Şu An Okunan
Le Guin’in Sinemasal Dünyaları

Le Guin’in Sinemasal Dünyaları

Olağanüstü bir külliyatı ardında bırakarak aramızdan ayrılan Ursula K. Le Guin bilimkurguyu da edebiyatı da dönüştürmüş benzersiz bir yazardı. Ne var ki sinemanın bugüne kadar dört dörtlük bir Le Guin uyarlaması çıkarabildiğini söylemek güç.

Fatma Cihan Akkartal

Bu yazı Altyazı’nın 181. sayısında yayımlanmıştır.

On bir yaşındayken Astounding Science Fiction dergisine gönderdiği ilk öyküsü geri çevrilen Ursula K. Le Guin, 1950’li yıllarda, yirmili yaşlarında hiçbiri yayıncısını bulamayan beş roman yazdı. 1940’lardan itibaren dergiler çevresine toplanan profesyonel yazarlar, daha çok doğa bilimleri üzerine kafa yoran sert bilimkurguya, tür edebiyatlarında daha önce pek rastlanmayan bir düşünsel derinlik getirmişlerdi. Bu yazarların önce sinemanın, sonra da yeni ve kârlı bir mecra olan televizyonun ilgisine mazhar olmalarıyla birlikte bilimkurgu bir altın çağ yaşayacaktı. Ursula K. Le Guin’in bilimkurgu-fantezi edebiyatı çevrelerinde tanınmaya ve saygı görmeye başlaması ise 60’lı yıllara, bu kez bilimkurguda bir ‘yeni dalga’dan söz edildiği döneme denk geliyordu. Aynı sıralarda bilimkurgu sineması da tarihsel bir eğilimin iyiden iyiye olgunlaşmış meyvelerini vermekteydi; türün başyapıtları ekseriyetle edebiyat uyarlamaları arasından çıkıyordu. Her yaştan okura zengin bir anlam dünyası sunan olağanüstü bir külliyatı ardında bırakarak seksen sekiz yaşında aramızdan ayrılan Le Guin’in yalnızca bilimkurguyu değil edebiyatı da dönüştürmüş başyapıtlarının sinemaya uyarlanma serüvenlerinin talihsizliğine bakılırsa, yazarın sinemaya vaat ettiği malzeme, tıpkı edebiyata sunduğu katkı gibi avangard niteliğini hâlâ muhafaza ediyor.

Sinema Jules Verne’in, H.G. Wells’in öykülerindeki aksiyon-macera potansiyelini, tür edebiyatlarının düşünceye ve görsel icatlara açtığı imkânları tarihinin çok erken bir döneminde, Georges Méliès’in 1902 tarihli Aya Seyahat’iyle (Le Voyage dans la Lune) keşfeder. Elli yıl kadar sonra, bilimkurgu edebiyatının altın çağı önce sinemaya sonra televizyona, Invasion of the Body Snatchers’dan  (1956) Yasak Gezegen’e (Forbidden Planet, 1956) uzanan bir dizi klasik armağan eder. George Orwell’in ‘1984’ünün dille olan meselesini, Godard 1965 yılında hard-boiled distopya Alphaville’le sahiplenir örneğin. Şiirden anlamayan ceberrut diktatör bilgisayar Alpha60’ın psikotik kuzeni HAL, 1968’de Kubrick’in 2001: Bir Uzay Macerası’nda (2001: A Space Odyssey) ortaya çıkar. Soylent Green (1973), Otomatik Portakal (A Clockwork Orange, 1971) ve (tersine bir örnek vermek gerekirse) gösterime girdiği yıl romanlaştırılan George Lucas imzalı THX 1138 (1971), bu yeni dalga edebiyatının görsel unsurlarının popüler muhayyileye kazınmasında etkili olacak filmlerdir.

