Başkalarının Çocukları: Başkalarının Mutlulukları, Başkalarının Üzüntüleri
Rebecca Zlotowski’nin açılışını Venedik Film Festivali’nde yapan filmi Başkalarının Çocukları, sevgilisinin eski eşinden olan kızıyla yakınlaşan Rachel’a odaklanıyor. Yönetmen, kentli bir kadının hikâyesini olabildiğince gösterişsiz ve incelikli bir üslupla ele alıyor.
Rebecca Zlotowski, Başkalarının Çocukları adlı son filminde öncelikle Fransız sinemasının en iyi başardığı şeyin altından ustalıkla kalkıyor. Kentli bir sinema, kentli insanın dertleri ve çatışmaları. Bunu da gösterişsiz, kibirsiz, olabildiğince hakiki bir yerden anlatmak. Karakterlerine şefkatle yaklaşmak. Hele bizim sinemamızda eksikliği en çok hissedilen şeyler.
Bir devlet lisesinde öğretmenlik yapan Rachel’in ilişkileri, annelik arzusu filmin merkezinde. Fakat Zlotowski aynı zamanda daha spesifik, daha ince ve açıkçası sinemada işlendiğine belki de hiç rastlamadığımız bir insanî durumu daha anlatıyor; Başkalarının Çocukları’nı özel bir film yapan da bu tarafı. Rachel, gitar kursunda tanıştığı Ali’yle ilişkisi esnasında, adamın önceki evliliğinden çocuğu Leyla ile de yakınlaşıyor. Hatta anne olmayı istediğini idrak etmesi bu yakınlıkla başlıyor muhtemelen. Ve bu başlı başına apayrı bir duygusal bağ. İlişkiler sarsılır, bazen biter. Gün gelir Ali’den ayrılabilirsin ama 4 yaşındaki bir kız çocuğundan nasıl ayrılırsın?
Bir çocuğun dünyasına girmenin, onun güvenini ve sevgisini kazanmanın, bazen gerçek annesinin yerini alıyorsun korkusuyla o çocuğun sana mesafe koymasının, bazen aile içinde bir doğumgünü kutlamasına davet edilmeyişinin ve bunun üzüntüsüyle başa çıkmaya çalışmanın, hepsinin ince ince işlendiği bir metin var öncelikle karşımızda. Kentli kadın hikâyelerinde neredeyse kendine has bir alt tür oluşturacak kadar sık karşımıza çıkmaya başlayan Virginie Efira’nın doğal ve dokunaklı performansı kadar, küçük Leyla rolündeki çocuk oyuncudan aldığı performans da Zlotowski’nin övgüyü hak ettiği bir alan.
Filmin her biri birbirine değdikçe genişleyen duygu dünyasında, Rachel’ın ruh haline bizi ortak eden başka hikâyecikler de mevcut. Okulda yakından ilgilendiği, sistemin üzerini çizmesine göz yummamak için mücadele verdiği ve sokaklarda yitip gitmesin, hayatta bir şansı olsun diye çabaladığı delikanlı Dylan; kendisiyle hep ilgilendiğini muhakkak fark ettiği ama arasına mesafe koymayı uzun süre başardığı genç öğretmen Vincent; kendi deli dolu kız kardeşi Louanna. Diğer tarafta Ali tam bir her şeyi kendine hak gören erkek modeli, çocuğun birçok sorumluluğunu bile Rachel’in üzerine yıkar ama en kritik dönemeçlerde kadına kendini dışardan biri gibi hissettirmekten çekinmezken; eski eşi Alice karakteri hiç klişe tuzaklarına düşmeden Rachel’ın samimi diyalog kurabildiği, gerçek bir kadın. Bir noktada Rachel’in ona söylediği gibi, aslında onlara erkeklerin çektirdiği acılar yüzünden birbirlerinden hesap sorar hale gelmeyen kadınlar.
Hep Başkalarını Düşünmek
Bir noktadan sonra Rachel’ın hüznüne dahil olmamak çok zor. Filmi güçlü kılan başlıca unsur da bu. Annesini çok erken yaşta kaybetmiş, daha kendisi çocukken kız kardeşinin anne figürüne dönüşmek zorunda kalmış, hep başkalarıyla ilgilenen, başkalarını mutlu etmeye çalışan biri. Daha genç yaşlarında, bir kez hamile kalmış. Ama korkmuş. Bunda kendi annesinin kaybediş travmasının etkisi büyük. Bebeği aldırmış. Şimdi yaşı geçerken, anne olmak istediğiyle ilk kez yüzleşiyor. Fakat kendi denemeleri hep başarısızlıkla sonuçlanıyor. Her deneme ve her kayıp daha fazla acı. Ama bu sırada kız kardeşi hiç hesapsızca hamile kaldığında, onun için sevinecek elbette. Onun bebeğinin Rachel Teyze’si olacak. Leyla’dan kopmak zorunda kaldığında, kıza her şeyi olduğu gibi izah etmeye çalışarak yine çocuk için en doğrusunu yapacak. Uzun bir aradan sonra parkta Ali’yle karşılaşıp göz göze geldiğinde, ona gülümseyerek bakacak. Kendini kötü hissetmesin, onu ne kadar üzdüğünün yükünü taşımasın diye. Hep başkalarını düşünecek Rachel. Hep başkalarının mutlulukları. Başkalarının üzüntüleri. Başkalarının çocukları. “Ah be!” dedirtecek bize. “Bu kadar yalnız ve üzgünken, hâlâ başkalarını ve onların hislerini düşünme. Hep başkaları için yaşama.” Rachel’in büyük çaresizliği, onu trajik kılan bu iyiliği. Kimsenin göremediği, içine akıttığı gözyaşları.
Neyse ki Zlotowski sonunda sahici bir gülümseme armağan ediyor Rachel’a. Öğretmenliği üzerinden olmasını beylik bulanlar çıkabilir belki. Ama Rachel’ın öyküsünde bundan daha doğal, kendiliğinden başka nasıl bir mutluluk doğabilir ki? Yine bir başkasının çocuğuna yardım etmiş, onun hayatını kurtarmış olmanın ve bir kez olsun, şu hayatta bir kez olsun bunun kıymetinin bilindiğini görmenin mutluluğu. Rachel’ı zihnimizde, kalbimizde yer edecek bir karakter; Başkalarının Hayatı’nı da kıymetli bir film yapan onun yüzünde o sahici gülümsemeyi görebilmek. Bu kadar basit. Bu kadar ince.
Keşke böyle daha çok film çıksa karşımıza.
1976 İstanbul doğumlu. Mimar Sinan Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi Sinema-TV Bölümü ve İstanbul Bilgi Üniversitesi Sinema ve Televizyon Yüksek Lisans Programı’nda eğitimini tamamladı. 2004'ten bu yana sinema yazarlığı yapmaktadır.