Noah Baumbach ve Greta Gerwig ile Beyaz Gürültü Üzerine Söyleşi: ‘Her Kafadan Bir Ses’
Bu yıl Venedik Film Festivali’nin açılışını yapan Beyaz Gürültü, Netflix Türkiye’de yayında. Amerikalı yazar Don DeLillo’nun aynı adlı romanından uyarlanan filmin yönetmeni Noah Baumbach ve başrol oyuncularından Greta Gerwig, filmin özgün dünyasını ve sanatsal işbirliklerini anlatıyor.
Söyleşi: Öykü Sofuoğlu
Gündelik yaşamımızı sınırsız bilgi akışının, içi boşaltılmış popüler kültürün, kaygının, korkunun ve kaçınılmaz felaketlerin şekillendirdiği bir dönemden geçiyoruz. Bu dönemden bahsettikçe her şey daha uzak, daha sıradan ve tam da bu sebepten daha tekinsiz görünmeye başlıyor. Noah Baumbach, 1985 yılına ait kitap raflarından çekip çıkardığı Beyaz Gürültü‘yle (White Noise’), aynada kendimizi izlemeye benzeyen bir seyir deneyimi sunuyor. Filmin baş kahramanı Jack Gladney ve ailesinin yaşamını altüst eden ‘havada gelişen toksik olay’ın ise; pandeminin, iklim krizinin, sosyal medya ve internet çağının şekillendirdiği yaşamımız üzerine durmaksızın yağdığını hissetmemek elde değil.
Beyaz Gürültü öncesi filmografinize baktığımızda daha çok ilişki filmi ve ‘karakter etüdü’ olarak nitelendirebileceğimiz türlerde yoğunlaştığınızı görüyoruz. Don DeLillo’nun Amerikan postmodern edebiyatının en önemli eserlerinden biri olarak kabul edilen romanını filmi uyarlama fikri nasıl ortaya çıktı?
Noah Baumbach: Marriage Story’yi (2019) bitirdikten sonra yazmak ya da yönetmek istediğim projenin olmadığı bir noktadaydım. Bu esnada ilk kez gençliğimde okuduğum ‘White Noise’u yeniden okuyordum. Kitabı ilk okuduğum zaman seksenli yıllarda bir gençken, bugün kitabın kahramanı Jack Gladney’le aynı yaşlardaydım. Orta yaşın getirdiği bir perspektiften o döneme bakınca, bu dünyanın hem çok tanıdık hem de en az içinde yaşadığımız dünya kadar çılgın ve akıldışı geldiğini hissettim.
Kitaptan bahsederken onun Amerika’ya dair bir çeşit ebedi bir hakikati barındırdığını ve bu hakikatin bugün olduğu gibi başka herhangi bir dönemde de geçerli olacağını belirtiyorsunuz. Ama aynı zamanda filmin seksenlerde geçmesinin önemini vurguluyorsunuz. Bu yorumları biraz daha açabilir misiniz?
N.B: Romandaki olaylar seksenlerde geçtiği için ben de bu tercihe sadık kaldım. İlginç olan şu ki DeLillo kitabı yazdığı dönemde geleceğe ait bir seksenler tasviri sunuyor. Bense bugün, geçmişten bakılan bir geleceğe dair bir dönem filmi çektim. Yine de DeLillo’nun romanında o döneme özgü olan ve o dönemin gerçeğini yansıtan şeylerin, her dönemde özgün ve gerçek hissedildiğine inanıyorum. Ama bunun da ötesinde ‘White Noise‘un kendini yenilemesiyle bağlantılı tekinsiz bir tarafı var. Amerikan kültüründe her ne değişiklik ya da yenilik olursa olsun sorularımızın cevabının bu kitapta bulunacağına inanıyorum.
Beyaz Gürültü, seksenler popüler kültürünün, sinema ve televizyon endüstrisinin etkisinin yoğun olarak hissedildiği bir film. Bu dünyayı yaratırken doğrudan ilham aldığınız film janrları ya da yapımlar var maydı? Örneğin ikinci kısmı izlerken insanın aklına ister istemez Godard’ın Hafta Sonu (Week-end, 1967) filmi geliyor.
