Şu An Okunan
Cannes Günlükleri 2021 #3: Flag Day, Hytti Nro 6, Drive My Car, Bergman Island

Cannes Günlükleri 2021 #3: Flag Day, Hytti Nro 6, Drive My Car, Bergman Island

Flag Day

Yavaş yavaş sonuna yaklaştığımız Cannes Film Festivali’nin ana yarışmasında Sean Penn imzalı Flag Day büyük hayal kırıklığı yaratırken son dönemin çıkıştaki yönetmenlerinden Juho Kuosmanen, Ryûsuke Hamaguchi ve Mia Hansen-Løve’nin filmleri beğeniyle karşılandı.

Birkaç gün önce Cannes’daki herkesin Joanna Hogg’un yeni filminin nasıl olup da ana yarışmaya alınmadığı konusunda sorduğu soru, yerini bir başkasına bıraktı. Festivalin sonuna yaklaştığımız bugünlerde “Nasıl oldu da Sean Penn’in yeni filmi ana yarışmaya girebildi?” serzenişinin Palais des Festivals koridorlarında yankılandığını duymak mümkün. Ki aynı sorunun bundan beş yıl önce Penn’in Gerçeğin İki Yüzü (The Last Face, 2016) filmi ana yarışmada gösterildiğinde de sorulduğunu belirtmek gerek. Festival direktörü Thierry Frémaux’nun, şimdilik eleştirmenlerden en düşük puanı alan Flag Day’in –tıpkı bir önceki Penn filminde yaptığı gibi– sadece ilk yirmi dakikasını izleyerek mi yarışmaya aldığı merak konusu. Penn’e başrollerde kızı Dylan ile oğlu Hopper’ın eşlik ettiği Flag Day abartılı oyunculukları, yerli yersiz serpiştirilmiş dramatik müzikleri ve amatör kurgusuyla düşük bütçeli bir aile filmini andırıyor ne yazık ki. Hayatı boyunca bir baltaya sap olamamış, sürekli yalan söyleyen bir baba ile ne yaparsa yapsın ona destek olmaya çalışıp hayatını düzene sokmak için mücadele eden kızı arasındaki ilişkiye odaklanan film, Penn’in karakterini âdeta bir Amerika alegorisi olarak sunuyor. Karakterlerin tutarlı bir portre çizemediği, sinir krizlerinin, küfürlerin ve Amerikan taşrası klişelerinin havada uçuştuğu anlatının yanı sıra flashback sahnelerinde eğreti biçimde kullanılan Terrence Malick tarzı dış ses ve montaj, Penn’in kurduğu film evreninin özgünlükten ve bütünlükten ne denli uzak olduğunu gösteriyor. Bir benzeriyle geçtiğimiz yıl Netflix’te gösterilen Hillbilly Elegy’de karşılaştığımız bu katartik dram, festival seçkisine kesinlikle yakışmayan bir film. Gelgelelim Cannes sürprizlerle dolu bir festival ve kimi zaman jüri seçimleri ile eleştirmen yorumları farklılık gösterebiliyor. Dolayısıyla Flag Day herhangi bir ödül alırsa da şaşırmamak gerek!

Hytti Nro 6
Hytti Nro 6

Festivalin son günlere sakladığı ağır toplardan önce seyretme fırsatı bulduğumuz Hytti Nro 6 (Compartment Number 6) ise etkileyici atmosfer yaratımı ve mütevazı anlatısıyla dikkat çekiyor. Beş yıl önce Olli Maki’nin En Mutlu Günü’yle (Hymyilevä Mies, 2016) Belirli Bir Bakış ödülüne layık görülen Juho Kuosmanen’in ana yarışmaya başarılı bir giriş yaptığı söylenebilir. Moskova’dan Murmansk’a yolculuk eden bir trenin basık koridorlarını mesken tutan film, Finlandiyalı genç bir kadının kutuplara yakın bir şehirdeki petrogriflerin (taş üzerine oyulmuş çizimler) peşine düştüğü Hytti Nro 6, esas olanın ulaşılan hedef değil de yolculuğun kendisi olduğu önermesinden hareket eden bir yol filmi. Sigara dumanından, nefes kesici soğuk havadan ve duvarlara yansıyan ışık ve gölge oyunlarından beslenen boğucu ve iç karartıcı atmosferiyle film, ana karakteri Laura’nın yalnızlığını ve yabancılık hissini etkileyici görsel anlamda bir şekilde aktarıyor. Birlikte olduğu edebiyat profesörü Irina’yla bağlarının kopma eşiğinde olduğunu yavaş yavaş fark eden Laura bu esnada kendisine taban tabana zıt bir işçi olan Ljoha’yla yepyeni bir bağ kuruyor. Tren ve tanışma hikâyeleri deyince akla hemen Richard Linklater filmleri gelse de Kuosmanen’in filminin bir ilişkiden ziyade Laura’nın bir başka insana bağlı olmaksızın öz benliğini kazanma sürecine odaklandığı söylenebilir. Kasetçalarlardan yükselen müziklerle, giyilen kıyafetlerle Sovyetler sonrası Rusya’nın dış dünyaya açıldığı 90’lı yıllar estetiğinin yoğun bir şekilde hissedildiği filmde Kuosmanen sadece şehirlerarası bir yolculuğu değil nostaljik bir zaman yolculuğunu da perdeye taşıyor. 

