Mert Baykal, Osman Sonant ve Hazal Subaşı ile Sıcak Kafa Üzerine Söyleşi: Uygarlığın Laneti
Netflix özel yapımı Sıcak Kafa (2022), Afşin Kum’un aynı adlı romanından uyarlanan distopik bir mini dizi. Dizinin yaratıcısı Mert Baykal ile başrolleri Osman Sonant ve Hazal Subaşı’yla dizinin ortaya çıkış hikâyesini ve çekim sürecini konuştuk.
Söyleşi: Aslı Ildır
Netflix Türkiye’nin uzun zamandır merakla beklenen yapımlarından Sıcak Kafa, Afşin Kum’un aynı adlı romanından uyarlanmış distopik bir bilimkurgu. Dizinin yaratıcısı Mert Baykal ile başrolleri Osman Sonant ve Hazal Subaşı, Altyazı okurlarıyla distopik bir dünya yaratmak konusundaki deneyimlerini, pandemi dönemi set anılarını ve “abuklamanın” felsefesine dair fikirlerini paylaştı.
Sıcak Kafa üzerinde çok uzun bir süredir çalıştığınızı biliyorum.. Hatta salgından önce başlamış olmanız oldukça ilginç. Kitapta sizi çeken ne oldu?
Mert Baykal: Kitabın tabii ki hikâyesi harika, karakterler de. Ama beni en çok etkileyen şey aslında şu fikir: İnsanı insan yapan şey ne? Ve o neyse, elinden alındığında insan nasıl bir şeye dönüşüyor, öyle bir dünya nasıl olurdu? Dizideki gibi kulaktan kulağa iletişimle yayılan salgın bir hastalık uygarlığı yerle bir etse ne olurdu? “Abuklama” fikri bugün hayatımızda pek çok şeye gönderme yapan bir fikir. Bizim şu anki durumumuza da, insanın dünyayı getirdiği yere de çok ciddi göndermeleri var. Senaryoda bizim içine koymak istediğimiz şeylerden biri de buydu açıkçası. Yani bu uygarlığın geldiği noktada insan, doğa ve içinde yaşadığı şeyden bağımsız değil ve bu dünya, evrenin üstünde… Evrende de yalnız değiliz belki ama biz tek başımıza hareket etmeyi de aslında bilişsel yetilerimize borçluyuz zeki bir hayvan olarak. Ama o zekâ hem bir hediye hem de bir lanet olabiliyor. Bu fikir çok ilgimi çekti.
Osman Sonant: Bu tanımı heyecanla dinledim, çok güzelmiş. Mert’in dedikleri dışında ben bir de kendimi gördüm senaryoda. Kendi hayatımda da Murat gibi ne kadar pasif bir hale geldiğimi ve bunun belki Murat’ın canlandırmamda biraz yardımcı olabileceğini düşündüm. Bu fikir beni çok rahatlattı. “Oh” dedim, buldum nasıl ayağa kalkacağımı. Kendimle böyle bir bağ kurduğum için senaryo beni çok etkiledi. Bunun dışında, belki bu ülkede yapılan işlerin içinde normalde 30 bölüme uzayabilecek bir hikâyeyi sadece 20 dakika, 25 dakika, 30 dakika içinde hızlıca anlatması… Sürekli yeni bir şeyler üretmesi, hep yeni bir aks, yeni bir hikâye, yeni bir karakter. Her bölümden sonra başka bir yeni dünyaya açılıyor dizi. Bu aksiyonu, bu heyecanı, sürekli kendini yenilemesi ve kendi içindeki devinimi çok etkiledi beni.
Hazal Subaşı: Yıllardır yerli-yabancı dizi, film ve distopya izlemeyi çok seven biri olarak, bana böyle bir iş geldiğinde her şeyin ne kadar ayrıntılı bir şekilde düşünülmüş olduğunu senaryodayken bile anlamıştım. Her şeyin böyle incelikli olması, karakterlerin ayrı ayrı duygusunu hissedebilmek, karakterlerin ayrılışı, birleşimi, dönüşümleri, bilinenleri, bilinmeyenleri… Hepsi bir arada gerçekten çok etkileyiciydi. Canlandırdığım Şule karakteri dışında, ben de o dünyanın içinde olmak istedim.
