos Maria Dominguez’in Türkçeye ‘Kâğıt Ev’ adıyla çevrilen romanının adı) İspanyol Kraliyet Darphanesi’ne verilen isim. Soygunun hedefi olan kurumun ne olduğu, bu dizi özelinde ayrı bir öneme sahip. Hattâ denebilir ki, La Casa de Papel’in çıkış noktası, doğrudan soyulan mekânla ilişkili. Dizinin ilk sezonunun (Netflix’in bölümlemesine göre ikinci sezonun) sonlarına doğru, soygunun beyni olan Profesör’ün açıkça dillendirdiği üzere bu soygun, 2011’deki küresel finans krizinin ardından İspanya’da gelişen Öfkeliler (Indignados) hareketini taçlandıran bir eylem olarak tasarlanıyor. Olay yerinde canlarını ortaya koyan sekiz soyguncu için, işin ucundaki milyonlarca avro somut bir motivasyon kaynağı olsa da, soygunun mimarı olan Profesör için darphane soygunu, bir anarşist olan ve soyduğu bankanın önünde polisler tarafından vurularak öldürülen babasını onurlandırmanın bir yolu. Zaten dizi boyunca, Kraliyet Darphanesi’ni soyma fikrinin kendisine ait olmadığını, bir mirası devraldığını vurguluyor Profesör.

KENDİ PARANI KENDİN BAS
Profesör, kusursuz planına karşın, ilk kuralı, yani âşık olmama kuralını kendi ihlal ettiğinden yakayı eninde sonunda ele veriyor. Onu yakalayan, bizzat soruşturmayı yöneten müfettiş, yani âşık olduğu kadın oluyor. Müfettiş Murillo onu, gözünü para hırsı bürümüş soğuk, rasyonel bir deha, gözünü kırpmadan yalan söyleyen bir zalim olmakla suçlayınca, soygunun asıl nedenini dile getiriyor Profesör: “2011’de Avrupa Merkez Bankası durup dururken 171 milyar avroyu yoktan var etti, aslına bakarsan, tıpkı bizim gibi, sadece daha çok miktarda para. 2012’de 185 milyar avro, 2013’te 145 milyar avro… O kadar para nereye gitti biliyor musun? Bankalara, darphaneden doğruca zenginlerin cebine. Adına da ‘likidite enjeksiyonu’ diyorlar.”

Televizyonların “dünya tarihinin en büyük soygunu” diye andıkları bu soygunda ise, topu topu 894 milyon kâğıt parçası basıyor bizim ekip. Profesörün dediği gibi, en azından bu para bankalara, finans sektörüne değil, “gerçek ekonomi”ye gidecek… Finans sektörünün hayalî, sanal bir ekonomi olarak kodlanması, birtakım kodamanların kendilerini daha da zengin kılmak için oyun benzeri bir alan yarattığı ve onların oyunları krize girince, faturanın yine ezilenlere çıkarıldığı fikri, 2011 krizi sırasında hem Öfkeliler hem de ABD’deki %99 Hareketi tarafından sıklıkla dile getirilen görüşlere yakın duruyor.

La Casa de Papel’in çıkış noktası bu soru: Avrupa Merkez Bankası’nın yoktan yere var ettiği kâğıt paraları biz basarsak ne olacak, onların da bizim gibi hırsız olduğu fikrine daha çok insan uyanacak mı? Sistemin değersiz kâğıt parçalarına istediği değeri yükleyip istediği kesimi ayrıcalıklı kılmaya devam ettiğine daha çok insan ayacak mı? 2011’deki finans sektörü krizi sonrasında popüler kültür ürünlerine giderek daha fazla sızan sorular bunlar. Mesela Mr. Robot, böylesi bir çağda, oyunu kendi arasında oynayan finans devlerini çökertmek için sanal ağları evi gibi kullanan üstün zekâlı bir adamın isyankâr dürtülerine bel bağlıyordu. La Casa de Papel’in eleştiriye en açık yanlarından biri, Mr. Robot gibi herkesi kapsayan, küresel bir çözüm arayışındansa, alt sınıftan soyguncuların, hayallerini gerçekleştirecek parayı kazanmalarını anlatması olarak görülebilir. Sekiz soyguncu da finans sektörünün ana oyuncağı olan parayı ve o paradaki sıfırların miktarını, hayallerinin gerçekleşmesiyle doğru orantılı olarak görüyor. Parayı alıp cennet hissi veren uzak ve sıcak sahillere kaçmak dışında bir tahayyülleri yok gibi gözüküyor. La Casa de Papel, savaşın kötü tarafının finans sektörü, siyasiler ve kolluk kuvvetleri olduğunu alenen bağırmanın yeterli olduğu hissiyle, başka türlü bir tahayyüle girişmeden, kendini kâfi miktarda isyankâr görüyor.

