Şu An Okunan
Venedik Günlükleri 2023 #1: Comandante, L’ordine del tempo, El Conde

Venedik Günlükleri 2023 #1: Comandante, L’ordine del tempo, El Conde

80. Venedik Film Festivali, etrafındaki tartışmaların etkisi ve merakla beklenen filmlerin gösterimiyle başladı. Festivalin açılışını Eduardo de Angelis imzalı Comandante yaparken Liliana Cavani’nin L’ordine del tempo’su ve Pablo Larraín’in El Conde’si seyirciyle buluşan filmler arasındaydı.

Daha başlamadan üzerine sayfalarca yazılıp çizilen, film seçkisiyle de çoğumuzu çılgına çeviren Venedik Film Festivali, birkaç ay öncesine kadar beklenen coşkudan uzak bir sekseninci yıl açılışı yaptı dün akşam. Hollywood’da WGA (Amerikan Senaristler Birliği) ve SAG-AFTRA’nın (Oyuncular Birliği) birbiri ardına greve gitmesinin, Netflix’in müdavimi olduğu ve basındaki popülerliği büyük ölçüde konuk yıldızlarla paralel olan Venedik Film Festivali’nin bu durumdan etkilenmesi elbette ki kaçınılmazdı. Luca Guadagnino, Zendaya’nın başrolünde oynadığı ve açılış filmi olarak belirlenen Challengers’ı seçkiden çekerek, festivale ilk darbeyi vursa da, Priscilla ile Ferrari’nin SAG-AFTRA şartlarını kabul ettiği haberleri sayesinde kırmızı halının boş kalacağından korkan paparazzilerin yüreklerine su serpilmiş oldu. Şaka bir yana, meslektaşları grevdeyken filmlerini tanıtmaya hakkı olan film ekiplerinin ve özellikle de oyuncuların üzerinde ciddi bir sorumluluk olduğunu unutmamakta fayda var. Şimdilik, bu görünürlüğün grevlere dikkat çekmek üzere kullanacaklarını tahmin edebiliriz. Diğer tarafta, Netflix yapımı filmlerin basın karşısında nasıl bir tavır takınacağı da merak konusu.

Senarist ve oyuncu grevlerinin yanı sıra, festival gündeminde olan diğer bir konu ise festivalin her biri birbirinden tartışmalı üç yönetmene seçkisinde vermesiydi: Roman Polanski, Woody Allen ve Luc Besson’un filmlerini, sanki tüm #MeToo tartışmalarına nispet yaparcasına bir araya toplayan festival direktörü Alberto Barbera’nın verdiği kararların yüzde yüz arkasında olduğunu belirten açıklamaları, tartışmaları daha da körükledi tabii ki. Görünürlüğün doğru kullanıldığı zaman ne kadar güçlü etkilere sahip olabileceğini söylemeye gerek bile yok. Bizim de festival günlüklerinde, muhtemelen birçok medya organı tarafından manşetlere taşınacak, üzerine tartışılacak ve belki de övgüler düzülecek bu üç ismi festival kapsamında ilk ve son kez zikrederek, bu görünürlüğü tersine çevirmeyi hedeflediğimizi belirtmek isteriz.

