Pose: Politik Bilinç, Madonna ve Vogue
Emmy’lerde Billy Porter’a dram dalında En İyi Erkek Oyuncu ödülü kazandıran Pose ikinci sezonunda trans kültürün popüler alana taşınmaya başlamasını konu ediniyor. Steve Canals imzalı dizi her bölümde aynı seviyeyi tutturamasa da, gündeme getirdiği farklı meseleler açsından ilgiyi hak ediyor.
Bu yazı Altyazı’nın 191. sayısında yayımlanmıştır.
Yazar ve yapımcı Steven Canals’ın uzun süre her kapı yüzüne kapandıktan sonra Ryan Murphy ve Brad Falchuk’un desteğiyle hayata geçirmeyi başardığı Pose, aslında 1990 tarihli efsanevi trans belgeseli Paris Yanıyor’un (Paris Is Burning, 1990) bağımsız bir uyarlaması olarak görülebilir. 80’ler New York’unda drag kültürünü salon (ballroom) yarışmaları ekseninde ele alan belgesel, bu dizide izlediğimiz birçok karakterin ve onları bir araya getiren etkinliklerin çerçevesini çizer. Şehrin LGBTİ+ camiası, birçoğu rıhtım bölgesinde seks işçiliği yaparak hayatını kazanmaya çalışan, geceleri buluştukları balo salonunda ise tamamen özgürce kendi kültürlerini inşa eden bir topluluktur. Aileleri tarafından sırt çevrilmiş bu insanlar, şehrin gözden ırak köşelerinde kendi ailelerini kurmuşlardır. Daha deneyimli ya da imkânları daha müsait bazı trans kadınlar, yeri yurdu olmayan diğerlerini evlerine almakta, onlara kol kanat gererek anne rolünü üstlenmektedir. Bu annelik lafta sembolik görünebilir ama bu kadınlar, çocuklarının her türlü sorumluluğunu üstlenirler. Masaya yemek koymayı sorumlulukları olarak görür, evlatlarını uyuşturucudan uzak tutmaya çalışır, gerçek bir aile olma duygusuyla hareket ederler.
Geceleri ise balo salonunda diğer evlerle yarışırlar. Şov, drag kültürünün bir parçasıdır. Kendini ifade edebilme alanıdır. Günlük yaşamları acılarla dolu olsa bile geceleri çıkar dans eder, şarkı söylerler. Bazen hırsızlıkla bazen çöpten toplanmış malzemelerle elbiseler hazırlayıp farklı konseptlerde giyinir, podyumda yürürler. Ve her gece, en iyi ev kazanır!
Pose en başından beri bu salon kültürünü ve yarışmaları merkezine koydu. Elektra Abundance’ın evi bu gecelerin çoğundan zaferle çıkarken, onun yetiştirdiği Blanca bağımsızlığını ilan etti, House Evangelista’yı kurdu, iki evin rekabeti de ilk sezonun taşıyıcı unsuru oldu. Evangelista, Abundance gibi bu evler dizi için kurgulanmış olsalar da, Paris Yanıyor’da da karşımıza çıkan Xtravaganza, LaBeija gibi evlerin referans alındığı açık.
Blanca ve çocuklarının her biri kendi öyküleriyle işleniyor Pose’da. İlk sezonda Elektra’nın düşüşü ve Blanca’nın yükselişi kadar; Evangelista evine sığınan, model olmak isteyen ama rıhtımda seks işçiliğine mecbur kalan Angel’ın öyküsü de merkeze alınmıştı. Angel’ın Wall Street’te yükselen genç bir aile babasıyla gizli aşk hikâyesi, Reagan dönemi Amerika’sını da dizinin fonuna yerleştiriyordu. Pose hep melodram kalıplarını kullanageldi. Angel’la Stan’in ilişkisi, Stan’in karısından sakladıkları ve bu hikâyenin çözülmesi, ayrıca Stan’in Trump Tower’daki patronuyla güç dengeleri, ilk sezonu taşıdı.
