Venedik Günlükleri 2019 #4
Venedik Film Festivali’nde görücüye çıkan Pablo Larraín, Olivier Assayas ve Steven Soderbergh gibi ustaların son filmleri, ilgi çekici yönlerine rağmen tatmin edici olmaktan uzaktı.
Venedik Film Festivali’nin ana yarışmasındaki filmlerin yarısı izleyiciyle buluştu ama seçkinin genel kalitesi hakkında yorum yapmak yine de zor. Bir yandan çok önemli yönetmenlerin belli bir seviyeyi tutturan ya da yeni şeyler deneyen filmlerinin yarışmada olmasına kimse itiraz edemez ama diğer yandan söz konusu filmlerin yönetmenlerinin en güçlü çalışmaları arasında yer almadığı da günler geçtikçe açığa çıkıyor. Festivalin ilk hafta sonunda Pablo Larraín, Olivier Assayas ve Steven Soderbergh’in son filmleri prömiyerlerini yaptı. Üç yönetmenin de saygıdeğer bir festival geçmişi var, üç filmde de birbirinden ünlü oyuncular başrolü üstleniyor ve üç film de baştan sona ilgiyle izleniyor. Tüm bunlara rağmen Larraín ve Assayas’ın filmlerini birer geri adım olarak nitelemek, Soderbergh’in filmini ise keyifli ama görece hafif bir deneme olarak tanımlamak yanlış olmaz.
Ema aslında umut vadeden bir çıkış noktasına sahip; evlat edindikleri çocuğu iade eden bir çiftin evliliği bu zorlu süreç sebebiyle sarsılıyor. Ama Pablo Larraín, hikâye anlatmakla hiç ilgilenmeden ana karakter Ema’nın psikolojik durumunu betimlemeyi seçmiş. Bunu yaparken öylesine parçalı, soyut, hattâ anlamsız ölçüde gösterişli yöntemler kullanıyor ki film ne bir karakter portresi olarak ne de aile ve evlilik üzerine bir drama olarak amacına ulaşıyor. Ema bir dansçı, Gael García Bernal’in oynadığı eşi ise koreograf olduğundan filmde çok sayıda dans sahnesi yer alıyor. Bu sahneler şık biçimde çekilmiş ve filme ciddi bir enerji kattıkları da yadsınamaz ama bir noktadan sonra dans ve müzik bile anlamını yitirip amaçsız bir stil denemesinin parçasına dönüşüyor yalnızca.
Filmin büyük bölümü tuhaf bir ilişkiler ağına adanmış, zira Ema iade ettiği çocuğun yeni ailesini bulup hem yeni anneyi hem de yeni babayı baştan çıkarıyor. Bir yandan da kocasıyla ve dans grubundan diğer sevgilileriyle ilişkilerini sürdürüyor. Larraín iddialı filtreler ve ışıklar kullanarak çok sayıda sevişme sahnesi çekmiş olsa da tüm bu aşırı stilize edilmiş seksin Ema hakkında dişe dokunur bir şey söylediğine emin değilim. Aslında Pedro Almodóvar ya da Francois Ozon gibi daha oyunbaz bir yönetmen, bu çetrefil ilişkiler yumağından daha yaratıcı ve tutkulu bir film çıkarabilirdi, ama Larrain’in kendini fazlasıyla önemseyen aşırı ciddi üslubu, bu olasılığı da kısa sürede yok ediyor.
Olivier Assayas yeni filmi Wasp Network’le çok daha güvenli sularda yüzüyor. 90’ların başında Küba’dan ABD’ye kaçıp Miami’de casusluk zinciri kuran bir grup pilotun gerçek hikâyesi, kimsenin izlerken sıkılmayacağı akıcı bir film için ideal. Assayas da güzel mekânlarda yaşayan güzel insanların maceralarıyla dolu hoş bir seyirliğe imza atıyor zaten ama karşımızda yönetmenin en sofistike çalışmalarından biri yok maalesef. Yönetmen farklı politik örgütlerin, çeşitli istihbarat kurumlarının, aynı yolda farklı tercihler yapan iki pilotun, otelleri hedef alan bir dizi terör saldırısının öykülerini bir araya getirmekte zorlanıyor. Daha doğrusu hikâyeleri takip edilebilir kılmaya ve her şeyi iki saate sığdırmaya çalışırken yüzeysellikten kaçamıyor. Edgar Ramírez’in canlandırdığı pilot ve Küba’da bıraktığı eşine (Penélope Cruz) odaklanan bölümler, filmin duygusal açıdan en derinlikli parçası ama diğer bütün hikâyeler arasında bu çiftin etkileyici öyküsü de kaybolup gidiyor. Belki de Carlos’ta (2010) yaptığı gibi beş-altı saatlik, çok episodlu bir epik çekmek, Assayas’ın yakın tarihin bu kayda değer parçasını daha güçlü biçimde filmleştirmesine yardımcı olabilirdi.
