Belmin Söylemez: Şehre Bakmak, Aramak, Aramak
Belmin Söylemez’in 2000’li yılların başından bugüne uzanan sanatsal yolculuğu devinerek ilerlemeye, farklı ifade ve biçim alanlarına yer açmaya, şehre bakmaya devam ediyor. 26. Uçan Süpürge Uluslararası Kadın Filmleri Festivali’nin hazırladığı retrospektif vesilesiyle yeni kuşaklarla buluşan Belmin Söylemez filmografisinin anlatmaktan çok anlamaya dayalı sineması bilhassa bugünlere dair çok kıymetli bir iyileştirici güce sahip.
atlas denizlerinden geldim
önümde dalgalar vardı
arkamda dalgalar
dalgalar bitince
ben de biterim
– Âsaf Hâlet Çelebi
Şehirlerin yolları, döküntüleri, ağaçları, manzaraları var. Başı sonu belli olmayan, bir yaşantı döngüsünün süregittiği, bir tür toplu varoluş hâli; hiç durmaksızın devinen, dönüşen, karmaşık kalan bir keşmekeş. Bu ilk bakışta korkutucu intiba, şehir, ezer geçer kişiyi, yaşayanı, dokunanı. Kimisi için bir manzaradan ibaret kalır, kimisi için bir kaos, bir yorgunluk hâlidir… Hele İstanbul, bakması görmesi en zor ve en kolay olanı belki. Tam ortasından ikiye ayrılmış bir toprağın iki yakasında, kıyılarında, derinliklerinde, ele avuca sığmaz, anlama gelmez İstanbul. Herhâlde ondan olacak, bakanı, göreni, izleyeni hep olmuş. Orhan Veli’nin kapalı gözlerinden, Tanpınar’ın sandallarından, Yahya Kemal’in bir tepeden izlediği bir manzara sunmuş kendisini görenlere, duyanlara. Bu hoyrat, içinde yaşaması zor şehrin ancak bugüne, o âna odaklanarak alımlanabileceğini, sürmekte olan bir dalganın içine girip çıkmanın tek mümkün yol olacağını sezmiş o gözler, kulaklar…
Belmin Söylemez’in 2000’li yıllarda başlayıp günümüzde devinerek, dönüşerek devam eden sanatsal yolculuğunun temelinde de (bu) şehre bakmanın ve görmenin özü var. Bir çift gözün bakışını, gördüklerini, görmediklerini, hatta bazen hoyratça maruz kaldıklarını saklı tutmaktan, kayıt altına almanın kurtarıcılığına dokunmaktan el alan bir öz bu. Aynı zamanda şehrin sunduklarını kendi bakışına ait kılan ve onu şehre iade eden bir diyaloğu var Belmin Söylemez filmlerinin. 26. Uçan Süpürge Uluslararası Kadın Filmleri Festivali’nin Söylemez’in yapıtına ayırdığı ve geçtiğimiz günlerde Ankara seyircisiyle buluşturduğu retrospektife seçilen başlık da bu bakışın ve diyaloğun sarih bir ifadesi: ‘Şehirde Kâinatı Aramak’.
Şehrin Eşiği
Söylemez’in ilk olarak geçtiğimiz yıl seyirciyle buluşan Ayna Ayna’sı (2022) usul usul ilerleyen, kendini tekrar tekrar bulan ve yeniden farklı yönlerden yeşeren bu yolculuğu göz önüne taşıdı ve yeni kuşaklarla tanıştırmaya başladı. Yönetmenin ilk uzun metrajından on sene sonra gelen bu ikinci film, Söylemez’in geçtiğimiz yirmi yıla yayılan sanatsal üretiminin yaşama, şehre ve İstanbul’a bakışının ucuna yerleşmiş geniş bir seyir terası işlevi görüyor bugünlerde. Üzerine ulaşıp şehre, yaşadıklarımıza, dokunduğumuz insanlara, kendimize bakıp her birimizin hayatının üzerinden geçen yirmi-küsür-yılda başımıza gelenleri aynalıyor, bu bir çift gözün bakışına da yeni bir zemin kazandırıyor.