O zaman distopya meselesiyle ilgili bir soru sorayım. Distopya aşırı riskli bir tür bir, özellikle Türkiye için. Çünkü çok fazla bu şekilde doğrudan distopik bir dünya kuran film ya da dizimiz pek yok. Sinemada yer yer distopik bir estetik giriyor, Emin Alper’in Abluka’sındaki gibi mesela. Ama o tip filmlerde “bu dünya çok kötü, neredeyse bir distopya” hissi var, biraz da işlevsel. Burada ise gerçek anlamıyla, kendi kuralları ve estetiğiyle yeni bir dünya kuruyorsunuz. Bence çok iyi kurulmuş bir dünya bu, üzerinde çok uğraşıldığı belli. Öte yandan dediğim gibi riskli, örneğin mekânda bir sakillik olsa, oyunculukta bir sakillik olsa… Her an çökebilecek bir yapı bu. Bu dünyayı nasıl kurdunuz ve bu derece riskli bir türe nasıl karar verdiniz?
O.S: Ben cevaplayabilirim bunu. Yani buna nasıl cesaret edildi biliyor musun? Aslında maestro burada, her şeyin tasarımcısı burada. Mert Baykal bu işin sihirli değneğidir, çalışkan çocuğudur sınıfın. Ama bir o kadar kadar doğru bir cast seçimi, yanına toplayacağı insanları o kadar iyi bilmesi de etkili. Kafasındaki dünyayı kurarken, onu kusursuz yapabilecek olduğuna inandığı insanlarla çalışması işi başlatıyor zaten. Onun dışında da herkesin gerçekten kendi karakteriyle çok fazla bağ kurduğu, hikâyeyle çok fazla bağ kurduğunu gördük. Bu da denk gelecek bir şey değil her zaman. Bence biraz tasarı bu da. Yani bir dış gözün, bütün bunlar bir araya geldiğinde neler olabileceğini hayal etmesiyle mümkün bu. O yüzden bence bu riski risk olmaktan çıkaran bir Mert Baykal var. Sonra biz de ona kendimizi teslim ettik, onun dünyasına dâhil olmaya çalıştık. Kendimizden de bir şeyler katmaya çalıştık tabii ki. Bazen katmak için ısrar ettik, boğuştuk, bazen de çok yanlış yollardan döndürüldük. Hepsini bir takım ruhuyla yaşadık. O yüzden de aslında o risk anca böyle aşılabilirdi. Bunu risk olarak görmeyen, bundan keyif alan insanlarla çalışarak…
M. B: Ben hiç risk olarak görmemiştim zaten, bir fırsat olarak görüyordum daha çok. Daha doğrusu şöyle: Distopya ya da ütopya, türün çok önemi yok aslında. Yani evet o türün şartlarını barındırması gerekiyor ama ilk önce yapmamız gereken şey iyi karakterlerle, iyi bir hikâye anlatmaktı. İyiden kastım da gerçek karakterler. Böyle bir dünyanın içinde nasıl varlar, nasıl hareket ederler, nasıl hareket etmeliler? Zaten onları oluşturmaya başladıktan sonra onlar da biraz kendileri ete kemiğe bürünüp bir yöne doğru hikâyeyi çekiyorlar ister istemez. Ama tabii, yani cüretkâr bir iş evet, fakat çok korku dolu günler geçirmedim ben açıkçası. Çünkü yapabileceğimizi bildiğim bir işe soyunduk. Hani bu bir başarı mı ya da çok önemli bir şey mi, onu da bilmiyorum. Yani öyle bakılamıyor işe, en azından ben öyle bakamıyorum. Kendi izlemek isteyeceğim, seyretmek isteyeceğim, içinde yaratıcı olarak var olmak isteyeceğim bir iş yaratmak istiyorum. Onun şartlarının da neler olması gerektiğini üç aşağı beş yukarı tasarlamak gerekiyor. Hele de işin içinde Netflix gibi bir platform ve Tims gibi bir yapım şirketi varsa, bunun şartlarını doğru oluşturmak ve iletişimini düzgün kurmak gerekiyor.
