Şu An Okunan
Karanlık Kız: Leda Hakkında Konuşmalıyız

Karanlık Kız: Leda Hakkında Konuşmalıyız

Karanlık Kız, The Lost Daughter

Anneliğin derin sessizliklere ve uzun iç çekişlere saklanmış yüzünü doğrudan gösteren Elena Ferrante uyarlaması Karanlık Kız, kadın karakterlerini seyirciye sevdirme ihtiyacı gütmeyen Maggie Gyllenhaal’un yönetmen olarak doğuşunu müjdeliyor.

İnsanın hayatı boyunca aldığı en büyük riskin ebeveynlik, özellikle annelik olması tarihin en iyi saklanan sırrı olarak varlığını sürdürüyor. Çok az filmin teşebbüs ettiği bir işe kalkışan Karanlık Kız’ın (The Lost Daughter, 2021) bu sırrı nasıl ifşa ettiğini düşünürken, gerilimin harcına sadece gönülsüz anneliğin değil, hor görülen kadınlığın, eksik bir çocukluğun ve en önemlisi adına aile denen fiyaskonun da karıştığını görüyoruz. Bunlar olmasaydı, kadının annelikten değil sadece payına düşen çocuktan yaka silktiği bir Kevin Hakkında Konuşmalıyız (We Need to Talk About Kevin, 2011) vakası kalırdı elimizde. Oysa Karanlık Kız’ın kahramanı Leda, tek kişilik tatili boyunca onu var eden tüm kadınlık travmalarıyla tek tek hesaplaşıyor. Her bir hesaplaşmanın sanki mecburen bir gerilime dönüşen bu filmin en dehşet verici anlarını oluşturmasına şaşırmıyoruz.

Karanlık Kız’ın asıl derdi elbette annelikle. Anneliği, gerçek hayatta dahi dışa vurulmayan şekilde, herhangi bir filtreden geçirmeyen, tüm posasıyla mideye indirip sonra gürül gürül kusan bir deneyim inşa ediyor film. Bu satırların yazarı, Elena Ferrante’nin kitabını henüz okumadığı için herhangi bir karşılaştırmaya girişmeyecek ama yönetmen Maggie Gyllenhaal’un kitapta olmadığını söylediği ve bizzat yazdığı bir cümle filmin en can alıcı sahnelerinden birini sırtlayabildiğine göre, kimyası tutmuş bir uyarlama bu. Sahilde dikkatle izlediği Nina’da kendi yaralı anneliğini bulan Leda’nın onunla pazarda karşılaşıp omuzlarındaki yükü gözlerinden akan yaşlarla boşalttığı, harika bir sahneden bahsediyoruz. Leda’nın acısını, sonsuza kadar ortadan kaybolarak annesinden bir nevi intikam alan küçük kızına bağlayacakken aslında tüm yükün çocuklarını terk etmiş bir anneye ait olduğunu dillendiren sahne. Üç yıl. Özgürlüğüne kavuştuğu ve bir birey olmayı yeniden hatırladığı üç yıl. Nina, bunun onu nasıl hissettirdiğini sorunca “muhteşem” diyor Leda. “Muhteşem.” Gözlerinden yaşlar akmaya devam ediyor. Yıllardır kimseye itiraf edemediğini bir yabancıya itiraf ettiğini ve o anda tam olarak kastettiği şeyi söylediğini biliyoruz. Anne olmayı kendi tercih etmeyen tüm annelerin dağları deviren suçluluk duygusu, o anda Leda’nın iki dudağının arasında. Doğruyu söylemekten kendini alamıyor Leda. “Muhteşem.”

Tersyüz Edilen Beklentiler

Zamanlaması pek iyi ayarlanamamış geriye dönüşler üzerinden Leda’nın annelikle imtihanını parça parça izlediğimiz sarsıcı sahneler, akla 2008 yapımı bir kısa filmi getiriyor. Burcu Aykar ve Uygar Şirin’in birlikte yazıp yönettikleri Doğum’da yeni doğum yapmış Aylin’in söylediği bir cümle hâlâ ilk kez söylenmiş kadar taze. Anneliğin ruhu istilasını askerlikle karşılaştıran Aylin, “Askermişsin gibi düşün işte” diyen arkadaşına şöyle cevap veriyordu: “Askerlik bitiyor ama.” Leda’nın eşine elbette teğet geçen aynı istilayı tüm ruhunda hissettiği bir dönemde, anneliğin “biten, hiç değilse ara verilen” bir şey olduğuna karar vermesi her yönden tabu yıkan bir gelişme. Sinemada, gerçek dünyada ve elbette düşünce dünyamızda. Zira çoğu kez yarı bilinçsiz hâlde imzalanan annelik anlaşması, savaşı kaybeden ülkelerin önüne çıkarılan antlaşmalar kadar acımasız ve net aslında. İmzaladığınız anda, ebeveyn olmadığınız hâlinize bir daha asla geri dönemezsiniz. Oysa Leda kapıyı çarpıp çıkıyor. Aylin’in yaptığı gibi. Kim demiş “asla” diye? Bu anlamda Maggie Gyllenhaal’un oyunculuk kariyerinde de varmayı başardığı, gelenek bozan o dikenli alana ilk yönetmenlik deneyimiyle ulaştığını söyleyebiliriz. Seyircinin kadına dair beklentilerini tersyüz ederken o beklentilerle yüzleşmesine önayak olan bir hikâye ve kendini sevdirmek için uğraşmayan, maskesiz bir kadın karakter. Ferrante’nin yönetmen olarak Gyllenhaal’u seçmesi dünyanın en öngörülü kararı olabilir.