N.B: Film, nasıl eğlence aracılığıyla korkularımızı yücelttiğimizi ve yaşamda bize yol göstermesi için yine bu eğlence dünyasına başvurduğumuza dair bir hikâye anlatıyor. Pandemi sürecindeki Salgın (Contagion, 2011) örneğini düşünün. Komik gelebilir ama neler olup bittiğini anlamak için herkes bu filmi izledi. Çünkü elimizde başka bir kaynak yoktu. Filmde farklı türlere özgü unsurlar olsa da hikâye anlatımında daha çok filmlerin dilini kullanmak istedim. Ve bu yaklaşım bana son derece doğal geldi. Ailenin arabadaki kavgası, kâbus veya tahliye sahnesi… Bunlar filmlerden aşina olduğumuz detaylar ve artık bir dile dönüşmüş durumdalar. Dolayısıyla ben de bu dili kullanmayı tercih ettim. Spesifik olarak hangi filmlerden ilham aldığımı söylemek zor. Ama elbette Hafta Sonu da bunların arasındaydı. Yine de Godard’ın birçok filminin, seyircinin aksiyonla ve şiddetle kurduğu ilişkideki mesafeyle oynadığını söyleyebiliriz.
Filmin odağında akademik dünyanın sağladığı bilginin ve kültürün etkisiyle kendi ölümlülüklerinin farkında olan ve ona karşı gelmenin yollarını arayan insanlar var. Bu bağlamda filmin kilit noktasını oluşturan felaket unsurunun senaryodaki yerinden bahsedebilir misiniz?
N.B: Beyaz Gürültü bir açıdan akademik dünyaya ve orada öğretilenlere dair bir hiciv anlatısı. Bu bağlamda üniversiteye kültürümüzde en az süpermarketler, reklamlar ve televizyon kadar metalaştırılmış bir şey olarak yaklaştım. Ama aynı zamanda kültürün her şeyi eşit seviyeye getirdiğini düşünüyorum. Her zaman olan bir şey bu. Örneğin filmin bütünlüğü içinde Elvis ve Hitler, aralarındaki radikal farklılıklara rağmen, anneleri aracılığıyla birer ikona dönüşüyor. İkisi de alıp satılan bir şeye dönüştükleri anda, kültür onlara eşit değer atfediyor. Anlatıda karakterlerin gerçek dünyadan soyutlanmış olduklarını görüyoruz. Tıpkı üniversite kurumunun da dış dünyaya dair her şeyi dışarda bırakması gibi. Film, kazalar ve filmler üzerine bir dersle başlıyor. Bu kazaları yıkıcı olarak değerlendirmek yerine yüceltmemiz gerektiği ifade ediliyor. Filmin orta kısmına geldiğimizde felaket sebebiyle gerçekten araba kazaları yaşanmaya başlıyor. Ancak Gladney ailesi böyle bir tehlike karşısında ne yapacaklarını bilemiyor. Çünkü bu yalnızca televizyonda ya da filmlerde gördükleri bir şey.
Filminizin çok katmanlı yapısını oluşturan kavramlardan biri de ölüm korkusu gibi görünüyor. Bu unsuru film içinde nasıl konumlandırıyorsunuz?
N.B: Film, temelinde ölüm ve yaşamın aslında birbirinden farklı olmadığı düşüncesi üzerine kurulu. Ama biz ikisini de ayrı şeylermiş gibi deneyimliyoruz. Ve filmin ilk bölümü yaşamın sona ermeyeceği düşüncesini korumak için gerçekleştirdiğimiz ritüellere ve stratejilere odaklanıyor. İkinci bölümde ölümle yüzleşiyoruz. Son bölümdeyse neyin ne olduğunu bilerek tekrar bu stratejilere geri dönüyoruz. Sonuçta da aile üyeleri, kendi içine dönüp bu stratejileri uzun bir süredir uyguladıklarını fark ediyor. Evliliklerinin, yaşamlarının sandıkları gibi olmadığını fark ediyorlar. Filmde ölümün yaşamın her alanına işlediği düşüncesini aktarmak istedim. Çünkü gerçek anlamda yaşamanın, ancak öleceğini bilerek yaşamaktan geçtiğini düşünüyorum. Televizyonsa ölüm kavramını ve onunla kurduğumuz ilişkiyi baştan aşağı değiştiriyor. Örneğin çocukların uçak kazalarını televizyonda bir eğlence olarak seyrettiklerini görüyoruz.
