Şu An Okunan
Mission: Impossible – Ölümcül Hesaplaşma Birinci Bölüm: Uçurumdan Atlarken

Mission: Impossible – Ölümcül Hesaplaşma Birinci Bölüm: Uçurumdan Atlarken

Adı artık Tom Cruise ismiyle özdeşleşen Mission: Impossible’ın yedinci halkasında büyük düşman yapay zekâ. Seyirciyle iki bölümde buluşacak Mission: Impossible – Ölümcül Hesaplaşma’nın ilk kısmı, hem serinin hem de Hollywood’un gidişatı bakımından kritik öneme sahip gibi görünüyor.

Dikkat, bu filmin yapımcısı ve başrolü uçurumun kenarına kurulmuş bir rampadan motosikletle aşağı atlıyor… Ve bunun Hollywood için ve Hollywood’a rağmen bir eylem olmadığını düşünmek çok zor. 

Mission: Impossible’dan (ya da serinin Türkiye dağıtımcısı orijinal ismi tercih etmeye başlamadan önceki ismiyle Görevimiz Tehlike’den) bahsetmeden önce seriyi yakın tarihte Hollywood için önemli hâle getiren sebeplere, yani son 10-15 yılda sinemanın başına gelenlere hızlıca bakmamız gerekiyor. Malum, eğlence sineması nicedir dijitalizasyonun, yeşil perdeciliğin, çoklu paralel evrenlerin boyunduruğunda. Pek çok oyuncu (ve yönetmen tabii) uzun ve dolgun sözleşmeler karşılığında imaj haklarının, Instagram hesaplarının ve en önemlisi bu dünyada geçirecekleri zamanlarının ciddi bir kısmını süper kahraman personalarına devretti. 90’larda ve 2000’lerde sinemayı takip edenlerin orta/yüksek bütçeli filmlerin A sınıfı oyuncusu olarak gördüğü oyuncular bir sonraki jenerasyon için karikatürize birer dijital aksiyon figürüne dönüştü. Genç yıldızlar süper kahraman kataloglarından çıkmaya, bağımsız filmleriyle çıkış yapan bazı genç yönetmenler ise Marvel ya da DC Studios tarafından hızlıca süper kahraman filmlerine atanmaya başladı. Herkes “Süper kahramanlar Hollywood’un yeni sahibi mi oldu?” sorusunu sorarken ufukta beliren pandemi ve üretim bandını yavaş yavaş ele geçiren streaming platformları ile birlikte sektör gelecek kaygısına iyice teslim oldu. Geçtiğimiz on yıllık süreçte sektörü domine etmeye başlayan, orta ölçekli filmleri âdeta tarihten silen süper kahraman tekeli, pandemiyle birlikte streaming platformlarının üretim kültürü ile uyum içinde çalışmaya başladı ve klasik blockbuster’ların alanı azami düzeyde daraldı; kalan sağlar ise nostaljik bir çerçeveye sıkıştı. Bu bağlamda Scorsese’nin “Marvel filmleri sinema değil” başlığıyla yayımlanan meşhur New York Times makalesi tarihe sarsıcı bir not düştü. Pandemi sonrası süper kahraman filmlerinin kârlılığı gitgide azalmaya başladı. Sinema salonları, numunelik bazı gişe filmleri dışında terk edilmiş görünüyordu. Iron Man’e (2008) hayat veren Robert Downey Jr. kariyerinin o dönemi bittiği için “mutlu” olduğunu açıkladı. Anthony Hopkins, oyuncuların yeşil perde önünde zamanla hissizleştiğini ima ederek Thor’daki (2011) performansını “anlamsız oyunculuk” olarak niteledi. Çizgi roman filmlerini hedefe almak kolaylaşırken Hollywood’un çıkmazı yüksek sesle konuşulmaya başladı.