Bir yandan da biz çok iyi hikâye anlatıyoruz. Hem alışkanlığımız var, hem bu işi beceriyoruz. Ama bütçesel olarak ve tasarım olarak belki de biraz cüret etmek gerekiyor. Biz de o cüreti gösterdik. Elimize yüzümüze bulaştıracağız diye çıkmadık yola, biz iyi bir şey yapacağız ve bunun hakkını vereceğiz diye çıktık. Temellerini sağlam attık, iyi bir tasarım yaptık, ön hazırlığını çok sıkı tuttuk. Bir buzdağının ucu var aslında izlediğiniz şeyde. O buzdağının altını oluşturmak önemli, yoksa o buz batıyor bir noktada. Ve bizim buz yüzüyor şu anda, en azından benim için öyle. Ben izlediğim şeyden mutlu oluyorum, şu anda huzurluyum. Bu kolay kolay kurabildiğim bir cümle de değil. Tabii ki zorlukları vardı. Pandemide yazıyor olmak zordu. Yani biz yine buzdağını daha önce kurmuştuk ama pandemide senaryoları yazdık, ilk kapanmalarda. Sonrasında, o devam ederken sete çıktık fakat tabii pandemi de bir perspektif kattı bize. Kendimizin sağlamasını yapabilmek adına. İyi ekiplerle çalıştık. Örneğin Umur Turagay üç bölüm çekti. Aklına çok güvendiğim insanlarla bir yazı ekibi kurdum. İyi bir yapımcı, çok yetkin insanların olduğu bir stüdyo. O anlamda beraberce bir yere taşıdık hikâyenin bütününü. Ve temeli de sağlam bir kitaptı.
O. S: Biz hiçbirimiz galiba risk olarak görmedik.
Biraz da Türkiye seyircisi için demek istedim. Seyirci bu dünyayı yabancı yapımlardan tanıyor aslında, ama yerli örneği pek yok.
O.S: Türkiye’de yapılması gerekiyordu ama.
Mesela bu türü “yerlileştirmek” yabancılaştırıcı olabilirdi seyirci için. Sıcak Kafa’da ise İstanbul doğal bir şekilde distopikleşmiş. Bunu yaparken neleri referans aldınız, ilham kaynaklarınız nelerdi? Örneğin Aksaray bölümleri çok stilize ama o bile organik duruyor. Ya da şehrin farklı politik odaklara göre bölünmüş olması meselesi, Altıncı Bölge…
M.B: İşin başına bir vizyonla oturmakla alakalı sanırım. Pek çok referansım var. Yani filmlerden de var, kendi hayatımdan da var. Benim için güvenli bölgeler örneğin 1990’ların Mecidiyeköy’ü. Hatırlar mısın bilmiyorum ama yani o dünya… Bizimki tür olarak bilimkurgu olabilir ama “high tech” bir bilimkurgu değil. Biraz…
Aslı Ildır: Siberpunk gibi.