“Finalde, sekiz soyguncu arasında en faşizan ve narsist eğilimli olanın, kendi maşizminin parodisini kendi yaparak, kadınları ve eşcinselleri kaçış noktasına gönderip kendini barikatta feda etmesini popülizmden daha büyük bir falso olarak görmeliyiz.”

BARİKAT?
Profesör, en başından itibaren soygunculara şunu söylüyor: “Halk bizim yanımızda olacak çünkü biz kimseden çalmıyoruz!” Elbette Profesörü, hattâ dizinin kendisini, bu popülist söylemle, Öfkeliler hareketinin ruhunu kullanarak sistemin temel arzu nesnesini, yani sayılamayacak kadar çok parayı elde edip “köşeyi dönme”yi soyguncular için hedef yapması eleştirilebilir. Popülizm eleştirisinin kısmen doğru olduğu söylenebilir; fonda çalan ‘Çav Bella’, 1 Mayıs’ta doğan Moskova isimli karakter ve anarşist baba, dizinin romantizmle gözümüzü boyamasını kolaylaştırabilir hakikaten. La Casa de Papel’in de böylesi bir romantizmden tamamıyla muaf olduğunu söyleyemeyiz. Yine de, karakterlerle soygun mekânında vakit geçirdikçe, dizinin popülizminin de, safdil ve fazlasıyla heyecanlı, hayata yanlış tarafta adım atmış, kırılgan ve çabuk inanan karakterlerinin popülizme kapılması kadar kabul edilebilir olduğuna inanabiliriz. Dizinin bizim buralarda nedense daha çok karşılık bulan o tuhaf romantizmi, buna inanmamız için uygun zemini hazırlıyor.

Finalde, sekiz soyguncu arasında en faşizan ve narsist eğilimli olanın, kendi maşizminin parodisini kendi yaparak, kadınları ve eşcinselleri kaçış noktasına gönderip kendini barikatta feda etmesini bu popülizmden daha büyük bir falso olarak görmeliyiz. Dizinin neredeyse arabeske varan duygusallığı öyle bulaşıcı bir hâl alıyor ki, eleştirel reflekslerin gardı bazen düşebiliyor. Final ânı gelip de polis alt edildiğinde, soyguncular sisteme karşı bir zafer kazanmış gibi hissetmekten kendinizi alamıyorsunuz. Son sahnede, soygun alanından kılık değiştirerek çıktıklarında, eğer zarlar bu sekiz insan için farklı atılsaydı, farklı coğrafyalarda farklı ailelere doğsalardı, nasıl birer karaktere dönüşürlerdi, onu izliyorsunuz bir nevi. Ergenliği yeni kapatmış, yumuşak başlı hacker Rio, altkültür mensubu genç bir kaykaycı oluveriyor; Tokyo, şuh ve çalımlı, güzel elbiseleri içinde sokakta arz-ı endam eden bir kadın; Nairobi sokaklarda biraz rüküş, avarece dolanacak bir havai ruh; Denver ve içeride (darphanedeki rehineler arasında) âşık olduğu sekreter ise konvansiyonel bir çift.

Tokyo’nun Denver’a bir noktada söylediği gibi, “yanlış tarafta doğduysan yanlış tarafta ölüyorsun.” La Casa de Papel’in yeni sezonunun geleceğini biliyoruz. En azından şimdilik, tüm yaptıklarına karşın cezalandırılamayan bir soyguncu çetesi bahşetti dizinin yaratıcıları bizlere. Gelecek bölümlerde, artık sayılamayacak kadar çok paraları olduğuna göre, sıcak sahillere kaçmaktan başka bir tahayyülleri var mıymış göreceğiz.

© 2013-2022 Altyazı Aylık Sinema Dergisi / Altyazi.net'in içeriği dergi yönetiminden ve yazarlardan izin alınmaksızın kullanılamaz.