Hollywood’un Şovu

Bu büyük çıkmazın, en az onun kadar büyük tanıtım kampanyalarıyla iç içe geçtiği bugünlerde ise sinemanın sektörel tarihi açısından önemli bir dönemden geçiyoruz. Üç farklı stüdyonun üç büyük yatırımı Mission: Impossible – Ölümcül Hesaplaşma Birinci Bölüm (Paramount), Oppenheimer (Universal) ve Barbie (Warner Bros.) art arda gösterime giriyor. Bu esnada da önce yazarlarla başlayan, sonra oyunculara sıçrayan, ufukta bir uzlaşmanın görünmediği, sinema tarihinin en büyük grevlerinden biri vuku buluyor Hollywood’da. Neyse ki (!) üç film de iletişim kampanyalarını greve kadar neredeyse tamamladılar. Oppenheimer’ın CGI karşıtı “atom bombası” numaralarını, Barbie’nin prodüksiyon tasarımını ve Mission: Impossible – Ölümcül Hesaplaşma Birinci Bölüm’ün (Mission: Impossible – Dead Reckoning Part One) amansız aksiyon sahnelerini izlemeden gördük. Üstelik birbirine gişede rakip olan bu üç film, elden geldiğince birbirinin lehine de kampanya yürütüyor; medya iletişimlerinin ciddi bölümünü “sinemada film izlemenin önemi” üzerinden kuruyor ve son beş yılda üretici-seyirci ekseninde yaşanan içerik obezliğine/nitelik noksanlığına bir aşı vurmanın derdinde gibi gözüküyor.

Ciddiye alın ya da almayın; Tom Cruise bu eski usulü kutsayan “direniş”in önemli bir parçası. Yeşil perde çıkınca “mertliğin” bozulduğunu düşünüyor ve sık sık sinemanın geleceği üzerine açıklamalar yapıyor. 61 yaşındaki bedenini ve 100’lü yaşlardaki sinemayı zorlu bir aksiyon performansını kaldırabilecek bir kondisyonda tutmaya çalışıyor. Bir sahneyi layıkıyla, gerektiğinde kendi güvenliğinden ödün vererek kotarabilmenin önemine inanıyor. Üstelik bütün bunları -fahiş tabirle- bir mesih sorumluluğuyla, açıktan tartışarak yapıyor. Hollywood’un sihirbazlık dürtülerini, heybetini, analog mühendisliğini hayatta tutmayı şiar edinmek ne kadar gerekli bir ödev, bu başka bir yazının konusu… Fakat böylesi bir tutkuya her yıl birkaç saatliğine ikna olmak ziyadesiyle eğlenceli. 

“Abartmasak tadı çıkmaz”; malum, Mission: Impossible serisinin düsturu bu. Uçurumlardan dalmalar, denizin altında nefessiz kalmalar, dağ yamacından atlayıp paraşüt açmalar, çöl fırtınasında gökdelene tırmanmalar… hepsi ve daha fazlası, içinde Tom Cruise’un olduğu herhangi birkaç saate sığıyor. Ethan Hunt’ın bir silsile hâlinde ve el artırarak gelen imkânsız görevlere zorlanışı seyirci eşliğinde bir adrenalin oyunu. Bu nedenle Mission: Impossible serisini takip etmek de bir spor organizasyonunu takip etmek gibi artık. Belki bu noktada sinemacının da bir sporcuya dönüştüğünü iddia edebiliriz: Bir tramplenin üstünde metrelerce aşağıdaki bir suya döne döne atlamak üzere bekleyen bir kamera, şu an rüştünü ispat etmeye çalışan. Kameranın önünde “sinemanın bekası için” kendini en tehlikeli pozisyonlara sokmaktan kaçınmayan, hatta bundan zevk alan bir aktör, kameranın arkasında da mizansen ve mühendisliği bir araya getirerek sporu sinemaya dönüştüren bir yönetmen var. Filmin etrafında aksiyon sekansları üzerinden dönen tanıtım çalışmasına bakınca birlikte hem bir film hem de bir reality show yaptıklarını iddia edebiliriz. Bunların hepsi suyunun suyu bir devam filminin sinema için neden bu kadar önemli hâle geldiğini açıklar nitelikte sanki. Zamanın ruhuna karşı gelen bu serinin iddiası şu: Hollywood’un şovu bitmedi, streaming’in Fordist hegemonyasına teslim olmadı, arkasındaki insan kaynağı ve kapasitesi hâlen sapasağlam, kıracak rekorlar var, coşturacak seyirciler var. 