Filmlerinizde Amerikan aile yapısını tekrar tekrar parçalayarak analiz etmeye yönelik neredeyse takıntı olarak nitelendirebileceğimiz bir ilginiz var. Beyaz Gürültü‘yü bu bağlamda nasıl değerlendirirsiniz?
N.B: Filmin yaratım sürecindeki başlangıç noktalarından biri de aileydi. ‘White Noise’ romanında aile aynı zamanda genel hatlarıyla kültür için bir metafor görevi görüyor. Kitaptaki “Aile dünyanın yanlış bilgi beşiğidir.” cümlesi de bununla bağlantılı. Önceki filmlerimde ise aileye dair mitleri ve aile üyelerinin birbirlerine anlattıkları hikâyeleri ele almıştım. Çünkü insanların kendileriyle ilgili düşünceleri ve dış dünyanın onlara dair görüşleri arasındaki gerilim daima ilgimi çekmiştir. Ama Beyaz Gürültü’de aile bir kültür temsili olarak tasvir ediliyor. Dışarıdan gelen tüm bu bilgileri özümsüyor ve yalnızca aralarında konuşup duruyorlar. Söylenenler sürekli değişim geçiriyor ve hiç kimse onların gerçek olup olmadığını bilmiyor. Ama bunun yanında filmde Jack ve Babette’in birbirlerine dair kendilerine anlattıkları “hikâyeler” var. Özellikle de Jack’in Babette’le ilgili kendisine anlattı hikâye. Çünkü anlatının başında Babette geleneksel bir eş gibi görünürken, üçüncü kısımda bambaşka biri olarak çıkıyor karşımıza. Önceki filmlerimde de buna benzer temaları işlemiştim. Ama bunun kültürel anlamda bir karşılığının olmasının da çok hoşuma gittiğini söyleyebilirim.
2016 yılından bu yana sizi kamera karşısında görmemiştik. Beyaz Gürültü’de sizi oyunculuğa geri dönmeye iten şey neydi?
Greta Gerwig: Kitabın ve karakterin etkisiyle olduğunu rahatlıkla söyleyebilirim. Noah kitabı uyarlamak için okumaya başladığında benden de tekrar okumamı rica etti. Kitabı ilk okuduğumda 19 yaşındaydım. Aradan uzun süre geçmesine rağmen, ezberimde kalmış bir sürü cümle vardı. Ayrıca kitabın son derece çılgın ve kara mizahla dolu olduğunu düşündüğümü hatırlıyorum. Kitabı ikinci okuyuşumda Babette’in nasıl biri olduğunu zihnimde net bir şekilde canlandırabiliyordum. Noah’ya bu rolde oynamak istediğimi söyledim ve o da kabul etti. Ama reddetseydi de bunu anlayışla karşılardım!
Geçmiş yıllardaki yönetmenlik deneyimlerinizin filmin rejisine katkıda bulunduğunu anlar oldu mu? Filmin yaratım sürecine ne ölçüde dahil oldunuz?
G.G: Bu projede daha çok oyuncu konumundaydım. Bir oyuncu olarak işbirliği yapmaktan çekinmesem de genelde kontrolün yönetmende olmasını tercih ediyorum. Bunun bilinçdışı bir deneyim olduğunu söylemiyorum ama kontrol etme ihtiyacı duymadığım için, her türlü yönlendirmeye açık bir noktada oluyorum. Yine de Noah senaryoyu yazarken üzerine sık sık konuştuk. Ama bu film yapımı öncesindeki bir süreçti. Yapım öncesi sürece kesinlikle dahil oldum ama bu provalara başladığımız ana kadardı. Oyunculuk yaparken nehirde süzülen bir yaprak gibi hissetmekten keyif alan biriyim ben.
Peki yönetmenlik deneyimlerinizin Noah Baumbach’la aranızdaki yönetmen-oyuncu ilişkisini etkilediğini düşünüyor musunuz?
G.G: Açıkçası onun filmlerinde rol almamın ya da beraber senaryo yazmamızın benzer deneyimlere karşılık geldiğini düşünüyorum. Sanki her şey aynı kaynaktan geliyormuş gibi. Bu bir anlamda oyun oynamaya benziyor. Bunlar ikimizin de yapmaktan keyif aldığı şeyler ve yapabildiğimiz için de çok şanslıyız.
