Şu An Okunan
Black Mirror: Hayatımız İçerik (Mi?)

Black Mirror: Hayatımız İçerik (Mi?)

Teknolojiye dair karamsar hikâyeleriyle tanıdığımız ve Charlie Brooker’ın yaratıcılığını üstlendiği Black Mirror’ın yeni sezonu, önceki sezonlardan alışık olmadığımız bir yöne sapıyor. Korku türüne ve gotik temalara yönelen dizi, bu sezonda da farklı hikâyelere yer veren antolojik yapısını koruyor. 

Son sezonunun yayınlandığı 2019’dan bu yana olup biten olaylara ve gündemi en çok meşgul eden konulara bakınca, Charlie Brooker’ın yeni bir Black Mirror sezonu yazması çok (hatta fazla) kolay olabilirdi diye düşünüyor insan. Neticede, Black Mirror, son sezonunda bildiğimiz gibi değil. Biz onu, yakın geleceğin distopyası üzerine düşünen tekno-paranoyak, nihilist bir bilimkurgu dizisi olarak tanıyıp sevmiştik ve (aslında) dördüncü sezondan bu yana özlemekteydik. Black Mirror’ın altıncı sezonu, korku temayüllerini hatta doğaüstü korkuyu ve gotik temaları kurcalayan hikâyelerden oluşuyor. Her şeyden çok Alacakaranlık Kuşağı’na benziyor. 

Brooker’ın bir zamanlar söylediği gibi, teknoloji ilaç gibi çalışabilir; bir sorunu veya ihtiyacı giderir ama yan etkileri de vardır. Bildiğimiz Black Mirror’ın konuları, Brooker’ın ilaca benzettiği teknolojik gelişmelerin yan etkileri etrafında şekilleniyordu. Yeni sezonda geçmişin teknolojilerinin hayaletleri resmi geçit yapıyor. İnsanların duygusal dünyası, motivasyonları, arzularının-korkularının çeşitliliği ve yoğunluğu radikal biçimde değişmezken, teknolojinin radikal bir hızla gelişmekte olduğunu hatırlatılıyor. Charlie Brooker, bilimkurgu distopyalarının kifayetsiz kaldığı bir dünyada artık başka taraflara bakmak istemiş, fütürist vizyonları (şimdilik) terk etmiş. Her fırsatta altını çizerek geçmişe dönüyor. Ava gidenin avlandığı bir canavar hikâyesi olan Mazey Day, 2006’da, allegorik varoluşçu (ve epeyce iç sıkıcı) uzay draması Beyond the Sea, 1969’da, In Fabric’in (2018) estetiğini ve film dilini neredeyse kopyalayan Demon 79, 1979’da, ilk iki bölüm; Joan is Awful ile Lock Henry ise günümüz civarında geçiyorlar. Dizinin başından beri konu edindiği mesele ise değişmemiş; ortada bir teknoloji problemi yok aslında, sorun insanlarda. 

Joan is Awful
Joan is Awful

Sezonun ilk bölümü Joan is Awful, Hollywood’da oyuncu, yazar ve set çalışanlarının öncelikle adil sözleşme şartları ve özellikle oyuncuların dijital görüntülerinin kullanım haklarının sözleşme konusu olmaması için greve gittikleri bu dönemde tekinsiz biçimde iyi bir zamanlamayla ekrana gelmiş oldu. Joan, Netflix’in kötü kalpli ikiz kardeşine benzeyen Streamberry adlı platforma üye olurken kişisel bilgilerinin dibine kadar kullanılmasına izin verdiğini fark etmemiş bir kullanıcı. Gündelik hayatının içeriğe dönüştüğünü görünce isyan ediyor ama ne fayda. Gerçeklik katman katman soyuluyor, şaşırtıcı hakikatlerin altından başka hakikatler çıkıyor; ‘Joan is Awful’ adlı dizide kendisini canlandıran Salma Hayek’in de aslında tam da Salma Hayek olmadığı, Hayek’in sözleşmesine göre, görüntüsünü dijital yolla manipüle ederek kullanabilen stüdyonun ürettiği bir kopya olduğu ortaya çıkıyor. Joan’ın kendisi de esas Joan değil. Bu matruşkanın içinden çıkılamıyor, sistemin devamını sağlayan kuantum bilgisayar yok edilmeden. Bugünkü grevin konuları öyle bir bilgisayarı yok etmekle çözülemeyecek gibi ama… Şirketlerin (dolayısıyla şahısların) kâr maksimizasyonu aşkı sona ermedikçe (kapitalizmin sonundan bahsediyoruz demek…), her şey ve herkes (ve herkesin her parçası) paraya çevrilebilir olduğu kadar değerli olmaya devam edecek gibi görünüyor.