Brian De Palma’yla başlayan, John Woo ve J. J. Abrams’la devam eden, Brad Bird ile ölü toprağını üstünden atıp Christopher McQuarrie ile en geniş toprak bütünlüğüne erişen seri her daim “el artırmak” üzere kurgulanmıştı. Fakat özellikle Brad Bird ile başlayan dönemle Mission: Impossible, kendi türünde kritik standartları koruyan, benzer gişe canavarlarının kolaycılığına gönül indirmeyen nadir serilerden birine dönüştü. McQuarrie’ın yönettiği ilk Mission: Impossible filmi Mission: Impossible – Rogue Nation (2015), muazzam bir aksiyon sanatçılığı ve mühendisliği içeren sahneleriyle (Viyana’daki muazzam opera sekansını anmış olalım) Ethan Hunt’ın çok daha geniş kitlelerce (eleştirmenler örneğin) ciddiye alınmasını sağladı. Sonraki film Mission: Impossible – Yansımalar (Mission: Impossible – Fallout, 2018) zannımca Rogue Nation kadar güçlü olmasa da yine içerdiği birkaç sekansla (filmi izleyenler Tom Cruise’u helikopter başında hatırlar) şüphesiz yılın en önemli sinema olaylarından biriydi. Nihayetinde serinin 7. filmi Mission: Impossible – Ölümcül Hesaplaşma Birinci Bölüm de tıpkı bu filmler gibi, spor ve sporcuyu tanıyanlar için şaşırtıcı hiçbir tarafı yok. Neyse ki bunun hiçbir önemi de yok; çünkü bizler, Tom Cruise çoklu evreni seyircileri, daha çok “sinema” aracılığıyla “neye kalkışıldığını” görmeye gidiyoruz salonlara birkaç filmdir. Tabiri caizse filmle adrenalin kurundan bir sözleşme imzalıyor, bir roller-coaster bileti alıyoruz. Zaten biletin karşılığını da fragmanı izlediğimizde alıyoruz. 

Yeni Düşman Yapay Zekâ

Hollywood’un temel ekonomisinin bildiğimiz şekliyle çalıştığından emin olduysak, bunu şimdilik bir kenara koymak ve yeni filmin seride bir geriye gidiş olduğunu itiraf etmek gerek. Bunun çok sıradan sebepleri var ve çoğunluğu senaryonun yanlış yatırımlarından kaynaklanıyor. Film başlar başlamak bir bedeni olmayan, dijital ortamda var olup insanlığı tehdit eden, algoritmanın iktidarına inanan antagonizma karşımızda gölge gibi beliriyor. Dijital çağın sinemaya dayattıklarına karşı bir “mücadele” veren Tom Cruise’un bu kez neyin peşinde olduğu hızlıca kendini belli ediyor böylece: Favori sosyal medya konumuz, yerimize geçeceği günü heyecanla bekleyen yapay zekâ birey, Entity (Türkçe altyazı çevirisinde tercih edilen ifadeyle, Varlık). Düşmanımız onu beslediğimiz veri yığınının tepesinde güvenliğimizi tehdit ediyor. Çok geçmeden malum bir kudretin kendilerine neler katabileceğini fark eden devletler istihbarat aracılığıyla bu gücü kontrol etmek için mücadele veriyorlar. Ethan Hunt da her zamanki gibi, dışlanmış adrenalin bağımlılarından oluşan ekibiyle medeniyetimizi ve sinemamızı kurtarmanın peşine düşüyor. 