Le Guin’in, Philip K. Dick’in, J. G. Ballard’ın edebiyat sahnesine çıktığı 60’lara gelindiğinde, tür edebiyatları ile sinemanın ciddi bir birlikteliği olacağını muştulayan klasik örnekleri takip eden uyarlamalar yapıldıkça, yalnız tür açısından değil, sinema tarihi açısından da önemli bilimkurgu filmleri ortaya çıkmaya başlar. Okul yıllarında tanışmamış olsalar da Le Guin’in sınıf arkadaşı olan Philip K. Dick’in yapıtlarından farklı dönemlerde Bıçak Sırtı (Blade Runnder, 1982), Gerçeğe Çağrı (Total Recall, 1990), Azınlık Raporu (Minority Report, 2002), A Scanner Darkly (2006) gibi sinema uyarlamaları yapılır. Buna karşılık, Le Guin’in zengin külliyatından yapılan uyarlamaların bir elin parmaklarını geçmemesinin sırrı ne olabilir? Gördüğü “etkili rüya”larla elinde olmadan geleceği ve geçmişi değiştiren, yeniden kurgulayan sade vatandaş George Orr’un hikâyesini anlatan 1971 tarihli ‘Rüyanın Öte Yakası’ 1980 yılında, The Lathe of Heaven (1980) adıyla, romana her açıdan sadık bir televizyon yapımına uyarlanır. Çokça katkıda bulunduğu ve yapımında söz sahibi olduğu filmde Le Guin, metne dair anlayışını paylaştığına inandığı yönetmen ve yapımcılarla çalışma fırsatı bulur. Roman, 2002’de yeniden yalnızca televizyon için ve bu kez yazarın katkısı olmadan, bazı karakterlerden ve olaylardan feragat eden, büyük ölçüde sadeleştirilmiş bir senaryoyla yeniden çevrilir. 1980 yapımı ilk uyarlamada yaratıcı ve özgün bir tasarının ürünü olan görsel efektlerin 2002 yılındaki Lathe of Heaven’da hayal gücünden yoksun, yavan bir görselliğe evrildiğini göz önünde bulundurursak, ikinci filmin niçin yapıldığını kestirmek güçleşiyor. Le Guin’in başyapıtları arasında sayılmasa da alternatif gerçeklikler üzerine bir düşünce egzersizi olması bakımından ‘Yüksek Şatodaki Adam’la akraba olan romanın uyarlamalarının, televizyonda enflasyona uğramasının sebebi belki de, Philip K. Dick’e bir saygı duruşu niteliğinde olmasıdır.

PERDEDEKİ YERDENİZ
Televizyonun Ursula Le Guin’le bir sonraki imtihanı, 2004’ün Aralık ayında Sci-Fi Channel’ın bir ‘Yerdeniz Büyücüsü’ uyarlaması kisvesi altında yaptığı diziyle oldu. Pek çok mecrada bu diziyle ilgili itirazlarını dile getiren Le Guin, yarattığı dünyanın ve karakterlerin tanınmaz hâle gelmiş olmasını yönetmenden senaristlere ve kasting sorumlusuna yapımda çalışan hiç kimsenin, Yerdeniz evrenini anlayamamış olmasına bağlıyordu. Kızıl-kahve tenli genç büyücü Ged’i beyaz bir aktörün canlandırması, kurgusu tamamen değiştirilmiş, iyi ile kötünün epik mücadelesi gibi ikili karşıtlıklara bel bağlayan senaryosu, mini dizinin Le Guin’in tercihlerini hiçe sayan bir anlayışla yapıldığını gösteriyor. “Tek yapmak istedikleri, seks ve şiddet üzerine kurulu, senaryosu anlamsız bir McMagic filmi yapmak için, Yerdeniz adını ve kitaplarımdan birkaç sahneyi kullanmaktı” diyecekti yazar. Dizinin yapımcıları, Yerdeniz adını kullanmışlardı belki ama Yerdeniz’in gerçek adına nüfuz edememişlerdi.