M.B: Evet… Aslında insanların bu akıllı telefonlardan falan kurtulmak isteyecekleri bir salgın var. YouTube’dan bir abuklama dinlemek istemiyorsun. Belki daha sonra göreceğiz ama… Örneğin insanların telefonları yaktığını falan da hayal edebiliyorum. O yüzden bu eski Nokia’lara dönülmüş bu dünyada da. Telekomünikasyon zaten o şirketler tarafından yapılmıyor artık. Herkes belli bir şekilde birbirine ulaşıyor ama herkeste yok telefon. Kimse birbirine “Alo” deyip bir abuklama dinlemek de istemiyor. Yani işte Özgür anlatıyor ya, Kuzey Kore hikâyesi. Bütün dünya “Salgınla Mücadele Kurumu”nun hegemonyası altında, totaliter bir sistem var. Duvarlar ören bir kurum var, bu hastalığa bir çözüm olarak insanları karantina bölgelerine atıp üzerlerine duvar çekmeyi bulmuş. Sistemi de öyle oturtmuş. Bunun üzerinden de kendi gücünü sağlamak isteyen bürokratların, güç sahiplerinin kavgası var aslında orada. Yani kendi içinde politikaları var salgınla mücadele kurumunun. O yüzden de yaptıkları bu ilk duvarla gurur duyuyorlar.
Mesela Doğu Avrupa referanslarımdan birisiydi, Soğuk Savaş dönemi Berlin’i, Moskova’sı. Duvar, betonlar, anıtlar… Salgınla mücadele kurumunun binası da hafif o duyguya hizmet etsin diye yapıldı. Ya da örneğin kurumun kolluk kuvvetlerinin hâli, tavrı… Soğuk, mesafeli ve beton bir dünya. Ama diğer tarafta da halkın her kesiminden insanın bir şekilde içinde kendini bulduğu, direnen bir organizasyon var, Artı Bir’in bölgesi. Buluntu materyallerle kurulmuş bir karargâh. Öbür tarafta da abuklama kabinleri var, testler yapılıyor. Bu tasarım hepimizin prodüksiyon tasarımcımız Zeynep Koloğlu’yla ortak istişaresi sonucu çıkan, bütünü sağlamak adına ipin ucunu hep benim tuttuğum bir süreçti. Zeynep’in işinin bittiği noktada da ben o dünyayı görsel olarak desteklemekle yükümlüydüm. Rengi de yaparken öyle, sesi yaparken de öyle, müzikler de aynı şekilde…
Sizler için bildiğiniz ve tanıdığınız İstanbul’da sanki orası bambaşka bir mekânmış gibi oynamak, distopik bir dünyaya dahil olmak nasıl bir histi?
O. S: O kadar büyük, o kadar kaliteli bir prodüksiyon var ki ortada. Ne yardımcı oyuncudan sakınan ne sokağın ortasını, bir caddeyi kapatmak konusunda çekimser davranan… Tabii pandemi de biraz yardım etti bize. Ve biz hep şey dediğimizi hatırlıyoruz: Ya evet, olsaydı böyle olurdu. İstanbul böyle olurdu.
H.S: Evet, çok detaylı düşünülmüştü her şey. Her yerde her şeyi inceledik. İnsanın içinden setteki her detaya bakmak geliyordu, öyle söyleyeyim. Mesela sokakta kulaklık satan biri vardı, ben ilk set günümde ondan çok etkilendim. Ekibin de hikâyedeki dış dünyadaki ilk set günüydü, benim de ilk set günümdü. Dışardayım, SMK (Salgınla Mücadele Kurumu) postasına mektup attığım bir sahne… Yürürken bir baktım, birisi gerçekten kulaklık satıyor. O an diyorsun ki “Evet, tüm bunlar çok düşünülmüş! Böyle bir dünya olsa gerçekten de biri orada kulaklık satacaktı ve biz de böyle satın alacaktık.” Onun dışında örneğin yerdeki SMK kağıtları, uyarılar, poşetler, abuk kıyafetleri, arabalar…
O. S: Benim için tuhaf olan bir başka şey de şuydu: Çekimlerin üzerinden birkaç ay geçtikten sonra, kapanma bitip her yer açıldığında o çekim yaptığımız yerde dolaşmak… Örneğin Murat’ın evi olmayan bir Ataköy gördüm mesela ve hiç beğenmedim o hâlini (Gülüyor). Sirkeci’de, garın orada çok şaşırdım mesela, “burası mıydı gerçekten?” diye. O kadar değiştirmişiz ki hem dekorla hem sonrasında eklenen özel efektlerle beraber, bambaşka bir şeye dönüşmüş.
