Ballerina: John Wick Evreni Genişliyor mu?

Aksiyon filmlerinin günümüzde icra edilme şekli, tür içinde bir yol ayrımına işaret ediyor. Girişinde “dublör” tabelası bulunan yolda ilerleyen John Wick evreni, uzun süredir beklenen spin-off’u Ballerina ile genişleme gayesinde.
Tanju Baran
Yakın dönemin en büyük iki aksiyon serisinin son filmleri, Görevimiz Tehlike: Son Hesaplaşma (2025) ve John Wick (2014) evreninden çıkan ikinci yan öykü Ballerina birkaç hafta arayla vizyona girdi. İkisinin de pazarlama stratejisinin ve alımlanma biçiminin merkezinde dublörlük var. 2026 ve 2027 yıllarında Oscar ödüllerine eklenecek iki kategoriden birinin dublörlük olması tesadüf değil. Sinemanın emekleme döneminden beri var olan aksiyon türünün günümüzde icra edilme şekli, bir yol ayrımını temsil ediyor. Bir tarafta, dijital devrimlerle beraber büyük bütçeli aksiyon filmlerinin merkezine yerleşen, sinema tarihinin en büyük gişe rakamlarına ulaşan Marvel Sinematik Evreni’nin bayraktarlığını üstlendiği yeşil ekran teknolojisine dayalı anlayış var. Diğer tarafta teknolojiyi reddetmeyen lakin bir asır önce Buster Keaton akıl almaz aksiyon sahnelerini nasıl tasarlıyorsa, yarım asır önce Jean-Paul Belmondo bir kamyon kasasının arkasında tepeden aşağı nasıl atlıyorsa aksiyonu o şekilde icra etme ısrarından geri adım atmayan “geleneksel” kanat var. Görevimiz Tehlike ve John Wick, kadim aksiyon anlayışını devam ettiren en önemli seriler ve karşıt cenah kadar kendi aralarındaki benzerlikler ve ayrımlar dikkat çekici.
Tom Cruise, her zaman büyük bir isimdi lakin bugün kendisiyle özdeşleştirdiğimiz aksiyon yıldızı hüviyetini çok sonradan edindi. 2005 yılı o yolda bir dönüm noktasıydı. Mayıs ayında Oprah’a konuk olduğu programda koltuğa çıkıp deliler gibi sıçrayarak Katie Holmes’a ilanı aşk eden Tom Cruise, ilk videosu birkaç hafta önce yüklenen YouTube’a düşen ilk ünlü şerefine nail olarak bir alay konusuna dönüşmüştü. Birkaç ay sonra, Brooke Shields’ın hamilelik sürecinde yaşadıkları üzerinden Scientology’nin en büyük rakibi psikiyatriyi/psikolojiyi “sözde bilim” olarak nitelemesi kamuoyundan büyük tepki toplamıştı. Yıl sonuna doğru South Park’ın, Tom Cruise’un “gizli eşcinselliğine” de göndermede bulunan ve Scientology’iyle o güne kadar görülmemiş bir açıklıkla dalga geçen Trapped in the Closed bölümünden sonra kendisini derin bir kuyunun dibinde bulmuştu. Tom Cruise’u kuyudan çıkartan şey, sonrasında Görevimiz Tehlike aracılığıyla edineceği “son aksiyon kahramanı” personası oldu. O güne dek türden türe atlayan çok yönlü Tom Cruise, yaşadığı düşüşten sonra kariyerini aksiyon türüne vakfetti. Kuyudan çıkarken tutunduğu ip de dublör kullanmak yerine helikopterden helikoptere atlamak, gökdelenlere tırmanmak, bir uçağın dış kapısına tutunarak defalarca tekrar almak gibi tehlikeli aksiyon sahnelerini bizzat kendisinin üstlenmesiydi, tıpkı Buster Keaton gibi. Çağın ruhu değişirken dönüşüme adeta tek başına meydan okuyan Tom Cruise’un her yeni Görevimiz Tehlike filminde dublör kullanmadan yaptığı çılgınlıklar birer PR malzemesi olarak eş zamanlı paylaşıldı ve safkan “eski usul aksiyon” propagandası tüm dünyaya dalga dalga yayıldı.