Tom Cruise bazı konularda haklı. Belki de algoritmamızdan fazlası olup olmadığımıza karar vermenin zamanıdır. Bu zaten şu sıralar sık sık karşımıza gelen, eskiden beri de pratiğini yaptığımız bir konu. Bir hot topic. Damon Lindelof ve Tara Hernandez’in birlikte yazdıkları Mrs. Davis (2023- ) isimli Peacock dizisi, geçen haftalarda sekiz saat boyunca algoritmanın iktidarını ve bir rahibenin onu yok etme mücadelesini anlattı. Black Mirror (2011- ), ‘Joan Is Awful’ bölümüyle gösterdi ki algoritma kendiyle dalga geçebileceği evreye çoktan gelmiş. Mission: Impossible da süregelen ve zaten sosyal medyada bir parçası olduğu tartışmanın yuvarlak masasına kelli felli oturuyor, kendini az çok “düşünen” bir bilimkurguya dönüştürmek istiyor ve kendi önemini fark etmiş gibi görünüyor. Halbuki adrenalin satın almak için gidilen bir filmde izlemek isteyeceğimiz son şey “meta” bir tefsir olsa gerek. Filmin varlığı dönemin eleştirisi olmaya hâlihazırda yetiyor zira, yapımcı uçurumdan her atladığında zaten yapay zekâya ve algoritmaya ağzının payını veriyor diye düşünmek mümkün. Fakat gündemin kalbinden gelen yeni tehdit, mizahtan yoksun olduğu gibi büyük bir ciddiyet taşıyor; baştan sona aksiyon gimmick’lerinden dizilen ve bunu âdeta bir sinemasal temsil hâline getiren seri, bu hamlesiyle ‘Tom Cruise Sinematik Evreni’ni genişletme çabasında. 

Bir süredir “sinemayı ya da hiç değilse sinemanın onurunu kurtarma” sorumluluğunu sırtlanan, filmleriyle 90’lar Hollywood’una solucan delikleri açan Tom Cruise, bu çabasını davranışsal bağlamın ötesine taşımak istiyor sanki. Fakat metin aracılığıyla gelen bu “ikincil” vurgu hem yeterince pişirilmemiş hem de biraz sakil kalmış. Halbuki Entity adıyla seyirciye tanıtılan kötücül yapay zekâ, ilk başta pekâlâ yenilikçi bir tercih gibi duruyor ve senaryo açısından umut vaat ediyor. Hatta bir süreliğine bunun seriye tam da ihtiyaç duyduğu eşiği atlatacak, onu öykü anlatma yükümlülüğünden koparacak, John Wickleştirecek, iyice konsantre bir konsept hâline getirecek adım olduğu bile düşünülebilir. Görmediğimiz, bilmediğimiz, anlamadığımız bu ürkütücü yazılımın filmi tek başına taşıyacağı varsayılabilir mesela. Hele ki hâlihazırda iki bölüme ayrılmış bir filmi… McQuarrie ve Cruise yapay zekânın bu yükü taşıyamayacağını düşünmüş olmalı ki o da bir insan aracılığıyla eylemlerde bulunuyor; vasat bir suret gibi etrafta dolaşan, filmde dramatik olarak ciddi yer kaplayacak olan, fiziksel “kötü adam” Gabriel (Esai Morales) zuhur ediyor. Yapay zekânın bu hilekâr elçisi pek de iyi yazılmamış bir karakter ve çok efor sarf etse de filmi taşıyamıyor. Bu karakter üzerinden De Palma’ya referanslı bir şekilde kurulmaya çalışılan gizem duygusu izleyene zerk edilemiyor. Öte yandan hikâyeye geleneksel olarak eklenip çıkarılan kadın karakterler de devridaime devam ediyor. “Bond kızı” diye bir şey varsa “Tom kızı” diye bir şey de var şüphesiz, bu filmde de Hayley Atwell bayrağı devralmaya gelmiş. Yankesici Grace, şeytan tüyü olan bir karakter, kabulleniyoruz; fakat Ethan Hunt flashback’ler arasında kaybettiği kadınlara hayıflanırken serinin bu bağlamda ne kadar demode bir tavır takınmaya devam ettiğini de fark ediyoruz. Maço 90’lar ceketiyle ihtiraslı gayeleri olan bir aksiyon filminden fazlasını beklemek biraz detaycılık olabilir ancak izleyici nezdinde önem atfedilen kimi karakterlerin film üzerinde daha fazla etki yaratabilmelerini beklerdik açıkçası. 