Drive My Car
Drive My Car

Bu yıl Berlin Film Festivali’nde Çarkıfelek’le (Guzen to Sozo, 2021) Jüri Büyük Ödülü’ne uzanan Ryûsuke Hamaguchi ise ayağının tozuyla ana yarışmaya gelmiş desek yeridir. Haruki Murakami’nin aynı adlı öyküsünden uyarlanan Drive My Car, üç saatlik süresine rağmen seyircisini her anlamda içine çeken hikâyesiyle seçkinin en beğenilen filmlerinden biri oldu. Yusuke isimli bir oyuncu ve tiyatro yönetmeni etrafında şekillenen film, öncelikle Yusuke ile senaryo yazarı eşi Oto’nun içten ama bir o kadar yaralı ilişkisini anlatıyor. İki karakter arasında eşzamanlı olarak kurulan cinsel çekim ve duygusal mesafe, iki yaratıcı zihnin sanatsal yaklaşımlarını da ortaya koyar nitelikte. Oto’nun zamansız ölümüyle iki yıllık bir sıçrama yapan film, ikinci bölümünde Yusuke’nin Hiroşima’da Çehov’un ‘Vanya Dayı’ oyununu sahneye koyma sürecine yoğunlaşıyor. Adından da anlaşılacağı üzere araba, filmin en önemli mekânlarından biri. İçinde karısının ‘Vanya Dayı’nın repliklerini seslendirdiği bir kaydı tekrar tekrar dinleyerek ezber yapan Yusuke için arabası bir sığınak niteliği taşıyor zira. Hiroşima’da ona tahsis edilen genç şoför Misaki ise bu mahrem dünyanın kapılarını yavaş yavaş aralamaya başlıyor. Drive My Car, sessizliğin ve bu sessizliği geçmişe ait sesleriyle delip geçen hayaletlerin kol gezdiği bir film. Bu sesler yalnızca Oto’ya ya da Misaki’nin annesine değil Murakami’ye, Çehov’a ve Vanya Dayı’ya da ait. Filmin anlatısındaki bu çokseslilik Yusuke’nin sahneye koyduğu oyundaki her karakterin farklı bir dilde konuşmasıyla daha da vurgulanıyor. Tıpkı Rivette ya da Godard’ın teatralliği filmlerine dâhil etme biçimlerinde olduğu gibi, Drive My Car da esas ritmini tekrarlar üzerinden kuruyor. Bu ritmin en etkileyici yanı ise, oyunda Sonya’yı canlandıran dilsiz aktris Lee Yoon-a’nın ellerinde hayat buluyor ve film de tıpkı Sonya gibi tüm suskunluğuyla “Yaşayacağız!” diye haykırıyor. 

Bergman Island
Bergman Island

Bu yıl festivalde izleyebildiğim birçok filmde en çok dikkatimi çeken nokta, anlatıların farklı görsel-işitsel ya da yazınsal metinlerle kurduğu bağlar oldu. Kurmaca düzleminde farklı sanatçılar ve eserler arasındaki çok katmanlı ilişki Mia Hansen-Løve imzalı Bergman Island’ın da öne çıkan temalarından biri. Vicky Krieps ve Tim Roth’un tüm samimiyetleriyle beyazperdeye aktardığı yönetmen çift ise bu katmanların ilkini oluşturuyor. Bir sonraki filmlerinin hazırlık süreci için Ingmar Bergman’ın da yaşamını sürdürdüğü ve filmlerini çektiği Fårö adasına konuk sanatçı olarak gelen Chris ve Tony, hayatlarında, ilişkilerinde ve sanatsal pratiklerinde İsveçli ustanın izlerini sürmeye çalışıyor. Ama Hansen-Løve ilham kaynaklarıyla kurulan ilişkinin basit bir hayranlıktan farklı olduğunu vurgulamakla kalmıyor, sinefil kültürünün insanları ikonlara, yaşam alanlarını da tematik eğlence parklarına dönüştürme eğilimine de işaret ediyor. Bu hikâyenin içine Chris’in yazmayı planladığı filmin senaryosu eklemlenince hem Hansen-Løve’ün hem karakterinin yaşamlarına kapı aralayan bir başka evren ortaya çıkıyor: Tıpkı Chris gibi bir yönetmen olan Amy’nin bir arkadaşının düğünü için Fårö’ye geldiği ve orada, yıllar boyunca gelgitli bir ilişki yaşadığı Joseph’le buluştuğu ‘Beyaz Elbise’ isimli romantik bir film taslağı. Amy’yi Mia Wasikowska’nın, Joseph’i ise bu yılki festivalin gözde oyuncusu Anders Danielsen Lie’nin canlandırdığı ‘Beyaz Elbise’, Chris açısından otobiyografik kurmaca niteliği taşısa da Hansen-Løve bazı noktaları karanlıkta bırakmayı tercih ediyor. Tıpkı Chris’in zihnindeki hikâyenin belirsizlikleri ve açık uçlu gelecek ihtimalleri gibi Bergman Island da karakterinin geçmişini, seyircisinin hayal gücüne bırakıyor.


74. Cannes Film Festivali’ni yerinde takip eden Öykü Sofuoğlu’nun festival izlenimleri Altyazı’da. Günlüklerin tamamına ulaşmak için tıklayın: ‘Cannes Günlükleri 2021′

© 2013-2022 Altyazı Aylık Sinema Dergisi / Altyazi.net'in içeriği dergi yönetiminden ve yazarlardan izin alınmaksızın kullanılamaz.