Yönetmenin pek çokları için yakın dönem Türkiye sinemasının en kendine has örnekleri arasında sayılan ilk uzun metrajı Şimdiki Zaman (2012), bu görme ve izleme hâlinin bir diğer köşe taşı şüphesiz. 2010’lu yılların başında, İstanbul’un bir tür dönüşümün eşiğinde olduğu, belki de o kesintisiz süregiden dalganın tepe noktasından aşağı dökülmeye başladığı bir noktayı anıtlaştırıyordu. Şehirde var olma mücadelesi veren, kendisi de kişisel bir dönüşüm ve kopuşun eşiğine gelmiş bir kadının bugününe bakıyordu film. Gitmek ve kalmak, kalıcılaşmak ve toza karışmak arasında yaşayan karakterinin, artık sertleşmekte olan bir devinimi hissettirmeye başlayan şehirle ilişkisini hikâyeleştiriyordu. Dokunduklarıyla, karşılaştıklarıyla, etrafındakilerle…
Şimdiki Zaman’ın isminden başlayıp yıllar sonra zihinde bıraktığı izlere kadar her noktasına sinen detayı, zaman mefhumuna yaklaşımı elbette. Zamanı, aktığı, geçtiği, gittiği ve yok olduğu bir bağlamdan ziyade durduğu ve yalnızca kendisine ait olduğu anlarla algılamaya açık bu film, şehirdeki o geçici varoluşunu kahve falıyla yaratmaya çalışan bir karakterin dünyasına davet eder seyirciyi. Şimdiki zamanın tek kerteriz olduğu, tanışıklığın ötesinde bir insaniyete dayanan bu ritüel, Söylemez’in belki de tüm eserlerine sinen yaklaşımına dair yadsınamaz bir ifade gücü sunar. Zamanın iki yakasına da açılan, hatta kimi zaman o ikisini birleştiren bir tür ortaklık hâli, sosyal bağlamıyla da bu ortaklığı yineler zira. Telvenin bıraktığı izlerin tamamen kişisel, zihinsel çağrışımlarına ve aynı oranda insaniyetine, doğallığına başvuran bu bir araya gelme biçimi hem imajın anlamını yorumun kendisine ait kılar hem de o ânın birlikteliğine, belirlenemezliğine bağlıdır. Seyirciyi de bu imajı yorumlamaya davet eden yapısıyla Şimdiki Zaman da şehrin şimdisinde tutuyordu bizi; geçmişi, geleceği, bugünü, her birini birbirinin içinde yaşatarak. Ve şehrin esas dalgalarını oluşturanları, insanları, onların ruh hâllerini kadrajın merkezi hâline getiriyordu.
Şehrin Odağı
Söylemez’in 2000’lerin başında başlayan ve kısadan uzuna, belgeselden kurmacaya, deneysele uzanan sanatsal yolculuğunun her bir durağı da bu insaniyetin farklı görüntülerini sunuyor. Ve sinemanın bu farklı görünümlerini anlatının ve kişisel bakışın lehine birbirlerinin içine çekiyor, sınırları esnetiyor, her birini yeniden işlevselleştiriyor. Israrla şehrin insanlarına, seslerine ve hikâyelerine bakarak onları çoğullaştırıyor. Yönetmenin en sevilen, bilinen eserlerinden Bıyık (2000), şehrin beyliğine, bir erkeklik performansı olarak vuku bulan bıyıklara ve onun sahiplerine bakıyor örneğin. İstanbul’dan Maraş’a, bıyık sevdalılarının bıyıklarıyla böbürlenmelerine, sahip oldukları insani bir uzvun mevcudiyetine dair absürd sahipleniciliklerine alan açıyor. Israrcı ve tempolu bir tekrarın yarattığı mizahi duygudan güç alan film, aynı rotadan bakışının hassaslaşmasına ve anlamın hem kalınlaşmasına, hatta bir miktar ironikleşmesine doğru itiyor seyirciyi.