Mission: Impossible’da antagonizmanın kurulumunda başlayan sorunlar dramatik yapıya da, olay örgüsüne de sıçrıyor ve önceki filmlerin -bence özellikle de Rogue Nation’ın- müthiş senaryo ekonomisi bu filmle birlikte ortadan kayboluyor. Her nedense, anlattığı hikâyeye çok fazla dikkat çekmeye çalışan, çok açıklayan, çok onay bekleyen bir filmle karşı karşıyayız. Düğümü sağlam atmaya çalışıp yetersiz kalıyor, suyu bulandırmayı, işi uzatmayı maharet sayıyor. Hem hayatımızı belirleyen algoritmaların, deterministik çıkmazların eleştirisinden mahrum kalmamamızı istiyor hem de Tom Cruise sağ salim trene atlayabilecek mi diye heyecanlanmamızı bekliyor. Bu noktada hikâyeyi iki bölüme ayırmanın ve arkası yarın usulü bitirmenin de sanat ve zanaat anlamında müthiş aleyhte çalışan bir tercih olduğunu söylemek gerek. Bunun da Hollywood ekonomisiyle bir ilgisi olmalı (var).  

Gabriel’ı, kendini ifade etme sorunları yaşayan yapay zekâyı, filme sos olarak atılan (ve aslında yazılmış en iyi Mission: Impossible karakterlerinden olan) Ilsa’yı ve hendek atlatılmaya çalışılan diğer develeri bir kenara bıraktığımızda geriye herkesin beklediği asıl şey kalıyor: Aksiyon. Ama ne aksiyon… Bu sekanslar başladığında neyse ki zahmet edip sinema salonuna gitmenin güzel bir şey olduğunu hatırlıyoruz. Roma’da maket gibi bir elektrikli arabayla Rönesans mimarisinin başını döndüren takip sekansı hem çok komik hem de heyecan dolu. Aynı şekilde Norveç ormanlarında motosiklette başlayıp trende sonlanan sekans da oldschool sinemanın özlediğimiz keyfini veriyor. Bu anlamda Mission: Impossible, en iyi yaptığı şeyi yine çok iyi yapmış ve alametifarika çalışıyor. Filmdeki epik aksiyon sekansları, görsel efektin, ses miksajının, ses kurgusunun ve teknik kurgunun koşullar uygun olduğunda nasıl bir beceriyle yapılabildiğine dair yaşayan bir örnek. Bu sahnelerde aksiyonun kendisini izlediğimiz kadar kadar görüntü yönetmeni Fraser Taggart, yönetmen Christopher McQuarrie ve Tom Cruise’un ne denli “profesyonel” bir takım olduklarını da takip ediyoruz. Zaten serinin iddiasını ortaya koyabildiği zemin tam da burası. Bilet almış seyirciyi abartısına çoktan ikna etmiş, bütün sinemasal unsurları taarruz şeklinde kullanan, maksimalist bir sinema anlayışı. Bütün bu gimmick’ler dört başı mamur bir yapının özlemini çekse de, Mission: Impossible – Ölümcül Hesaplaşma Birinci Bölüm sadece bu sebeplerle bile izlemeye değer bir film ve filmin bütün defolarını pas geçerek aksiyona odaklanmak da izleme deneyimi açısından gayet konforlu olacaktır.


Mission: Impossible – Ölümcül Hesaplaşma Birinci Bölüm‘ün vizyondaki gösterimi sürüyor.

© 2013-2022 Altyazı Aylık Sinema Dergisi / Altyazi.net'in içeriği dergi yönetiminden ve yazarlardan izin alınmaksızın kullanılamaz.