Büyücülük okuluna giden bir oğlan çocuğunun, aralarında özel bir bağ bulunan baş düşmanını alt edebilmek için kendi gölgesiyle yüzleştiği ‘Harry Potter’ serisinin, Yerdeniz’de icat edilen bir nüveden türediğini söylemek yanlış olmaz. Adının, yayıncısı tarafından bir kadın yazar olduğunu ele vermeyecek şekilde kısaltılmasına izin veren J. K. Rowlings, “gerçek adı” elinden alınmış bir yazar olarak, hem ‘genç yetişkin’ kitaplarının hem de büyük stüdyo filmlerinin hâkim pazarlama paradigması içinde kendine rahat bir yer bulabilmiştir –Yerdeniz’deki dramatik potansiyelin yüzeyinde kalmak yerine, örneğin İngiltere’de yayımlanan baskıların kapaklarında Ged’in beyaz bir karakter olarak çizilmesini dert edinen Ursula K. Le Guin’in aksine.

2006 yılında Yerdeniz dünyası ile Ghibli Stüdyosu’nun karşılaşması ümit vaat eder ama bu buluşma da benzer sebeplerle hüsrana uğrar. Ghibli filmine hiç benzemeyen nadir Ghibli filmlerinden birinin, tam da Yerdeniz uyarlaması niyetiyle yapılmış olması, tarihe düşülen ironik bir not olarak hatırlanacak olsa gerek. Hayao Miyazaki’nin Ruhların Kaçışı’da (Sen to Chihiro no Kamikakushi, 2001) Yubaba’nın insanların isimlerini ellerinden alarak onları kontrol etmesi fikrinin Yerdeniz’deki ‘gerçek isim’ temasından esinlenmiş olduğu şüphesiz. Miyazaki’nin Le Guin’le paylaştığı çevreci, feminist, insan sever hassasiyetler de göz önünde bulundurulunca, iki ustanın bir Yerdeniz senaryosu üzerine çalışması yalnızca akla yatkın değil aynı zamanda son derece arzu edilir bir durum gibi görünüyor. Le Guin, Miyazaki kendisiyle ilk irtibat kurduğunda eserinin yapım haklarını devretmeyi düşünmemiş ama sonradan Miyazaki filmlerini izleyip hayran kalınca Ghibli Stüdyosu’ndan gelen ikinci teklifi kabul etmiş. Fakat kaderin birtakım cilveleri sonucunda, Hayao Miyazaki yerine filmi oğlu Goro Miyazaki kotarıyor ve Ursula Le Guin’e göre ortaya görsel açıdan özgün olmasa da etkileyici ama Yerdeniz romanlarının anlayışına zıt biçimde şiddet sahnelerini önemseyen bir film çıkıyor. “Benim öykümdeki karakterlerle aynı adları taşıyan fakat hâl ve tavırları, geçmişleri ve kaderleri bütünüyle farklı olan karakterler” diyor Le Guin Yerdeniz Öyküleri’nden (Gedo Senki, 2006) bahsederken. Yerdeniz’i, ekranda, perdede iki boyutlu resmetmeye çalışan yapımların başarısızlığının sebebi, karakterlerin derinleşmesinden ziyade dramatik yapının spektaküler unsurlarına ve aksiyona yatırım yapılmasında aranabilir. Yerdeniz gibi bir dünyanın yaratılması, ‘Yüzüklerin Efendisi’nden daha az önemli olmadığı gibi daha az maliyetli de olmayacaktır şüphesiz, fakat Game of Thrones gibi bir örneğin aksine, Yerdeniz, karakterlerin beklenmedik şekillerde ve zamanlarda öldürülmek için değil, yaşamak için yaratıldığı bir evren olarak türün gidişatı açısından zamanın ruhuna aykırı gibi görünüyor.