Aynı geleneğe bağlı John Wick serisi de tepeden tırnağa dublörlük ürünü lakin zıt bir noktadan besleniyor. Tüm kariyerini dublörlüğe ve dövüş sanatına adayan, Matrix serisinde Keanu Reeves’in dublörlüğünü üstlenen Hollywood “emekçisi” Chad Stahelski, John Wick’le beraber yönetmenliğe adım attı. Her ne kadar yakın gelecekte birçok projede yönetmen koltuğunda görecek olsak da Stahelski bugüne dek John Wick serisine sadık kaldı, serinin üzerinde nerdeyse on yıl boyunca çalıştı, her bir dövüş koreografisini ilmek ilmek ördü. Serinin diğer yaratıcısı David Leitch de dublörlükten gelme. Stahelski’nin şimdilerde ayrı olduğu eşi Heidi Moneymaker da dublör ve John Wick evrenine konuk olan Halle Berry gibi oyuncuları bizzat aylarca çalıştırdı. Görevimiz Tehlike dublör kullanmama ile ön plana çıkarken John Wick evreni tamamen dublörler tarafından inşa edildi. Görevimiz Tehlike ve John Wick birer tek adam filmi ve merkezlerinde hem kurgu kahramanları Ethan Hunt ve John Wick, hem gerçek starlar Tom Cruise ve Keanu Reeves var. Görevimiz Tehlike tek adam Ethan Hunt’ın etrafına bir ekip kurup söz hakkını ve tüm yetkileri Tom Cruise’a verirken John Wick hep yalnız ilerledi fakat kamera arkasında Stahelski, Leitch, Kolstad gibi isimlerin yer aldığı bir kolektif bir akıl vardı.
John Wick’i diğer aksiyon serilerinden ve Görevimiz Tehlike’den ayrıştıran birçok unsur var. Titrek kamera (shaky cam) kullanımının aksiyon sinemasını domino ettiği bir dönemde John Wick projesini yaratan Stahelski ve Leitch ikilisi, kamerayı bir şeyleri gizlemek için kullanma fikrini ilk filmden itibaren reddettiler. John Wick serisindeki bütün dövüş sahneleri pürüzsüz ve sabit planlardan oluşuyor. İster çölde bir atlı kovalamaca olsun ister Japonya’da kiraz çiçekleriyle süslü bir çatıdaki kılıçlı mücadele, hiç fark etmiyor, sahnede olan bitenler berrak bir şekilde izleyiciye aktarılıyor. Görüntü yönetimi ve kurgu, işin mutfağından gelen ve hayatını dövüş sanatlarına adayan ekibin yarattığı sahneleri ön plana çıkarmak üzerine kurulu. Teknik özelliklerinin yanında John Wick, çağımız filmlerinde kolay rastlanmayacak kadar aksiyon janrıyla iç içe. Aksiyon türünün bizzat kendisi John Wick için bir kaynak. Türün nerdeyse tüm alt başlıklarında dolanarak hem besleniyorlar hem de saygı duruşunda bulunuyorlar. Doksanlar aksiyonunun kült siması Mark Dacascos, spaghetti westernin yüzlerinden Franco Nero, Ip Man serisiyle Uzakdoğu dövüş filmlerinin popülerleşmesine büyük katkı sağlayan ve Zatoichi varyasyonu olarak John Wick evreninde arzı endam eden Donnie Yen, Baskın filmleriyle isimleri olmasa da cisimleri türün hayranlarının zihnine kazınan Endonezyalı Cecep Arif Rahman ve Yayan Ruhian, Shogun dizisiyle yeniden Batı’ya açılan Hiroyuki Sanada gibi isimler seri boyunca John Wick’in yanında veya karşısında mücadele ediyor. (Bu isimlerin birçoğu da birer dövüş sanatları ustası ve geçmişlerinde dublörlük var.) Keanu Reeves’i Laurence Fishburne ve “Anahtarcı” Randall Duk Kim tekrar buluşturarak Matrix nostaljisi de yapılıyor. Casablanca (1942) filminde, Rick’in Nazilerden kaçanlara güvenli bir yuvaya dönüşen kulübü, suikastçılar için tarafsız bölge olan Continental otel fikrinin referans noktasını teşkil