BEYAZ VE HETEROSEKSÜEL ÖĞELERE VEDA
Ancak ikinci sezonda, öykünün 1987’den 1990’a atlamasıyla beraber bu aşk hikâyesinden vazgeçildiğini görüyoruz. Ve bu tercih, sadece bir öyküden vazgeçmek anlamına gelmiyor; aynı zamanda dizinin beyaz ve heteroseksüel tüm öğelerden vazgeçmesi anlamına geliyor. Pose sadece LGBTİ+ karakterlerin, siyahların ve Latinlerin dünyasında geçiyor artık, bunun dışına nadiren çıkıyor. Angel’ın moda dünyasında yükselmeye başlamasına vesile olan yeni menajerini saymazsak, WASP karakterler öyküye ancak kötücül cenahtan eklemleniyorlar. Yeni sezonun ilk iki bölümüne damgasını vuranlar: ACT UP ve Madonna’nın 1990 tarihli hit şarkısı ‘Vogue’! AIDS salgını dolayısıyla New York’ta seslerini duyurmaya çalışan ACT UP, bir kolu Paris’te de kurulmuş, Kalp Atışı Dakikada 120 (120 Battements par Minute, 2017) filminden de hatırladığımız bir örgüt. Pose, ilk sezonunda da AIDS salgınının LGBTİ+ camiası içinde sebep olduğu kayıplara değinmişti. Hem Blanca hem de salon yarışmalarının organizatör ve çığırtkanı Pray Tell’e (bir Emmy adaylığı da Billy Porter’a!) HIV+ teşhisi konduğunu biliyoruz. Özellikle Pray Tell’in politik bir bilinç edinip ACT UP etkinliklerine katılması, içlerinden bazıları hayatı sadece partilerden ibaret zanneden salon kitlesini organize etme çabası, ilk bölümde önümüze konulan yeni bir hikâye aksı.
Madonna’nın ‘Vogue’u, 1990 yılında dünya çapında bir fenomene dönüşürken, sözlerinde yer alan ve bu diziye adını veren “Strike a Pose” cümlesiyle özdeşleşen figürleriyle, aslında salon kültüründe doğmuş bir dans tarzını popüler kültüre taşımıştı. Dizide, ‘Vogue’un müzik listelerinde haftalarca bir numarada kaldığını, insanların akın akın bu dans figürlerini öğrenmek için kurslara yazıldığını, şarkının trans camia için bir umut ışığı olduğunu görüyoruz. Bunun bir milat olduğuna, insanların onları tanımaya ve sevmeye başlayacağına, artık kalıcı bir görünürlük kazandıklarına inanıyorlar. Haksız da sayılmazlar, bir sürecin önemli adımlarından biri atılmış ‘Vogue’ sayesinde. Evet, ‘Vogue’ bir numaradan inecek, yeni şarkılar yeni popüler gündemler belirleyecek, kurslara devam eden kalmayacak, bu dalga da geçip gidecek. Fakat o ilk heyecan sönse bile, uzun bir yolculuğun pozitif bir adımı ‘Vogue’. Karakterlerimizin hayatlarında fiili etkilerini görmeye sezon boyunca devam ediyoruz. Blanca’nın çocuklarından dansçı Damon’a, kariyer kapıları açıyor mesela.
İlk sezonun başarısından sonra ciddi bütçe artışı olmuş, belli. Bu sadece kostümlerden değil, her bölüm beşer onar kullanılan dönemin popüler şarkılarından da anlaşılıyor. Dolayısıyla ikinci bölümden sonra ‘Vogue’ unutuluyor. Tematik olarak da uygun düşüyor bu zaten. Fakat aynı unutuş ACT UP ve direniş ruhu için de geçerli. İlk iki bölümü domine eden bu öykü, daha sonra bölümlük eğlencelerle, hastalanan veya ölen dostların acılarıyla gölgeleniyor. Şunu söylemek lazım: Pose özellikle trans görünürlüğü açısından çok önemli, trans oyuncuların ekranda –hem de anaakım medyada– kendilerini temsil etme şansı bulmalarıyla kıymetli… Fakat nitelik açısından çok da üst düzey bir iş değil. Öyküler her zaman en klişe çözümleri seçiyor, her fırsatta melodramın ucuz tuzaklarına düşüyor, hattâ diyaloglarda pembe dizi düzeylerinde geziniyor ve bazı oyunculukların da zayıf olmasından dolayı kimi hikâyeler (misal, dansçı Damon) hiç tam anlamıyla işlemiyor.