Comandante

Yukarıda festival açılışının sönüklüğünden bahsederken, sadece yıldız oyuncuların yer almamasından bahsetmediğimi de not düşeyim. Zira Challengers yerine festival açılışını yapan Eduardo de Angelis imzalı Comandante, sayısız ortak yapımcının katkısından şüphe etmediğim etkileyici prodüksiyonuna rağmen, İkinci Dünya Savaşı İtalyası’nda aktarmaya çalıştığı naif hümanizmiyle oldukça zayıf bir film. İtalyan Kraliyet Donanması’nda denizaltı komutanlığı yapan Salvatore Todaro’nun hayat hikâyesine dayanan film, bizlerin de Türkiye’nin tarih inşasında karşımıza çıkan ve ana fikri “düşmanız ama insanız” olan o çok iyi bildiğimiz hikâyeleri akla getiren bir anlatıya sahip. Todaro, sert mizaçlı, mistik yönlere sahip ve karizmatik bir denizci olarak tasvir ediliyor filmde. Savaşın başında Cebelitarık yakınlarında bir Belçika ticaret gemisinin ateşi altında kalınca karşılık veren ve gemiyi batıran Todaro, karşısında sağ kurtulan sivilleri görünce, kendi mürettebatının canını riske atarak onları kurtarmaya (Salvatore’un kelime anlamının kurtarıcı olması da ilginç bir detay) karar veriyor. Comandante, açık denizin enginliği ve denizaltının boğucu ve dapdaracık iç kısmı arasındaki kontrastı kullanarak başarılı bir görsel dil inşa ediyor. Bu bağlamda, teknik işçilik ve prodüksiyon tasarımı konusunda övgüyü hak eden filmin esas sorunu yukarıda da vurguladığım gibi hikâyesinde. Todaro, savaş ortamında bile ahlaki prensiplerine sadık kalarak, insanlığını koruyan bir figür olarak aktarılsa da film hiçbir zaman ‘düşman’ ve ‘insan’ arasında nasıl bir fark olduğunu tartışmaya açmıyor. Başka bir deyişle savaşı, sorgulanmadan kabul edilmesi gereken bir ön kabulmüşçesine ele alıyor. Elbette bu durum, filmin 1940 yılında geçtiği için bu sorgulamaya sebep olacak dehşetlerin henüz yaşanmadığı gerçeğiyle açıklanabilir. Ancak savaş, İkinci Dünya Savaşı’yla icat edilen bir kavram değil. Ve ne yazık ki, savaşı sorgulamaksızın aktarılan kahramanlık hikâyeleri, çoğu zaman milliyetçi duyguları tatmin etmekten başka bir amacı olmayan, hesapçı anlatılardan öteye gidemiyor. Comandante de bu anlatıların semptomatik bir örneği.

L’ordine del tempo

De Angelis’in filmini bir hayal kırıklığı olarak nitelendirerek haksızlık etmek istemem zira hemen ardından izlediğim Liliana Cavani’nin L’ordine del tempo’su bu sıfatı her yönüyle hak eden bir film. Festivalde Tony Leung’la beraber Yaşam Boyu Başarı Ödülü’ne layık görülen Cavani’nin doksan yaşına meydan okuyarak film çekmesi elbette etkileyici bir durum ancak bunun sanatsal üretim üzerinde bazı yıpratıcı etkiler yarattığı ihtimalini de akla getiriyor. Adından ve filmde defalarca tekrar edilmesinden anlaşılacağı üzere Cavani’nin filmi zamana dair farkındalığa ve bu farkındalığın insanlar arasındaki ilişkileri nasıl etkilediğine odaklanıyor.  Film, İtalya’da deniz kenarında buluşan orta yaşlı bir arkadaş grubunun, dünyaya bir asteroidin çarpma riski olduğunu öğrendikten sonra, son geceleri olduğunu düşündükleri bir akşamda yaşananlara odaklanıyor. Pişmanlıklarını, gerçekleşmemiş hayallerini ve arzularını birbirleriyle paylaşmaya başlayan bu karakterler o kadar karikatürize ve amatörce inşa edilmiş ki, insan filmi izlerken Cavani’nin bir drama mı yoksa bir satir mi çekmek istediğini anlamakta güçlük çektiğini belirtmem gerek. Film, fizikçi Carlo Rovelli’nin aynı adlı denemesinden ilham alsa da bu ilham yalnızca karakterlerin zamanla, uzayla ve fizikle ilgili birbirlerine neredeyse hiçbir bağlam olmaksızın sarf ettikleri cümlelerle sınırlı kalmış. Orta üst sınıf karakterlerin yanı sıra evde çalışan Perulu hizmetçinin de son derece alçaltıcı bir biçimde işlendiği filmde ne karakterlere ne de aralarındaki duyguların sahiciliğine inanmak mümkün. Lisedeki en yakın arkadaşına aşkını ilan eden Elsa’dan, bir anda hiç kimsenin bilmediği on iki yaşında bir oğlu olduğu ortaya çıkan Pietro’ya birbirinden mantıksız olayların zirve noktası ise tüm grubun dünyanın yok olacağını öğrendikten sonra coşkuyla Leonard Cohen’ın ‘Dance Me to the End of Love’ şarkısında dans ettikleri sahne. Cavani için şüphesiz ‘dünyanın sonu’ kendi sanat yaşamını yansıtan bir metafor. Ve tıpkı filmindeki karakterleri gibi onun da, veda etmeden önce gönlünden geçenleri beyazperdeye aktarmayı dilediğini söyleyebiliriz.