ediyor. Bruce Lee’nin Enter the Dragon (1973) filmindeki kült ayna sahnesi ikinci filmde yeniden yaratılıyor, Lee’nin çekimlerini tamamlayamadan öldüğü Game of Death’teki (1978) her bir katta farklı düşmanların yer aldığı mekanizma üçüncü filmde referans noktasına dönüşüyor, Bruce Lee Game of Death’te (1978) basketbolcu Kareem Abdul-Jabbar’ı oynatırken Stahelski de üçüncü filmde Boban Marjanovic’e rol veriyor (Bruce Lee’nin oğlu Brandon’ın The Crow (1994) filmindeki dublörü Chad Stahelski’ydi ve Brandon’ın setteki trajik ölümünden sonra filmin tamamlanabilmesi için eksik sahnelerini kendisi oynamıştı). Brazil (1985), zamanın dışında konumlanan arkaik evren tasarımı için bir model. Evrenin içinde birbirine asla temas etmeden barınan sıradan insanlar ile suikastçıların arasındaki ayrım akla Carpenter’ın Yaşıyorlar (They Live, 1988) filmini düşürüyor. Hattâ bütün John Wick filmlerini birer Buster Keaton filmi addetmek bile mümkün… Sinemasal esin kaynakların yanında dövmelerden repliklere, karakter isimlerinden objelere kadar serinin dört bir yanında Antik Yunan ve Roma mitolojisinden referanslar var. Slav mitolojisi zaten Baba Yaga’nın öz evi. John Wick aksiyon türünden doğan, beslenen, ona adanan enfes bir evrene sahip. Matrix’in bilimkurgu türüne yaptığını daha hafif bir şekilde aksiyon türüne uyarlıyor. İlk filmden itibaren özenle kurulan ve cazibesini anakronizminden alan bir John Wick evreninden şimdilik The Continental dizisi ile üçüncü ve dördüncü film arasında geçen Ballerina spin-off’u çıktı ama altyapısı hiç kuşkusuz çok daha fazlasını kaldırmaya müsait. Kuşku uyandıransa evrenin tek başına, Keanu Reeves/John Wick ve Chad Stahelski olmadan ayakta kalıp kalamayacağı.
John Wick Evreni
Evreni genişletme girişiminin ilk adımı, New York’taki otele ve Ian McShane’in olağanüstü bir şekilde canlandırdığı Winston karakterine odaklanan The Continental dizisiydi. John Wick evreni sadece Roma’ya, Osaka’ya, Kazablanka’ya değil geçmişe gitmeye de olanak tanıyor ve dizi, 70’lere dönüp Winston’ın oteli ele geçirişini ve Charon karakterleriyle aralarındaki dostluğun başlangıcını anlatıyordu. The Continental hikâye olarak evreni başarıyla genişletse de John Wick filmlerini biricik kılan unsurların eksikliği kendisini apaçık ve ani bir başarısızlığa dönüştürdü. Öncelikle, John Wick evreninde estetiğin/görüntü yönetiminin elde edilen başarıdaki rolü daima es geçildiğinden olsa gerek, The Continental görsel açıdan alelade bir “televizyon dizisi” tonundaydı. Özellikle de çıtayı bir aksiyon filmi için olabilecek en üst noktalardan birine taşıyan dördüncü filmden sonra böyle solgun ve cansız bir işin kabul görme şansı hiç yoktu. Chad Stahelski’nin yokluğu dövüş/çatışma koreografilerinin ucuzlamasına yol açmıştı. En önemlisi, John Wick yoktu. Son nefesini veriyormuşçasına tane tane konuşan, sıktığı kurşun sayısı kullandığı kelime sayısından kat kat fazla, onca şiddetin arasında işe daima mizahi başlayıp mizahi bitiren, kirli sakallı Keanu Reeves’in cazibesinin yerine konabilecek hiçbir şeyin olmadığı ay berraklığında ortaya çıkmıştı. Evet, John Wick evreni sağlam temellere sahip ama üzerine inşa ettiğiniz binada John Wick’in varlığı ve yokluğu da kritik önemde.