Peki pandeminin arada girmesi set deneyimini ve senaryonun gelişimini nasıl etkiledi?
M.B: Dediğim gibi biz pandemi öncesi kurmaya başladık bu dünyayı ve pandemi bazı fikirlerimizin sağlamasını yaptı. Mesela şunu konuşuyorduk kendi aramızda: Bu insanlar, böyle bir hastalığın olduğu bir dünyada kulaklıklarını çıkarıp birbirleriyle muhabbet edecekler mi gerçekten? Bu benim için bir soru işaretiydi, inandırıcılık adına. Ama sonra pandemide maskeleri görünce dedim ki “Evet ya, insan böyle bir şey.” Bir de insanın en temel ihtiyacı iletişim kuruyor olmak. Susamazsın, öyle bir hastalık olsa da susamıyorsun. Bir şekilde birine bir şey anlatmak gerekiyor, ya beden diliyle ya konuşarak. Uygarlığın var olma sebebi konuşmak, dedikodu. Bu bizim için yeme-içme kadar o hiyerarşi listesinde yukarıda. İnsanların ne kadar vurdumduymaz olabildiğini görünce şu oturdu mesela kafamızda: “Evet, insanlar karşısındakinin abuk olmadığını hissedip, kulaklığını çıkarıp konuşuyor olabilir.” Abuklama da zaten öyle zart diye bulaşan bir şey değil, bir parça anlamla bulaşan bir şey. O yüzden biraz da dinliyor olman gerekiyor. Tetikte olarak biraz: “Hapşuruyor mu bu? Dur bakayım bir burnu da kızarmış” falan deyince takıyoruz o maskeyi mesela… Ya da ne bileyim metroya bindiğinde takıyorsun, kalabalık bir ortamda. Bu tarz şeyler bize pek çok şey kattı, gerçek olabilecek şeyleri gösterdi bize. İnsan bu evet, o kulaklık her zaman kulakta olmayacak. Boşluklar olacak…
O.S: Ama şey de çok güzel değil mi, site görevlisinin şöyle demesi: “Kulak açıyoruz burada.”
M.B: Değecek bir şey söyle yani…
O.S: “Kulak açıyoruz, boş konuşma” ya da “Abuk sabuk bir şey söylemiyoruz, kulak açıyoruz burada sana. Güveniyoruz yani.”
Pandemi koşullarında setteki oyunculuk deneyiminizle ilgili bir soru sormak istiyorum. Sette sürekli kulaklık takıyordunuz, set dışında da maske… Bu anlamda nasıl bir deneyim yaşadınız, zorlandınız mı?
H.S: Ben ilk kulaklığı denediğimde o ana kadar bunu hiç düşünmediğimi fark ettim. İşe geldim, okuma provası. Bir anda kostüm denerken kulaklığı da denedim ve fark ettim ki kimseyi duymuyorum. O an algıladım her şeyi. Gerçekten az duyuluyordu, aynı anda maskeler de vardı. Genelde çoğu sahnede çok fazla yardımcı oyuncu var. En abuk anımız da şuydu: Megafonla bütün bir sokağa seslendiler, tam kayda gireceğiz ve şu dendi: “Herkes maskelerini çıkarıp kulaklıklarını taksın.” Biz Osman’la birbirimize baktık ve çok yabancılaştık her şeye.
O.S: Bunu unutmayalım dedik, bu çok önemli bir andı çünkü.
Peki “abuklama”nın belli bir anlamı var mı sizin için? Mesela dizideki şu iki buluş bence çok güzeldi: Şiir ve müziğin de biraz abuklama olduğu fikri. Genel olarak abuklama sizin için nereye denk geliyor onu merak ediyorum. Bir de tabii abuklamaları yazarken nasıl yazdığınızı merak ediyorum, “yeni bir dil” mi kurdunuz? Ya da rastgele sözcükler mi sıraladınız?