El Conde

İlk gün izlediğim filmler arasında Cavani’nin tutarsız burjuva karakterlerinden başka zamana kafayı takmış bir kimse daha yer alıyordu: Şilili yönetmen Pablo Larraín’in vampir olarak tahayyül ettiği diktatör Augusto Pinochet, namı diğer “El Conde”. Larraín, Şili’nin yakın tarihine ve biyografi türüne olan yakınlığıyla tanıdığımız bir yönetmen. Netflix yapımı filmi El Condeyle bu iki bağlamı harmanladığını söylemek yanlış olmaz. Vampir bir diktatör kesinlikle sayısız yaratıcı hiciv biçimini ve hikâye anlatımını akla getiren bir fikir. Belki de bu öncülün yarattığı beklenti sebebiyle Larraín’in sunduğu karakter, film evreni ve en önemlisi de siyasi hiciv kısmı yetersiz ve yüzeysel kalıyor. Sonradan kimliğini öğreneceğimiz bir dış ses tarafından bizlere tanıtılan Pinochet, esasen Fransız Devrimi öncesinde Claude Pinoche olarak doğan ve ölümsüz olduğunu fark ettikten sonra yaşamını dünyada gerçekleşen devrimleri başarısızlığa uğratmaya adayan bir vampir. Yüzyıllar boyunca saklandıktan sonra Şili’yi ülkesi edinen Pinochet’yi, onca yıllık iktidarından sonra ona sırtını dönen ülkesi yüzünden küskün ve ölmeye hazır bir hâlde buluyoruz. Babalarının ölmeye hazır olduğunu öğrenen çocukları mirasının, eşi ise ölümsüz olmanın peşinde. Bir de ortada Pinochet’nin mal varlıklarını hesaplamak için geldiğini iddia eden ama aslında ruhundaki ele geçirmeye çalışan Carmen isimli bir rahibe var. Ortaya çıkansa bilindik Drakula anlatıları ve Succession (2018-2023) karışımı, siyasi hicvi yalnızca bir araca indirgeyen alaycı bir karışım yalnızca.

El Conde, birçokları tarafından ‘Venedik’in bu yılki Bardo’su’ (2022) olarak nitelendirilmesine sebep olan etkileyici ve minimalist bir görsel dile sahip. Ancak burada esas sorulması gereken, Netflix’in festival odaklı filmlerinde, bulunmamasının bir istisna olduğu teknik yetkinliğin ne amaca hizmet ettiği. Zira El Conde’nin de tıpkı Bardo veya geçtiğimiz yıl Venedik’te gösterilen bir başka yapım Athena (2022) gibi şık ama içi bomboş bir görselliği var. Larraín’in, Pinochet’nin Şili’de sebep olduğu kıyımlara ve yolsuzluklara, Carmen’in aile üyelerine babalarıyla ilgili soru sorduğu sahnede yalnızca sözle değinmesi bu görselliğin söylemsel anlamda hiçbir karşılığının olmamasının en somut kanıtı. Pinochet’nin insan kalbinden yaptığı smoothie’yi en az üç kez görsek de, işlediği suçların yalnızca sözle geçiştirildiğine şahit oluyoruz. Filmin sonlarına doğru absürt bir biçimde hikâyeye dahil olan Margaret Thatcher (evet, yanlış duymadınız) filmin tarihsel ağırlığını tamamen ortadan kaldırıyor. Tarihsel travmaların özneleri olan politikacıları, diktatörleri mizah perspektifinde ele almak hiçbir zaman kolay olmamıştır. Ancak Larraín, bunu deneyip de başaramayan bir filme değil aksine, umursamayan ve bu imkânsızlıkla alay eden, neredeyse Tavşan Jojo’nun (Jojo Rabbit, 2019) uzaktan akrabası diyebileceğimiz bir yapıma imza atmış.

Festivalin ilk günlüğünü hayal kırıklıklarıyla noktalasam da bir sonraki yazımda ele alacağım Ferrari, Bastarden ve The Story of Henry Sugar’dan çok daha umutlu olduğumun da notunu düşeyim.


80. Venedik Film Festivali’ni takip eden Öykü Sofuoğlu’nun festival izlenimleri Altyazı’da. Günlüklerin tamamına ulaşmak için tıklayın: ‘Venedik Günlükleri 2023

© 2013-2022 Altyazı Aylık Sinema Dergisi / Altyazi.net'in içeriği dergi yönetiminden ve yazarlardan izin alınmaksızın kullanılamaz.