Kişisel bilgilerimin kullanılmasına izin veriyorum derken tam olarak neye izin verdiğini bilmediği için büyük bir şoka uğrayan Joan için ne kadar “kişisel” haddinden fazla kişiseldir? Streamberry Joan’a çok yakın, Joan’ın kişisel alanını o denli istila etmiş ve oraya nüfuz etmiş ki, neredeyse Joan’ın kafasının içinden yayın yapıyor. Kişisel verilerin gizliliği konusu Black Mirror’ın sıkça dönüp dolaşıp geldiği yerlerden biri olageldi. İlk sezonun The Entire History of You adlı bölümünde insanların satın alıp beyinlerine yerleştirdikleri “grain” adlı çip,  görüp duyduklarını kayıt altına alıyor, anıları depoluyor ve yeniden oynatabiliyordu. İnsanların bellekleri manipüle edilebilecek, çalınabilecek, kopyalanabilecek, elektronik ortamda içerik haline gelebilecek bir veri bütününe dönüşüyordu. Yalnızca bellek değil, Black Mirror’ın pek çok bölümünde benlik de bir bütün olarak nesneleşiyor, bilinçle birlikte kopyalanabiliyor, fiziki sahadan kopup varlığını bulutta, bir başka bedende, bir androidin işletim sisteminde sürdürebiliyor. 

Beyond the Sea

Yeni sezonun retro-fütürist Beyond the Sea bölümünde de bilinç bedenden ayrı bir yerde yaşayabiliyor. 1960’larda geçen öyküde, bir uzay aracında görev başında olan iki astronotun bilinçli benlikleri kendilerinin replikası olan androidlere aktarılıyor, bu sayede aileleriyle birlikte yaşarken aynı zamanda uzay aracındaki görevlerine devam edebiliyorlar. Bir zamanların bilimkurgusunda, robotlar, androidler, insanların yapmak istemediği, yapmamayı tercih edeceği işler için vardı, var olacaktı… Burada uzay istasyonundaki zor işleri insan bedeni yaparken, dünyadaki “tatlı hayat” android bedenler aracılığıyla yaşanıyor. Belli ki bu “günaha” tepki duyan ve Manson Ailesi tarzında bir çete, androidlerden birini ailesiyle birlikte ortadan kaldırana dek sorunsuz işler gibi görünen bu sistem, astronotlardan birinin replikasını iki bilinçle kullanmaya başladıklarında fena halde çöküyor. Aynı bedeni paylaşmaları sorun olmazdı belki ama aynı kadını, aynı evi ve aileyi paylaşmaya gelince iş, yani bir mülkiyet tartışmasına dönüşünce haset, hınç, intikam gibi insanoğlunun erdemli saymadığı duygular çıkıyor ortaya. Sonrası vahşet… Beyond the Sea’deki tempo ve dünya kurulumu sorununu Aaron Paul, Josh Hartnet ve Kate Mara gibi son derece yetenekli oyuncular da çözememiş. Bölüm her şeyden çok kaçırılmış bir fırsata dönüşüyor, özellikle de Brooker finali için mümkün senaryolardan en öngörülebilir olanını seçtiği için… Bir Black Mirror bölümünden beklenecek ters köşenin olmayışının izleyiciyi yıldırması bir tarafa, hikâyeyi heba edişi acıklı. Kan dondurucu olan ve sonradan hatırlanmaya değer tek bir düşünce var Beyond the Sea’de, bilinç uzakta bir yerdeyken, bedenin sonsuz savunmasızlığı… Biyolojik beden, bilinç aktarımı için kullanılan yatağa benzer makinenin içinde uzanmış yatarken, başına gelebilecek şeylere dair boşa çıkan beklentiler…  

Joan is Awful’daki gibi, izlemek isteyen birileri oldukça insanların hayatları (daha çok da dertleri, acıları, sorunları) harika bir malzemedir, Joan is Awful, geri dönüp tekrar izlenmeye değer mi emin değilim ama geçer-akçe, seyirlik bir içerik… Loch Henry’de anne-babasının özel hayatlarının dehşetengiz detaylarını ev videolarından öğrenen belgesel yönetmeni Davis, hayatı bir gerçek suç belgeseline dönüşmeden hemen önce, “Hayatım içerik değil” cümlesini sitemkar bir tonda sarfediyor. Halbuki neden olmasın? Davis’in kız arkadaşı Pia’nın fark ettiği gibi, Loch Henry’de ortaya çıkan seri cinayetlerin öyküsünü Streamberry (kılığında Netflix) adlı platform için ilginç hale getirmenin yolları bulunabilir. Nitekim ailesinin hikâyesini çok rağbet gören bir gerçek suç belgeseline kendisi dönüştürüyor, Bafta ödüllü bir Streamberry yapımı olarak… Streaming endüstrisi insanların hayatlarını ellerinden alan, insanın verdiğini sandığından daha çoğunu verdiği bir baş kötü rolünde. 