GÖKKUŞAĞI RENKLİ EVRENLER
Dünyaların bir eşikten diğerine yolculuk eden karakterden doğduğu bir edebiyatın yaratıcısı Le Guin, karakterleri için aynı zamanda son derece derinlikli iç dünyalar da yaratıyordu. Yazar, ‘Mülksüzler’in Shevek’inden bahsederken “kim ve ne olduğunu, nereden geldiğini anlayabilmek için tüm dertleri, tasalarıyla iki koca gezegen yaratmam gerekti” diyordu. 1971’de yayımlanan roman, ütopyanın yaşamak için kendi ikircikli doğasıyla daimi olarak müzakere içinde olması gerektiğini savunan bir ütopyacılığa ses veriyor, anarşizm gündemini yeniden düş gücünün ve kültürel üretimin alanına davet ediyor, böylece bilimkurgunun düşünceye açtığı ufukları genişletiyordu. 1971-72 yıllarında, Richard Matheson’ın ‘I am Legend’ından uyarlanan The Omega Man (1971), Michael Crichton’ın romanından uyarlanan The Andromeda Strain, Tarkovski’nin Stanislaw Lem uyarlaması Solaris (1972), Kurt Vonnegut’ın romanından perdeye aktarılan Slaughterhouse-Five (1972) gibi unutulmaz filmler arka arkaya gösterime girdi ama ‘Mülksüzler’ aslına sadık kalarak sinemaya uyarlamaya kimsenin kalkışamadığı bir metin olma özelliğini bugün hâlâ koruyor.

‘Mülksüzler’in felsefi ağırlığı ve politik olarak altüst edici potansiyeli, uzay operasına dönüştüremeyeceği bir metni senaryolaştırmaktan imtina edecek J. J. Abrams gibi yapımcıların iştahını açmıyor, diyelim. Peki ‘Karanlığın Sol Eli’nin film hakları 2004 yılında bir yapım şirketine verildiği hâlde niçin bu minvalde geliştirilmekte olan bir projeden hiç söz edilmiyor? Gethen Gezegeni’ni barışcıl gezegenler birliği Ekümen’e dahil etmekle görevli diplomat Genly Ai’nin, Estraven’i anlayıp sevmekle hem kendi bilincine galip gelebilmesi hem de misyonunu planlamadığı şekilde ama başarıyla tamamlamasının öyküsü, hem epik hem de pitoresk unsurlarıyla öne çıkar. Roman vuslatın mümkün olmadığı bir kuir aşk öyküsü olarak okunmaya müsaittir. Ayrıca Estraven’in Ai’yi Orgoreyn’deki çalışma kampından kurtarması, ikilinin bir zamanlar Estraven’i sürgün etmiş olan Karhide’a doğru buz çölü üzerinde seksen gün süren yürüyüşleri, Ai’yi Karhide’da bırakan Estraven’in Orgoreyn’e dönerken vurulması gibi sahneler bir avantür formülüne de malzeme sunar. Bunca sinematik potansiyelin henüz değerlendirilmemiş olmasına bakılırsa, ütopyası “müphem”, cinselliği “ikircikli” ve renkleri Ursula Le Guin’in deyişiyle “gökkuşağı” olan evrenlerin beyazperdeye taşınması, hele bir de bu evrenlerin ilk yaratıcısının sütten ağzı yanmışsa, netameli bir iştir demek ki.

Gerçi Le Guin’in de (ömrü vefa etseydi) yakinen danışmanlık edeceği bir ‘Karanlığın Sol Eli’ dizisiyle ilgili Mayıs 2017 tarihli haberler mevcut. 21. yüzyıla bilimkurgu yüzyılı denmesi belki boşuna olmayacak ve zaman içinde yazarın yaratılarına yeni mecralarda erişmek de mümkün olacak umarız. Spielberg’ün Başlat: Ready Player One’ı, Alex Garland’ın Yok Oluş‘u (Annihilation) ve Christian Rivers’ın Ölümcül Makineler‘i (Mortal Engines) gibi 2018’in en merakla beklenen bilimkurgu filmleri hep bilimkurgu ve fantezi romanlarından uyarlanan yapımlar. Merakla beklenenler listesine bir de belgesel eklemeliyiz; yapımı on yıldır devam eden, post-prodüksiyon safhasındaki ‘The Worlds of Ursula K. Le Guin’in de önümüzdeki aylarda izleyiciyle buluşması umuluyor.

© 2013-2022 Altyazı Aylık Sinema Dergisi / Altyazi.net'in içeriği dergi yönetiminden ve yazarlardan izin alınmaksızın kullanılamaz.