Benzer bir tekrar yönteminin ve hem erkeklik görünümlerinin hem de kişisel böbürlenmenin alanında geçen bir diğer filmse 34 Taksi (2004). İstanbul’un taksilerinin içine ve gündelik yaşamına giren bu film, taksicilerin yaşantısını belgelerken mutlaka ki taksicilerin kendi bakış açısında kalıyor. Yönetmenin kafasındaki anlamı dayattığı, gördüklerine mana yüklediği bir anlatım tarzından ziyade şehrin önemli bir parçası olan taksicilerin gözüne, sözüne teslim ettiği bakış açısı bir tür insaniyet ortak zemini barındırıyor. Söylemez’in taksilerin içinden bakan fakat şehrin dokusunu, yaşantısını ve izlerini epey kolay ve yalın bir yoldan görünümün parçası yapan bakışı görünenin ardındaki kişiselliği ve sahiciliği arıyor sanki. O bir çift gözün peşinde, gördüğümüzü tekrar görmeye, üzerine düşünmeye davet ediliyoruz.
O bir çift gözün dikkatini odakladığı bir başka örnek ise Pencereler (2002). Çift kanallı bir video işi olarak üretilen ve hem bir çift gözü hem de çift kanatlı bir pencereyi andıran bu eser açılıp kapanan, kimi zaman oyunbaz biçimde bir tarafını kapalı tutan, kimi zaman odağını tek bir yerde toplayıp bakışını tamamlayan bir biçimsellik arz ediyor. Ve Söylemez’in her bir filminde yeniden düşündüğü formu, imajı farklı bir bağlama taşıyor. Şehrin arka sokaklarına, onların binalarındaki pencerelere dönen kamera(lar) sanki yönetmenin kendi bakışını, gözün dolayımını beyan etmek istercesine ekranı da ikiye bölüyor. Sessiz, saygılı, gözlemci bir hissi usul usul örerken etnografik bir bakışa kaymamayı, gördüklerini yapısallaştırmamayı beceriyor bir yandan da, anlamı dışardan dayatmayı reddediyor. Belmin Söylemez sinemasının alametifarikalarından biri de bu olsa gerek. Gördüğümüz, denk geldiğimiz her Belmin Söylemez filmi için zikredebileceğimiz bir ifade zira bu.
Şehrin Kıyıları
Bir çift gözün baktığı yerden kapsayıcı bir kâinat hissini sağan en dikkat çekici eserlerden birisi de 2001 tarihli Dalgalar elbette, Belmin Söylemez filmografisinin en kıymetli parçalarından biri. Şehrin kıyısında, Boğaz’ın beton sahillerinde yüzen, yüzmeyi öğrenen ve avare yaz aylaklıklarını paylaşan genç erkeklerin dünyasına giren film, konusunun etrafa yaydığı tüm hislere karşı ortaya koyduğu geçirgenlikle anlam kazanıyor. Çocuklarla birlikte kameranın da suya girip çıktığı, dalgaların uçarılığını çocukların hedefsiz ve istemsiz enerjisiyle eşleyen filmin tarifi zor, hassas bir yaşam gücü var her bir karesinde. Söylemez’in bakmak, görmek, anlamak ve kendisine ait olmayan sesi, sözü içerebilmek üzerine kurulu bakışının en özel örneklerinden biri Dalgalar. “O şehirde yüzülmez diyorlardı” diye başlayan ve bir grup çocuğun denizle, yüzmeyi öğrenmekle ilişkisine alan açan film, biçimsel olarak da ses ve görüntü arasında hiyerarşik bir ilişki kurmaktan kaçınan, bu ses-görüntü eşliğini daha fazla ve daha çeşitli söz lehine daima esneten Belmin Söylemez sinemasının da kurucu öğelerinden birisi sanki. Şehrin kıyılarında salınan, dolaşan, nefes alan bir eşlik sineması bu, anlatmaktan çok anlamaya öncelik tanıyan.
Belmin Söylemez’in ses ve görüntü arasındaki ilişkiyi sorgulayan, onlar arasındaki ilişkiyi daima esneten biçimsel üslubunu birçok başka kısasında da gözlemek mümkün. Şehirde kaybolma fikrinin peşinde dolaşan Zap! (2000) bunlardan biri. Şehirde kaybolan köpeğini arayan bir karakteri takip ederken bir yandan ses bandında radyo kanalları arasında zaplayarak ilerleyen film, doğası gereği kopmaları, susku anlarını bu anlatının çok temel bir yerine yerleştiriyor. Söylemez’in farklı dönemlerde İstanbul’un yaşadığı kakofonik seçim ortamlarını kayıt altına alan Bugün İstanbul Ne Kadar Güzel (2005) ve Bu Ne Güzel Demokrasi! (2008) gibi filmlerinde de sesin ifade gücünü doğrudan kullanan yapılar mevcut. Sinemanın konvansiyonel yapısı gereği görüntünün ve görünenin tahakkümü üzerine yapılandırılmış ses-görüntü ilişkisinin yapısallığını tersine çeviren bir etkisi var bunun.