Yapay zeka işleri bu kadar ilerletmeden önce de gözetim ve dikizcilik saplantısının hayatları nasıl kaydırabildiğini ise hayatı başlı başına içeriğe dönüşen ve kendisi, fotoğrafları kadar değerli olmayan pop yıldızı Mazy Day’in hikâyesinde de hatırlatılıyor. Gerçek suç belgeselleri, yaşanan dehşetengiz, hayret verici ve “kurgudan tuhaf” olayların her detayını bilmek isteyenler için yapılıyorsa, magazin de “gerçekte” olup bitenlere pornografik bir yakınlıktan bakmak isteğine karşılık geliyor. Kameranın bizim için her yere baktığı bir dünyada, son derece dramatik bir doğaüstü dönüşüm yaşanırken, muhabir olan biteni fotoğraflamak zorunda olduğunu biliyor. İçine düştüğü vicdani ikilemden kurtarabilmek için onu bir makine gibi, fotoğraf makinesinden farksız bir araç olarak görmek zorunda değil miyiz? Mazey Day kurtkadına dönüşürken, fotoğrafçı da makineye dönüşüyor. Loch Henry’de Davis’in annesinin intihar notunda, “Filmin için” yazıyordu. Mazey Day’in fotoğrafları da izleyiciler için çekilmekte. Kimse bakmıyorken bir ağaç devrilse, ağaç gerçekten devrilmiştir diyebilir miyiz? Hakikatin paradoksu burada; bilinçli bir gözlemci yoksa ortada, olay gerçekten olmuş mudur? Brooker’ın insan bilincine dair akıl yürütmesi de (özellikle dizi Netflix’e geçti geçeli) içerikle imtihanı da devam etmekte… 

Red Mirror

Charlie Brooker, Esquire’a verdiği bir röportajda, “Birisi bana NFT’lerle ilgili bir Black Mirror bölümü yapsana, dedi. Ben de şimdi bu benim görevime mi dönüştü diye düşündüm, çok sıkıcı…” diyor. Bir ara olayların yakın gelecekte değil de geçmişte yaşandığı bir korku antolojisi olarak kurguladığı Red Mirror adlı bir dizi üzerine düşünmüş. Sonra etkileşimli Bandersnatch’le birlikte Black Mirror’ın bir çokluevrene evrilmesinden de yola çıkarak (ya da belki de yapımcı Netflix’in bir kaprisiyle) bu korku hikâyelerini Black Mirror’a dahil edebiliriz diye düşünmeye başlıyor.

Halbuki, bu sezonun favori bölümü, Black Mirror’dan ziyade bir Red Mirror bölümü olan Demon 79. Irkçı baskılar altında gündelik yaşamını sürdürmeye çalışan Hintli-İngiliz bir tezgahtarın, dünyanın sonu gelmesin diye canhıraş çabalamasını konu alıyor. Tıpkı Beyond the Sea gibi bir alternatif (mi acaba?) tarih söz konusu; dünya berbat bir yer, beyaz olmayan biri için sonsuz, kozmik bir cehennem boyutundan farksız, aşırı sağcı politika güden National Front’un merkez partisi olduğu bir İngilitere’de, 1979’da geçiyor öykü. Kahramanımız Nida, bir iblisle anlaşma yapmış halde buluyor kendini; üç gün içinde üç kişiyi öldürmezse dünya sona erecek. Sonu geldiğine üzülmeyeceğimiz bir dünya burası ama Nida yine de elinden gelenin fazlasını yapıyor, tam da bu yüzden yakalanıyor. Neticede anlaşmayı tamamına erdirmeyi başaramayan toy iblisle birlikte gerçek bir kozmik cehennem boyutuna kaçıyor, sonsuzluğa sürgün gideceksek bari tek başımıza gitmeyelim diye düşünüyorlar. Birlikteliklerin de böylesi makbuldür zaten. Bir de paranoyak olmanız yatağın altında timsah olmadığını göstermez. O eski halinden eser kalmamış bir Black Mirror sezonu daha izlemek yerine, adı konmuş bir Red Mirror sezonuna hayır demezdik doğrusu…  


Black Mirror‘ın altıncı sezone Netflix Türkiye‘de yayında.

© 2013-2022 Altyazı Aylık Sinema Dergisi / Altyazi.net'in içeriği dergi yönetiminden ve yazarlardan izin alınmaksızın kullanılamaz.