Karanlık Kız’ın aile kavramıyla kozlarını paylaştığı sahnelerde asıl gerilimi fiziksel olarak ortama meydan okuyan şişkin egolu erkeklerin değil Dagmara Domińczyk’in kusursuzca canlandırdığı Callie’nin yaratması filmin en güzel detaylarından biri. Callie henüz anne olmasa da doğuştan anne olan kadınların özgüvenini taşıyan, sadece bir koloninin ortasındayken gerçek gücüne kavuşan ve iğnelerini sadece hemcinslerine sokan bir kraliçe arı adayı. Filmin en gerçek tehditlerinden biri. Bu kadını o kadar iyi tanıyoruz ki istediği şezlongu ona bırakıp ayaklarımız popomuza vura vura kaçmamak işten değil ama Leda’nın böylelerine karnı tok. Callie’yi kızdırmak için tereddüt etmiyor bile. Callie üzerinden modern dünyada kadının kimliğini çocukları üzerinden tanımlayan, eksik ya da tam olduğuna buna göre karar veren tüm diğer kadınların dev bir sosyal fobiye dönüşmesi yeniden gündemde.

Pusuda Bekleyen Geçmiş

Callie’den sonra aileye dair yaşanan ikinci derece gerilimiyse, ailenin bir topluluk olarak yarattığı istila duygusundan alıyoruz. Tıpkı anneliğin ruhu istila ettiği gibi sahili teklifsizce istila eden bir grup insanın yarattığı rahatsızlık, sadece bir tatili değil sıradan bir tatil filmini de bulandıracak güçte. Gyllenhaal muhteşem manzaralar sunan bir Yunan adası ezberine teslim olmaktansa hikâyeyle kan uyuşmazlığı yaratmasın diye cazibesini kısmen yitirmiş bir tatil fikri oluşturuyor. Deniz, güneş, sahil ve meltem hâlâ orada ama geçmiş onlardan daha yakın mesafede, pusuda bekliyor. Anneliğin tüm mecburiyetleriyle kutsandığı, kadınlığın sürekli tetikte olmayı gerektirdiği, aileden yükselen çürük kokusunun rüzgâra karıştığı tekinsiz bir tatil. Burada Ferrante’nin daha sonra yazdığı Napoli romanlarında anlattığı tatillerin de izlerini buluyoruz. Hafta sonları ailesinin yanına gelen tehditkâr eşi ve onu bir başkasıyla aldatan mutsuz kadını çok iyi tanıyoruz.

Genel olarak Leda’nın duygu dünyasında geçen böyle bir hikâyeyi diken üstünde bir seyirliğe dönüştüren Gyllenhaal’un özellikle doğrudan bir anlatımdan kaçınma şekli etkileyici. Diyaloglara değil yüzlere, ifadelere ve karşılaşmalara odaklanan, muhteşem Olivia Colman ile ondan aşağı kalmayan Jessie Buckley’den bir değil iki ayrı karakter yaratma riskini alan yönetmen, kimi ilk film yönetmenlerinin ezberine teslim olmuyor. Filmde oldukça geniş yer tutan geriye dönüş sahnelerini hikâye kurgusu içinde fazla bariz noktalara serpiştirmesi dışında bir ilk film yönetmeni olduğunu hatırlatan en ufak bir emareye rastlanmıyor. Leda gibi bir karakteri iki ayrı kadın üzerinden bir bütün hâlinde tutuyor; kaçırdıkları yüzünden hayatın ona borçlu olduğunu düşünen, hakkını yedirmemeye programlanmış, zor bir karakterle onu yargılamaya hazır olan seyirci arasındaki mesafeyi doğru ayarlıyor. Karanlık Kız, bittikten sonra da karakterlerinin bir köşede yaşamaya devam ettiği filmlerden. Bu da salonun ışıkları kapandıktan sonra, bir filmin başına gelebilecek en iyi şey.


Karanlık Kız’ın sinemalardaki gösterimi sürüyor.

© 2013-2022 Altyazı Aylık Sinema Dergisi / Altyazi.net'in içeriği dergi yönetiminden ve yazarlardan izin alınmaksızın kullanılamaz.