Son Düello: Ridley Scott ile Harvey Weinstein Karşı Karşıya
Bugüne dek Avrupa tarihine bakarken Avrupa medeniyetinin altındaki sahtelikleri kazıyan pek çok film yapan Ridley Scott, bu kez de Ortaçağ’dan bir tecavüz davasıyla Son Düello’da benzer bir işe girişiyor. #MeToo hareketine destek çıkmaya çalışan filmin samimiyet testini geçebildiğini söylemek ise güç.
1977 yılında Ridley Scott sinema kariyerine “yıllarca her karşılaştıklarında düelloya tutuşan iki subayı anlattığı, yine tüm Fransa’nın İngilizce konuştuğu” bir filmle başlamıştı: Düellocular (The Duellists)… 44 yıl sonra yine böyle bir filmle yoluna devam ediyor: Son Düello. 19. yüzyıl Napolyon dönemi Fransa’sında geçen Düellocular, her biri dönemin tablolarından farksız biçimde kusursuz bir işçilikle yaratılan kadrajlarla ön planda iki düellocu subayı anlatırken, arka planda dönem Avrupa’sının altını kazıyan cesur bir ilk yönetmenlik denemesiydi. Scott’ın bunca yıllık yönetmenlik deneyiminden sonra gelen Son Düello ise bizi 14. yüzyılın sonlarında Ortaçağ Avrupa’sına götürüyor ama o günlerde olup bitenlerden ziyade sanki bugünlerde olup bitenlerle ilgileniyor.
Kral VI. Charles’ın sadık adamlarından şövalye Jean de Carrouges (Matt Damon) ile bir derebeyinin himayesinde kraliyet içerisindeki nüfuzunu giderek artıran Jacques Le Gris’nin (Adam Driver) dostluklarına tanık oluyoruz başta. Ne var ki, bu dostluk de Carrouges’un evlenirken düğün hediyesi olarak almayı planladığı araziye Le Gris’nin konmasıyla sarsılıyor. Ardından de Carrouges’un yeni evlendiği Marguerite’in bir gün evde yalnız kaldığı bir esnada Le Gris’nin zorla eve girip genç kadına tecavüz etmesiyle iki asker arasında kesif bir düşmanlık başlıyor. Bu olaydan sonra Jean ve Marguerite dönemin şartları itibariyla sonunda bedelini canlarıyla ödeyebilecekleri bir dava sürecine giriyorlar. De Carrouges kraldan Le Gris ile şerefi ve namusu üzerine bir düello yapmasına izin vermesini istiyor. Filme doğrudan düello sahnesi ile giriyoruz. İki şövalye birbirlerine doğru at sürüp ilk darbeyi indirdiklerinde ise geçmişe gidip o aşamaya nasıl geldiklerini görüyoruz; tam üç kez… Bunun nedeni Scott’ın Raşomon’vari bir anlatıma başvurması, aynı hikâyeyi önce Jean de Carrouges, sonra Jacques Le Gris, en son da Marguerite’in bakış açısından aktarması.
Bas Bas Bağıran Politik Doğruculuk
Filmin zamanlaması tam anlamıyla “manidar”. 2017’de çektiği iki filmden beri Ridley Scott’tan gelen ilk film bu. 2017 aynı zamanda bir New York Times makalesiyle Harvey Weinstein skandalının patladığı yıldı. Utanmaz yapımcının onlarca kadını yıllarca taciz ve iğfal ettiği gerçeğinin tüm sinema dünyasını sarstığı yıl… Son Düello, evet, 14. yüzyılda geçiyor belki ama hikâyesi tümüyle bugünü anlatıyor. Bu film en açık şekilde usta yönetmenin bu davada mağdur olmuş kadınlara ve #MeToo hareketine desteği.
Ridley Scott’ın filmografisi güçlü kadın karakterlerle dolu, hâliyle burada tam anlamıyla kadın merkezli olmasa da, “kadının beyanı esastır”a bağlanan bir filme imza atması kimse için şaşırtıcı değil. Gelgelelim, bu dönemde böyle bir film çekmek büyük bir cesaret istemediği gibi, biraz rüzgârda yelkenini şişirmenin de kıyılarında dolaşmak anlamına geliyor. Scott’ın gösterdiği bu güçlü politik doğruculuk, galiba biraz da film söyleyeceğini bas bas bağırdığı için, samimiyet testinden çok kolay geçebilecek nitelikte değil.