“Pose’un ikinci sezonunda da peşini bırakmadığı duygu, bencilliğin ve nefret söyleminin, dayanışmadan kaçınmanın her zaman kaybettirdiği.”
DİZİNİN SARSILMAZ TARAFI: DAYANIŞMA
Bu sezon üçüncü bölümde, Elektra’nın bir S/M kulübünde ‘dominatrix’ olarak nasıl paraya para demediğinin hikâyesine kayıyor dizi. Ve bir ‘iş kazası’nın sebep olduğu alışılmadık macera, bölüm öyküsü olarak diziyi sezonun ilk iki bölümünden daha hafif, daha eğlenceli bir tona taşıyor. ABD’de bu bölümü “BDSM severlerle dalga geçiliyor” diye eleştiren de oldu, biz oralara hiç girmeyelim ama Pose bu öyküyü pek inandırıcı olmayan şekillerde bağladıktan sonra, her bölüm daldan dala atlayacağı yeni bir yola girmiş oldu.
Bir bölüm HIV+ karakterlerden biri ölümün eşiğine kadar gelirken, sonraki bölüm Blanca’nın tırnak salonu işletmeye çalışması ve transları mahallede istemeyen emlak kraliçesiyle mücadelesi üzerinden soylulaştırma mevzularına girildi. Bir bölüm Angel’ın moda dünyasında yükselişi ve peşinden gelen kokain problemi, farklı bir bölüm “Bütün kızlar toplandık” temalı Long Island’da yüzmeye gidelim muhabbeti… Açıkçası Pose’dan her daim tutarlılık, bütünlük, hattâ iyi yazarlık beklememek gerek. Fakat bütün bu iniş çıkışlı yolculukta, ilgi çekici karakterler yaratılmış olması ve dayanışma temasının bu karakterleri her türlü birbirine bağlaması, dizinin sarsılmaz tarafı.
Bu da bazı feminist gruplar gibi aslında en son beklemediğimiz çevrelerden bile trans kadınlara yönelik ciddi bir nefret söyleminin, düşmanlığın, ayrımcılığın pompalandığı ve “akademik” safsatalarla meşrulaştırılmaya çalışıldığı şu günlerde hiç azımsanmayacak bir nitelik. Çünkü transfobiyle mücadelede ileri gidiyoruz derken bile gerilediğimize şahit olabildiğimiz, kimsenin kendi mücadelesinden başkasına empatiyle yaklaşmadığı günlerdeyiz… Pose’un ikinci sezonunda da peşini bırakmadığı duygu, bencilliğin ve nefret söyleminin, dayanışmadan kaçınmanın her zaman kaybettirdiği; ezilenlerin ancak bir arada durdukları müddetçe kazanabilecekleri. Bunu unutan herkese Pose izlettirmeli. Çocukları bir bir yuvadan uçtuktan, kendisiyse AIDS yüzünden sağlığını kaybetmeye başladıktan sonra bile yol göstereceği, annelik edeceği yeni LGBTİ+ gençleri sokaklardan kurtaran, kol kanat geren Blanca’nın kadınlığını ve mücadelesini gözümüzün içine bakarak sorgulamalarını isteyebiliriz sonra belki…
İkinci Sezonun Zirve Noktası:
Projenin yaratıcısı Steven Canals’ın bizzat yazıp yönettiği tek bölüm olan Revelations, ikinci sezonun zirve noktasını oluşturuyor. Sezonun bu sekizinci bölümü, aralarında yirmi yaş fark bulunan iki siyah ve HIV+ erkeğin sevişme sahnesiyle açılıyor; bölüm boyunca cesareti ve dürüstlüğüyle Pose’un nadiren ulaşabildiği bir etkiyi yakalıyor. Zaten finali itibariyle de sezon finali olsa yeri dedirtiyor.
1976 İstanbul doğumlu. Mimar Sinan Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi Sinema-TV Bölümü ve İstanbul Bilgi Üniversitesi Sinema ve Televizyon Yüksek Lisans Programı’nda eğitimini tamamladı. 2004'ten bu yana sinema yazarlığı yapmaktadır.