Noah Baumbach’un önceki filmleri Beyaz Gürültü’ye kıyasla çok daha mütevazı bütçelere sahipti. 80 milyonluk bütçesi olan, özel efektlerin kullanıldığı bir projede çalışmanın sizin açınızdan farklılıkları nelerdi?
G.G: Kapsamlı bir projede yer almanın en zevkli yönlerinden biri, en çok işbirliği gerektiren bu mecrada çalışan tüm o yetenekli sanatçıların harika işler çıkardığını görebilmek. Ama işin kendisinin benzer olduğunu düşünüyorum. Bütçesi yüksek ya da düşük olsun, yönetmenliğin her iki durumda da benzer bir sürece karşılık geldiğini bilmek son derece rahatlatıcı bir şey. İki durumda da sorulan sorular aynı: İnsanlar nerede? Kamera nerede? Hikâye ne?
Birçok postmodern roman gibi ‘White Noise’ de filme uyarlanması imkânsız olduğu söylenen bir metne sahip. Daha önce bir edebiyat uyarlamasına imza atmış bir yönetmen olarak sinemada uyarlamaların sınırları hakkında ne düşünüyorsunuz?
G.G: Herhangi bir metni sinemaya uyarlamanın imkânsız olduğunu düşünmüyorum. Her şey metne nasıl yaklaştığınıza bağlı. Zor olabilir, ama imkânsız, hayır. Bir kitabı filme uyarlamak aslında çok ilginç bir şey çünkü insanın yazarla devamlı diyalog hâlinde olması gerekiyor. Sonuçta ortaya ne sana da ne de yazara ait üçüncü bir şey çıkıyor. Kitaptan ilham alsa da kendine özgü niteliklere sahip bir şey.
Yine de Beyaz Gürültü, kitaba büyük ölçüde sadık kalan bir senaryoya sahip. Bu bağlamda diyaloglarda bilinçli olarak tercih edilen yapay ve edebi dile yaklaşımınız nasıl oldu?
G.G: Noah da ben de senaryo konusunda çok titiziz. Birlikte çalıştığımız hiçbir projede doğaçlama yapmadım. Metindeki tek kelimeyi bile değiştirmedim. Yönetmen olarak da oyuncuların senaryoda değişiklikler yapmasından hoşlanmıyorum. Filmde diyaloglar kulağa sıradan gelse de aslında değiller. Bu tarz diyaloglara yaklaşımımda sevdiğim bazı oyun yazarları önemli rol oynuyor. Bu yazarlar, gelişigüzelmiş gibi görünen ama aslında karmaşık biri yapıya sahip bir yazım tarzına sahipler. Aklıma ilk gelen isimler Kenneth Lonergan ve Anne Baker. Ya da hem sinema de hem tiyatro alanında tanrı olarak gördüğüm Mike Leigh… Sanırım bunun Beckett tarzı bir geleneğe dayandığını söyleyebilirim. Sinema elbette ki görselliğe dayanan bir mecra. Ama bu tarza yakın hissetmemin sebebinin tiyatroya ve yirminci yüzyılın ilk yarısındaki bazı yönetmenlere hayranlığım olduğunu düşünüyorum. Preston Sturges, Howard Hawks, Ernst Lubitsch gibi yönetmenler ya da genel anlamda talkies olarak adlandırdığımız, titizlikle inşa edilmiş senaryolara sahip filmler. Bu tarz filmler, sinemanın görsel dilini konuşma diliyle bir araya getirmeyi başarıyor. Benim de kendimi en rahat hissettiğim sinema anlayışı bu.
Beyaz Gürültü, Netflix Türkiye’de yayında.
1996’da Adana’da doğdu. Lisans eğitimini Galatasaray Üniversitesi İletişim Fakültesi Sinema Bölümü’nde tamamladı. Hâlen Paris VIII (Vincennes-Saint-Denis) üniversitesinde Sinema Çalışmaları alanında yüksek lisans eğitimine devam etmektedir. Çeşitli mecralarda sinema yazarlığı ve çeviri yapmaktadır.