Ballerina, daha çekilmeden önce tüm bu sorunlardan mustaripti. Daha doğrusu, çekildikten sonra aynı sorunlardan mustarip olduğu ortaya çıktı. Ballerina’nın ana karakterinin kadın olması ve kendisinin de -her ne kadar başrolü eşi olsa da- ana karakteri kadın olan bir aksiyon serisini yönetmesi dışında hiçbir mantıklı gerekçesi bulunmayan Len Wiseman tercihi, Ballerina’nın felaketle sonuçlanmasına yol açtı. Ballerina’nın gösterimi uzunca bir süre ertelendi ve Chad Stahelski, kurduğu evreni kurtarmak için geri geldi. Keza The Continental’de olduğu gibi Ballerina’da da yer almaması planlanan John Wick/Keanu Reeves de Stahelski’yle beraber geri döndü. Bütün film -nerdeyse- yeniden çekildi, hikâye akışı değiştirildi, müzikler yeniden tasarlandı, defalarca kurgulandı… Künyede hâlâ Len Wiseman yazıyor ama Stahelski “gölge yönetmen” olarak bütün filmi baştan tasarladı ve düşük bütçeli olması planlanan Ballerina 100 milyon dolara dayandıktan ve vizyonu bir yıl ertelendikten sonra nihayet seyirciyle buluştu. Eğer Ballerina’nın prodüksiyon sürecini bilerek salona giderseniz, Ballerina’nın hiç de fena olmadığı sonucuna varabilirsiniz. Eğer bu hikâyeyi bilmeden salona giderseniz, Ballerina’nın fena olduğu sonucuna varabilirsiniz. Haklısınız çünkü Stahelski genişlemeye çalışan evreni yutabilecek bir karadeliği başarıyla kontrol altına almış. Haklısınız çünkü John Wick serisinde ortaya konan çıtaya asla yanaşılamıyor. Evet, yeni bir Continental’i, Prag’ı görüyoruz, Ruska Roma’nın kalbinde dolanıyoruz, Hallstat’ın karlı pitoresk manzarası alev makinesiyle yerle bir ediliyor… Hattâ Carpenter’ın Yaşıyorlar filminin yanına Nazi alegorisini de eklememize imkân sunan bir alt metin yüklemesi de var. Lakin tek bir aksiyonu üç farklı kareyle göstererek zevahiri kurtarmaya çalışan, kamerayı/kurguyu bir şeyleri göstermek için değil gizlemek için kullanan bir “estetik anlayış” ile baş başayız. Kendinden emin, her filmde süresi ve cüreti artan John Wick filmlerinden eser yok. Türden türe, silahtan silaha atlayan filmlerin yerinde alev makinesinin ardında yirmi dakika geçiren, gözü sürekli “esas oğlanı” arayan bir film var. Ian McShane’i Winston, Lance Reddick’i Charon, Anjelica Huston’ı Ruska Roma’nın yöneticisi olarak görmenin getirdiği evde olma hissi, Ana de Armas suretindeki Eve Macarro’nun ortaya koyduğu her şeye galebe çalacak güçte.
Beşinci film yolda, muhtemel yan öyküler de orta vadede gelecektir. Dilemma da burada başlıyor: John Wick evreni ne kadar genişlerse o kadar daralıyor, Reeves’e ve Stahelski’ye mahkûm kalıyor. İki yan öykü de kahramanımız John Wick/Keanu Reeves ve kolektif aklın temsilcisi Chad Stahelski olmadan evrenin ayakta kalamayacağını ispatlamak dışında bir işleve sahip olamadı. Tom Cruise olmadan bir Görevimiz Tehlike filmi hayal etmek artık ne kadar zorsa ve seri Cruise’un personasıyla nasıl ayrılmaz bir bütün haline geldiyse, John Wick evreni de tüm zenginliğine, bereketli kaynaklarına, genişlemeye müsait altyapısına rağmen Reeves/Stahelski’ye muhtaç ve onlar olmadan ayakta kalamayacak durumda. Çünkü eski usul aksiyon, yeşil ekran filmlerinin aksine, bir kahraman ve yaratıcı akıl olmadan icra edilebilecek bir şey değil.