Filmin senaryosu Matt Damon, Ben Affleck ve çektiği/yazdığı sosyal-sınıfsal içerikli komedilerle nam salan Nicole Holofcener’ın elinden çıkmış. Daha doğrusu her biri bir karakterin bakış açısını kaleme almış. Damon kendi karakterinin, Affleck tecavüzcü Le Gris’nin, Holofcener da Marguerite’in bölümünü yazmış… Ne var ki, Raşomon’vari bu üslup filme fazladan bir şey katmıyor. Hikâyenin her bir versiyonundaki nüansları yakalamak ara sıra keyif verse de, fazlasıyla tekrar hissi bir noktadan sonra ağır basıyor ve sıkmaya başlıyor. Bu da filmdeki çoklu bakış açısının gerekliliğini tartışmaya açıyor.
Ridley Scott’ın Avrupa tarihine bakarken Avrupa medeniyetinin altındaki sahtelikleri kazımak gibi bir merakı var. Düellocular’dan 1492: Cennetin Keşfi’ne (1492: Conquest of Paradise, 1992), Gladyatör’den (Gladiator, 2000) Cennetin Krallığı’na (Kingdom of Heaven, 2005) tarihi nitelikteki tüm filmlerinde Avrupa’nın kolektif bilincindeki barbarlığı, ikiyüzlülüğü bulup bunun günümüzdeki izdüşümlerini çıkarmayı dert ediniyor. Burada da bunu yapıyor yapmasına ama fazlasıyla kör gözüm parmağına… Bugün faş olan Weinstein rezaletinin mağduru kadınların yakın dönemde düştükleri durumu Ortaçağ’daki bir kadının üzerinden anlatması ise diğer açıdan önemli. O zamandan bu zamana bir arpa boyu yol alınamadığını haykırıyor bir yandan usta yönetmen.
Yıllarca sevimli adamları oynayarak gönlümüzü kazanan Matt Damon, Durgun Su’dan (Stillwater, 2021) sonra bu filmle de antipatik, itici bir kahramanda seyirci ile arasına devasa bir çit çekmeyi başarıyor. İzleyiciyi her dakika sevmek ile acımak arasında sıkıştıran Jean de Carrouges karakteri, kariyerinin en iz bırakacak kompozisyonlarından birini teşkil ediyor.
Adam Driver’dan Kylo Ren Esintili Performans
Adam Driver bildiğimiz Adam Driver. Özellikle son Star Wars serisinin en sofistike karakteri Kylo Ren’i de andıran bir sinsilik ve sempatiklik arasında gidip gelen, şeytani cazibesini karşısındakinin gönlünü çelip istismar etmek için kullanan tam bir yılan olarak âdeta döktürüyor. Koyu renk pelerinini ve kılıcını savuruşuna dek Kylo Ren benzerliğini ısrarla vurgulamaya çalışıyor sanki. Driver’ın bu rolü âdeta cebinden çıkardığı o kadar belli oluyor ki!
Belki de en sersemce rol tercihini ise Ben Affleck yapıyor. Özellikle Rose McGowan’ın Harvey Weinstein’in yıllar önceki tacizleri esnasında kendisine yardım etmemek ve sessiz kalmakla suçladığı Ben Affleck, kadınlarla gününü gün eden ve üstelik mütecaviz Jacques Le Gris’yi savunan derebeyi Pierre d’Alençon rolüyle, günümüzle ilgili bu denli güçlü alegorik göndermeleri olan filmin en sırıtan oyuncusuna dönüşüyor. Gerçi daha proje aşamasındayken Le Gris’yi onun canlandırması planlanıyormuş ama neyse ki çekim tarihleri başka bir filmle çakıştığı için bu yardımcı role kaymış. Affleck hem performans hem duruş hem de saç modeli olarak bu filmin en zayıf halkası görünümünde! Son Düello’nun esas yıldızı ise karakteri Marguerite’in yazgısı feministçe bir finale bağlanan Jodie Comer. Yetenekli aktris, karakterinin iniş çıkışlarını, yaşadığı ruhsal değişimi tüm ayrıntılarıyla izleyiciye geçiriyor.
Ridley Scott her zaman Hollywood’un özel yıldız yönetmenlerinden biri olageldi. Hep üretkendi ve kendine özgü takıntıları vardı, filmlerini onlarla özene bezene süsleyegeldi. Ne var ki, çok iyi bir film çekeli ne kadar oldu, hatırlamak güç. Son Düello da bu “orta karar” film serisine yeni bir halka sadece.
Son Düello, 15 Ekim’den itibaren sinemalarda.
Sinema, FİLM+, Empire Türkiye, Radikal Cumartesi, Digiturk, Milliyet Sanat ve Altyazı'da yazıları yayınlandı. Muhabir, editör ve yönetici olarak çalıştı. Hâlen serbest sinema yazarı olarak ilk günkü heyecan ve hevesle filmler üzerine kalem oynatmaya devam ediyor.