M.B: Çalıştık açıkçası abuklama meselesine. İşitsel olarak çağrışımsal bir şey olmaması gerekiyor, birbirinin fonetik olarak taklidi kelimelerle değil ama kendi içinde bir şiiri de olmalı. Bazılarında, özellikle Haluk’un abuklamalarında ve birkaç farklı yerde bir yerlere gidebilecek şeyler de söylemek istedik. Tam o anda o bağlamın içinde anlamı çıkmasa da bir yere gidebilecek şeyler söylemesini istedik. Ama genel olarak şunu düşündük: Abuklayan kim, nasıl bir karakter, ne yapıyormuş, mesleği ne, jargonu ne? Atıyorum bir roman yazarı veya müzisyenle beyaz yakalı birinin abuklaması aynı olmamalı. Ne bileyim bir garson ya da komiyle bir şirketin CEO’su adamın abuklaması aynı olmamalı. Çünkü kelime dağarcıkları farklı. O yüzden de biraz abuklama yazarken şöyle bir şey yaptık: Bir havuz oluşturduk, online bir dosyamız vardı. Kim abukluyorsa, o abuklama kime aitse yazdık oraya. Atıyorum bilmem ne lokantasının şef aşçısı, bilmem ne şirketinde beyaz yakalı adam, bilmem nerede futbolcu. Bir futbolcu nasıl abuklar? İşte toptan bahseder, maçtan bahseder biraz kendi dünyasında… Ya da bir çocuk nasıl abuklar? Biraz oralarda kendimize birkaç imitasyon koyarak böyle bir dil oluşturduk. Kitaptan da, Afşin’in yaratmaya çalıştığı şeyden de faydalandık. Ama her abuk biraz kendi karakteri içinde abuklasın istedik.
Abuklamanın ne olduğu meselesine gelirsek… Günümüzün iletişimde hepimiz biraz abukluyoruz gibi bir yere de çekmek mümkün meseleyi. Aslında bizim söylediğimiz şey karşı tarafta nasıl anlam buluyor? Sonuçta konuşmak var ve onun bir deşifresi var: Duyuyor olmak. Ben ne söylüyorum, karşı taraf onu anlıyor mu? Abuklamanın derinlerine indiğinizde, aslında dinleyende büyük problem. Şu da var mesela: Abuklar kendi aralarında konuşuyorlar, hepsi bir şeyleri ifade ediyor, bir duygu var yüzlerinde. Sanki kendi diyalogları akıyormuş da artık biz deşifre edemiyormuşuz gibi.
Özellikle anne ve çocuk karakterinde bu anlam çıkıyor.
M.B: Şunu düşünüyorum ben, insan tabii ki sadece ses tellerinden çıkardığı seslerle iletişim kurmak durumunda bir canlı olmamalı. Bunun altında çok daha başka bir şey olmalı. Bir bakışla, bir şeyle, çok daha telepatik diyebileceğim bir noktada bazen hayvanların anlaştığı gibi insanların da vücut diliyle de anlaşabileceklerini düşünüyorum. O yüzden mesela bazı abuklar kırlangıçlar gibi koşuyorlar, birbirlerini takip ediyorlar. Bunun gizemini de biraz bıraktık. Biz aslında biliyoruz ne olduğunu; bunlar neden abukladılar, ne var, ne oldu? İşi yazan insanlar olarak bir fikrimiz var. Ama biraz onun gizemini de bırakmak istiyoruz. Bu sorular sorulsun, düşünülsün, konuşulsun, tartışılsın istiyoruz. Abuklamanın özelliği tek bir tane olmamalı zaten. Bir özelliği yok, bir sürü yere gidebilecek bir kavram. Abuklar aynı zamanda ötekiler ve ezilenler. Bir yandan da masumlar ve tehlikeli değiller aslında. Belki de mutlular ama deli de değiller, belki kendi aralarında konuşuyorlar. Hepsini biraz da ucu açık bırakıyor olmak bir tercihti açıkçası. Sonra kapatacağız.