Ses ve görüntü arasındaki hiyerarşik yapıyı sorgulayan Belmin Söylemez sinemasının bu çerçevenin dışını gören bakış açısı, bizzat üretim biçimi ve yapım yaklaşımına da yansıyor öte yandan. Belki de tüm filmlerinin merkezini oluşturan, başkalarının sözlerine ve seslerine alan açan anlam dünyası yapım mantığının da önemli bir merkezi. Sektöre ve kariyerine Bilge Olgaç’ın asistanı olarak başlayan, Bilge ve Öğrencisi: Bir Reji Asistanının Günlüğü’nde (2014) de bu deneyimi set günlükleri olarak tasarlanan ses bandıyla arşiv görüntüleri arasında mekik dokuyarak filmleştiren Belmin Söylemez’in film üretim biçiminde doğru insanları yaratıcı sürecin parçası yapmak önemli bir rol oynuyor. Bir işbirliği şeklinde vuku bulan Hayatımın Fotoğrafı (2003) da bunun önemli örneklerinden. Fotoğraf sanatçısı Orhan Cem Çetin’in Oda Projesi kapsamında Galata sakinlerinin yaşamlarına odaklanan fotoğraf projesinin yapım sürecine tanıklık eden Söylemez hem bu yapımın kaydını tutuyor hem de onu yeni bir bağlama taşıyarak genişletiyor. (Pencereler de Hayatımın Fotoğrafı da Oda Projesi çerçevesinde hazırlanmış ve Hayatımın Fotoğrafı İstanbul Bienali kapsamında Oda Projesi’ne ayrılan ‘Oda Buluşmaları’nda gösterilmişti.) Hem Şimdiki Zaman’daki değişimin kıyısı hissini hem de Pencereler’deki şehrin sokaklarına merakla yaklaşan bakışı hatırlatırcasına Kuledibi’nin oradan artık taşınmakta olan mukimlerine hayatlarında en sevdikleri fotoğraflarını soruyor ve onları film evrenine taşıyor. Yine kendi anlamını dayatmaktan, etnografik göze kaymaktan imtina eden, kendini özneleştirmekten kaçınan, sözü kameranın nesne ettiği anlam alanına bırakan o kendine has bakışla…
Şehrin Kurtuluşu
Şimdi dönelim, bugünlerde üzerinde gezindiğimiz seyir terasına, Ayna Ayna’ya… Aynı Şimdiki Zaman gibi, diğer tüm Belmin Söylemez eserleri gibi, üretildiği zamanın ruhuna karşı duyarlı, onu hem yansıtan hem de içeren bir film Ayna Ayna. Hem sanat yönetimindeki özende, detaycılıkta hem de konusuna yaklaşırken karakterlerin kişisel motivasyonları ve etraflarındaki dünya arasındaki dengeyi kurarken çok dikkatli bir film. Üçü de toplumun sunduğu normların dışında bir hayat arayan kadın karakterlerinin yaşamla ilişkilenmelerini takip ederken ne onlar arasında bir ayrım ya da önem hiyerarşisi gözetiyor ne de onlara karşı bir dramatik anlam dayatması çabasına giriyor Belmin Söylemez’in rejisi. Yönetmenin her bir eserinde olduğu gibi, anlatıcının manipülasyonundan çok anlatılanın sözüne eriştiği, kendi yolunu aradığı bir anlatı takip ediyoruz. Dolayısıyla gerek senaryo matematiği gerek bu senaryonun film evrenine aktarılma biçimi açısından dramatik dönemeçleri, alışıldık hikâye anlatımı numaralarını kullanmaktan kaçınan, karakterlerini aynı bir dalganın akışı gibi, geçişken, salınım hâlinde ve akışın içinde görmeye çalışan, klasik hikâye anlatımının çabuk yollu anlam dayatıcılığı yerine hayatın sıradanlığını, küçüklüğünü arayan ve seyircisini bu küçük anlara karşı duyarlı kılmaya gayret eden bir yapısı var Ayna Ayna’nın. Bu karakterlerin dünyadaki amaçlarını, başardıklarını ya da başaramadıklarını ‘anlamak’tan ziyade o toz zerreciklerine karşı duyusal bir nezakete davet ediyor seyircisini.