Steven Soderbergh’in 2019’da Netflix için çektiği ikinci film olan The Laundromat, Wasp Network’e benzer şekilde, yaşanmış, çarpıcı bir olayı enerjik bir yaklaşımla, yıldızlarla dolu oyuncu kadrosundan destek alarak anlatıyor. Bu sefer söz konusu olan gerçekler, 2015’te Panama bazlı bir dizi belgenin internete sızmasıyla açığa çıkan finansal yolsuzluk skandalıyla ilgili. Soderbergh, eşini bir deniz kazasında kaybettikten sonra sigorta şirketinin peşinde koşarken vergi kaçırmanın bin bir yoluna tanık olan yaşlı bir kadının (Meryl Streep) rehberliğinde, birbiriyle ilintili çok sayıda öykücüğü bir araya getiriyor. Soderbergh’i Assayas’tan ayıran en önemli nokta, tüm bu hikâyeleri kendi kendiyle alay eden, eldeki ciddi meseleleri hafifleten (ama basitleştirmeyen), mizahi bir üslupla anlatması. The Laundromat hızla akıp gidiyor, her şeyi detaylandırmakla uğraşmadan bir öyküden diğerine atlıyor, sık sık doğrudan izleyiciyi muhatap alıyor, bütün finansal meseleleri açıklamaya ya da tüm öykülerini sonuçlandırmaya çabalamıyor. Bu tercihler sayesinde kâğıt üstünde kuru olabilecek bir film, hem derdini açıkça dile getirmeyi hem de bunu yaparken asık suratlı olmamayı başarıyor.
Streep’in yer aldığı bölümler dışında iki öykünün daha ön plana çıktığını söyleyebiliriz: açgözlü finansal danışmanından kurtulmaya çalışan Çinli bir milyarderin hikâyesi ve isimsiz bir Afrika ülkesinden getirdiği dev servetiyle keyif sürerken eşini kızının en yakın arkadaşıyla aldatan bir adamın öyküsü. Film ne zaman bu yan hikâyeleri bir kenara bırakıp Panama’daki hukuk firmasının yöneticilerini takip etmeye başlasa Soderbergh’in üslubu bir nebze didaktik, hattâ izleyiciye yukarıdan bakar hâle geliyor. Gary Oldman ve Antonio Banderas’ın oynadığı “hukuk danışmanları” vergi kaçırma cenneti sayılabilecek egzotik adalarda “kabuk şirketler” kurmanın aslında yasal olduğunu açıklarken zekice ve esprili şeyler söylemeye çabalıyorlar sürekli. Kısacası film kimin nasıl para akladığından ziyade bunu mümkün kılan yasal sistemle ilgileniyor ve bu konudaki eleştirisini fazlasıyla net biçimde dile getiriyor. Ama bu kısmi didaktiklik sorunu bir yana, The Laundromat’ın hem çok iyi çekilmiş ve kurgulanmış bir komedi olduğunu, hem de güncel bir skandalı başarıyla perdeye taşıdığını söyleyebiliriz.
Venedik Günlükleri 2019 #1
Venedik Günlükleri 2019 #2
Venedik Günlükleri 2019 #3
Venedik Günlükleri 2019 #5
Amerika’daki Western Washington Üniversitesi’nde sinema dersleri veren ve festivaller hakkında araştırma yapan Odabaşı, Cannes Critics Week jürisinde ve iki kez Berlinale Talents programında yer aldı.