Şu da aklıma geldi: Abuklama performansı nasıl olmalıdır meselesi… Yani onun için de biz özel bir ekip kurduk. Abuklamanın felsefesine dair konuştuk. Ancak sete o gün çağıracağımız yardımcı oyuncularla çözebileceğimiz bir şey değildi abuklama. İki buçuk aylık bir süreç içinde bir tiyatro topluluğu abuklama çalıştı ve 60-70 kişiye yakın insanı eğitti bu anlamda. Bu ekip, bizim abuklama yazmamıza gerek olmayacak şekilde abuklayabiliyordu ki bu da bizim için çok faydalı ve özel bir şeydi. Çünkü ne kadar yazsak da sahne akarken arkada abuklamaları gerekiyorsa bazen doğaçlayabiliyorlardı da belli bir bağlam içinde. O ekip de çok kıymetliydi, çok büyük faydaları oldu işe.
Son olarak biraz karakterlerden bahsedelim isterseniz. Şule ve Murat birbirini çok iyi dengeleyen karakterler. İlk bölümlerde biraz Şule konusunda çekimserdim ben, “Kardelen, umut, kadın… Yine bir erkeğin fantezisini mi izleyeceğiz acaba?” dedim. Onu çok güzel bozuyor bence hikâye. Murat’ın kurtuluş fantezisiyken bir anda çok gerçek bir karaktere dönüşüyor Şule. Sürekli Murat ve etrafındakilerle çatışarak onları dönüştürüyor. Karakterlerin arasındaki bu dengeyi nasıl kurdunuz?
H.S: Evet kesinlikle, o ilişkide benim en çok sevdiğim şey buydu zaten. Murat’ın çok fazla potansiyelinin olup hiçbir şey yapmıyor, yapamıyor oluşu. Bunun üstüne Şule gibi fitili ateşleyecek birinin geliyor olması, belki de zaten Murat’ı çeken de o. Onu onda çeken de potansiyeli ve bu işteki tek umudun o olması. Yani birçok bileşen var aslında ikisinin birbirine hissettikleri şeyin içinde. Bu hikâye dışında da, aşka dönüşmesinde de. Ama evet ikisi birbirini harika dengeliyor. Bir yandan da o kadar büyük bir şey var ki aslında o anda dünyada. Her şeyden daha büyük bir şey. Şule bunu biliyor. Murat’ın Şule’nin Engin için gül diktiği sahneyi izleyişini çok seviyorum mesela. İki insanın birbirine olan sevgisini, önceki hayatına duyduğu saygıyı… Ne kadar çok sevdiğini böyle belli edersin ya aslında birine, budur aslında gerçek his. O sahne benim için ikisinin ilişkisi bakımından çok etkileyici bir sahne. Murat’ın orada Şule’nin hissine ortak olması, onunla mutlu olması, onun yaptığı şeyle gözünün dolması.
Sıcak Kafa, Netflix Türkiye‘de gösterimde.
Boğaziçi Üniversitesi’nde Siyaset Bilimi ve Film Çalışmaları eğitiminin ardından Bahçeşehir Üniversitesi'nde Sinema-Televizyon yüksek lisansını bitirdi. Antwerp Üniversitesi ve Koç Üniversitesi’nde Film Çalışmaları ve Görsel Kültür üzerine doktora yaptı. Şu anda Kadir Has Üniversitesi Radyo, Televizyon ve Sinema bölümünde doktora sonrası bursiyer olarak yer almakta ve yayın kurulunda yer aldığı Altyazı Sinema Dergisi'nde editör olarak çalışmaktadır. 2017'de sinema yazarı olarak Berlin ve Saraybosna Film Festivalleri'nin Talent Campus programlarına seçildi.