Sözü ve anlam dünyasını çoğullaştırma, tekil bir ‘efendi’nin elinden çıkan anlam dünyası yerine seyirciyi bu anlam arayışının içerisine çeken yönetmen yaklaşımı, Ayna Ayna‘nın üretim biçiminde de kendini gösteriyor. Söylemez’in -uzun yıllardır birlikte çalıştığı, pek çok filminin ortak senaristi ve yapımcısı Haşmet Topaloğlu’yla birlikte- bir sacayağı gibi bütün yapıyı etraflarına yerleştirdiği üç karakterin tamamı, onları canlandıran oyuncuların yaşamlarından izler, bağlantılar barındırıyor. Filmin genç oyuncu adayı Aylin’i canlandıran Manolya Maya ilk oyunculuk deneyimiyle filmde yer alıyor örneğin. Frida karakterini canlandıran Şenay Aydın ise Frida Kahlo hayranlığı ve bu konuda bir oyun hazırlama isteğiyle karaktere doğrudan ilham vermiş ve Ayna Ayna‘nın yazım sürecinde önemli bir rol oynamış. Tiyatro alanında oldukça önemli bir kariyere sahip olan Laçin Ceylan’ın canlandırdığı Lale karakteri ise Ceylan’ın hayatından doğrudan izler taşıyor. Uçan Süpürge kapsamında düzenlenen ustalık sınıfında, oyuncuların yaklaşımını anlamak için geçmişte kendisi de oyunculuk kurslarına katıldığına değinen Belmin Söylemez, 2016’da Laçin Ceylan’ın BiTiyatro’da verdiği kursları izlediğinde rüyaları senaryoya katmanın yolu konusunda bir yol edinmiş ve Lale karakteri oluşmuş. Özetle, bu kurmaca, yapılandırılmış dünyayı gerçek hayatlar ve ilham kaynakları, daha önemlisi gerçek hayaller ve gerçek yaşam motivasyonlarıyla aydınlatıyor Belmin Söylemez. Pek çok belgeselinde kurmaca unsurlarını, dışavurumcu parantezleri kullanmaktan çekinmeyen yönetmen, bu kurmaca filmde de belgesel unsurlarını kurmaca ve hakikat arasında köprüler kurmak, onları beraber yaşatmak adına kullanıyor.
Bunu, Ayna Ayna‘nın bağlandığı ve seyircisine ulaşmayı tercih ettiği yerle ilişkilendirmek de mümkün. Zira hem Belmin Söylemez filmografisiyle net bağlantılara sahip hem de ondan bazı noktalarda ayrılan bir film Ayna Ayna. Tüm o akışkan, yaşayan ve zamanın ruhuna duyarlı yapının yarattığı açmaza bir çözüm önerisi var çünkü bu kez Söylemez’in. Yönetmenin ifadeleriyle “Toplumun çizdiği rol modellerin dışında bir yol çizen, kendi ayakları üzerinde durmaya çalışan” üç kadının hikâyesini izliyoruz film boyunca. İstanbul’un son yirmi yılda geçirdiği dönüşümü, gitgide kaotikleşen, kalabalıklaşan, karanlıklaşan dünyasını da düşününce bir çıkışsızlığa doğru itiliyor Ayna Ayna‘nın karakterlerinin her biri. Uzun bir süre kendi kaderlerini ellerine almakta zorlanıyor, güçlü birer özneye dönüşmüyorlar. Söylemez’in kurduğu hakikate yaslanmaktan kaçınmayan yapı, karakterleri ve filmin dünyasını epey karamsar yollara sürüklerken tüm bunlara panzehir olacak, hem karakterleri hem seyirciyi hem de İstanbul’un kendi hâlindeki mukimlerini ‘kurtaracak’ bir yolu bu dünyaya getirmekten kaçınmıyor yönetmen. Kolektif tiyatronun, rüyaların anlatılmasının, havadaki toz zerreciklerinin ve her şey bir yana, bir arada olmanın, birbirine ait olabilmenin, başkasında yaşayabilmenin gücüne bırakıveriyor kendisini. O çıkışsızlığın karşısına dayanışmayı, bir arada olmayı, birbirini kurtarmayı getiriyor.
Bunun elbette, Belmin Söylemez filmlerinin sahip olduğu müstesna zaman algısıyla bağlantıları mevcut. Havaya yayılan kolektif duyguları, ortak zaman algılarını sezmekte, görmekte, onları filmlerinin parçası yapmakta usta bir isim Söylemez. Bu, Ayna Ayna için de geçerli şüphesiz. Zira bu şehri, bu iki parçalı anakarayı yaşayanlar, ona bir süredir tanıklık edenler giderek karanlıklaşan, kaotikleşen, çıkışsızlaşan şehri, dönüşümün ve değişimin bu kadar sert ve net olduğu günlerde yaşamaya, bir yandan da ayakta kalmaya çalışmaya devam ediyorlar, buna alışıklar. Söylemez’in incelikli rejisinin kudreti de bunu görebilmesinde. Gece vakti sokakta salınan bir karakterin yürüdüğü alt geçidin duvarlarında, odak dışında görülen o polis bariyerlerini, şehrin arka sokaklarında yürümenin yarattığı hissiyatı, tüm bunları şehirde bir kadın olma algısı ve gerçekliğiyle -sinemamızda hiç alışık olmadığımız biçimde- hem gerçekçi hem de kişisel hislerle, keskin bir inandırıcılık ve ortaklık duygusuyla bir araya getiriyor yönetmen. Ama işte, o bir çift göz, bakışın belirleyiciliği, bakmanın ve görmenin mevcudiyeti esas gerçekliği yaratıyor ve öneriyor. Birbirimize tutundukça, dayanışma kanallarını güçlü tuttukça, beraberce ürettikçe yaşadık, yaşayacağız. Ve anlama dokunacağız. Ya da en azından öyle sanacağız, beraberce.
Peki kâinat burada mıdır? Bilmek zor. Arama hâlinin, yolları aşındırma biçimlerinin kendisi ise bizleri, sanata merakla bakanları ve gücü filmlerde, hikâyelerde bulanları bir araya getiren şeylerin başında geliyor. Belki umutlu ve kaygısız olması fazla mesai gerektiren bu zor günlerde bunu yeniden görmeye çalışmak pek çok şeye tutunmanın yollarını barındırıyor. Bakmaya ve görmeye çalışmak, kâinatı bulmak için değil aramak için aramak esas ortak noktayı yaratıyor. Belmin Söylemez’in Ankara’yla buluşan İstanbul filmlerini takip etmek, bunları ve dahasını düşündürdü takip edenlere geçtiğimiz günlerde. Pek çokları için de hem eserleriyle hem de sunduğu sanatçı personasıyla ilham verdi Belmin Söylemez, geleceğe, bugüne ve şimdiye, en çok da şimdiye dair kuvvet ve merak verdi. Bu yazıyı yazma gayretindeki kişiye de Agnès Varda’nın üretirken gören gözlerini, Tanpınar’ın şehrin insanlarının ruhuna sızan bakışını, zamana hassasiyetini ve İstanbul şairlerinden Âsaf Hâlet’in Mariyya’sını, dalgalara sadakatini hatırlattı. Denizler dökülür, zaman akar, dönem değişir ama dalgalar sürer; baktıkça ve gördükçe, beraber yaşadıkça sürer; dalgalar biterse biz de biteriz.
Belmin Söylemez’in 26. Uçan Süpürge Uluslararası Kadın Filmleri Festivali kapsamında düzenlenen ustalık sınıfının tamamını izlemek için tıklayın.
1988'de İstanbul'da doğdu. İstanbul ve Mimar Sinan üniversitelerinde sosyoloji eğitimi aldı. Çeşitli yayınevlerinde editörlük yaptı, sinema ve edebiyat üzerine yazılar yazdı. 2017 yılında yazmaya başladığı Altyazı’da editör ve yazı işleri müdürü olarak görev alıyor. SİYAD ve FIPRESCI üyesi.