Frank: Hayali Yaşayamamak
Yönetmenliğini Lenny Abrahamson’ın üstlendiği Frank, çalıştığı kurumsal şirketten ayrılıp Soronprfbs adlı bir müzik grubuyla yollara düşen Jon’un hikâyesini anlatıyor. Filmin en büyük meziyeti, en olmadık kişilerin başarıya ulaştığı ‘underdog’ öykülerini ters yüz etmesi.
Bu yazı, Altyazı’nın Haziran 2014 tarihli 140. sayısında yayımlanmıştır.
Üniversite okuyanlara sorsanız, çoğu okuduğu bölümden memnun olmadığını söyleyecektir. Ergenlik yıllarından beri hayalini kurdukları o “mutlu” geleceğin aslında var olmadığı, hayatta kalmak için yapılması gerekenlerin; bir iş bulmanın, karın doyurmanın her şeyin önüne geçtiği anlaşılmıştır çünkü. Ve birçoğu kendilerini kurumsal dünyanın acımasız ortamında bulurlar. Bazıları oradan çıkabilmek için alternatifler üretmeye çalışır, bazılarıysa “kaderine” teslim olur. Frank’in baş karakteri Jon da yaptığı işten zevk alacağı, mutlu bir gelecek hayali kurduğu genç yaşında kendini kurumsal şirketlerin birinde, küçücük bölmelere ayrılmış bir ofiste çalışırken buluyor. Yine de umudunu kaybetmemiş, “kaderini” kabullenmemiş. Belli ki çok küçük yaşlardan beri müzisyen olmanın hayaliyle yanıp tutuşuyormuş. İşten koşarak eve gelip odasında kurduğu düzenekte müzik bestelemeye, şarkı sözü yazmaya çalışması, sıkıcı hayatından kurtulmak için ne kadar azmettiğinin en büyük göstergesi. Fakat çok da yetenekli biri olmadığını henüz keşfetmiş değil.
Böyle bir çıkışsızlık içinde başlayan Frank, kafasında kocaman bir maskeyle dolaşan Frank’in Jon’u Soronprfbs adlı müzik grubuna davet etmesiyle bir yol filmine dönüşüyor. Jon sonunda ‘9-5 mesaisiyle’ çalıştığı kısırdöngüden kurtulup bir grubun üyesi olmayı başarıyor. Grupça bir minibüse atlayıp İrlanda’da bir kulübeye kapanıyor ve yeni albümleri için çalışmaya başlıyorlar. Jon başlangıçta hayallerine ulaşmış gibi gözüküyor. Fakat birbirinden tuhaf üyelerden oluşan grup Jon’a pek de sıcakkanlı yaklaşmıyor. Frank, Jon’un heyecanı ve naifliğinden etkilendiğinden olsa gerek, onu grupla kaynaştırmaya çalışırken, grubun diğer üyeleri Jon’da herhangi bir müzikal yetenek görmedikleri için onu aralarına almak istemiyorlar. Jon’un daha önce yaptığı yarım yamalak besteleri beğenmiyorlar. Fakat Frank ısrarla onun gönlünü almaya çalışıyor.
Jon’un başarıya ulaşabileceğine dair bir beklenti yaratan film, son bölüme doğru yön değiştiriyor ve aslında Jon’un grubun harmonisine ne kadar zarar verdiği anlaşılmaya başlanıyor. Aslında deneysel diyebileceğimiz bir müzik yapan Soronprfbs’un tarzını daha anaakım bir noktaya çekmek isteyen Jon grup içinde çatışma yaratıyor. Zira Jon’un en büyük hayali aslında müzikle uğraşmak değil de müzik gibi popüler bir sanat dalı sayesinde var olduğunu dünyaya haykırmak. Jon, kendine itiraf etmese de yeteneksiz olduğunun farkına varıyor ve enerjisini müzikle uğraşmaya değil Youtube ve Twitter’da grubun tanıtımını yapmaya harcıyor. Diğer yandan gruba finansal destekte bulunarak oradaki yerini sağlamlaştırmaya çalışıyor. Hep hayalini kurduğu ortamda kalabilmek için çırpınıyor aslında. Jon kendini “sermaye”siyle var etmeye çalışıyor. Sakalları uzayan ve hiçbir şekilde ilham bulamayan, acınası hale gelen Jon’un öyküsü böylece bir çöküş, bir başarısızlık öyküsüne doğru evriliyor.
Öğretilmiş İdeallerin Peşinde
Sosyal medya sayesinde kendi çapında bir şöhrete kavuşan Jon daha fazlasını istiyor. Daha fazla kişiye ulaşmak ve popüler olmak tek amacı haline geliyor. İçine girdiği bu küçük dünyanın kurallarına ayak uydurmaktansa, geldiği kurumsal dünyanın kurallarını grup üzerinde uygulamaya çalışıyor. Rekabete dayalı, başarının tek varoluş amacı haline geldiği ve hep daha fazlasının istendiği dünya düzeninin bu kırılgan ortamda işleyeceğini düşünüyor ama çok yanılıyor. Jon, Frank’i şöhret yapmak için kendi popülerlik hayalinin peşinden sürüklerken, kocaman bir maskenin arkasına saklanarak kendini dış dünyadan koparan, hastalığından dolayı ona yönelecek bakışları engellemeye çalışan Frank’in dengesinin iyice bozulmasına neden oluyor ve ikilinin sahnedeki performansları bir felakete dönüşüyor. Kendi halinde müzik yapan ve yaptıkları sanatla birbirine tutunan bu tuhaf insanların hayatını “daha popüler olmak” gibi öğretilmiş idealler için bir kalıba sokmaya çalışan Jon çok ağır bir ders alıyor. Müziği toplumda durdukları konumu aynalayacak şekilde icra eden bir grup, çoğunluğun istediği müziğe ayak uydurmaya zorlanınca darmaduman oluyor. Twitter’da birkaç bin kişiden oluşan takipçi sayısının ya da Youtube’da kaç kere izlendiğinin çok da bir anlamı olmadığını Jon geç fark ediyor.
Jon’un bir grubun içine dahil olup farkında olmadan onları kötü bir sona sürüklemesini anlatan Frank’i bir büyüme öyküsü olarak görmek de mümkün. Bu anlamda Frank’in en büyük meziyeti, en olmadık kişilerin başarıya ulaştığı ‘underdog’ öykülerini ters yüz etmesi. Bugüne kadar gerçekleşmesi çok zor, imkânsızmış gibi görünen bir hayalin peşinden giden ve hayalini gerçekleştiren sürüsüyle karakterin öyküsünü izledik. Fakat Frank, Jon’un içine düştüğü buhrandan çıkmasına ve şansının da yardımıyla hayaline ulaşmasına izin vermiyor. Hatta Jon sevdiği insanlara zarar verdiği için büyük bir vicdan azabı da duyuyor. Kitleleri herkesin her şeyi başarabileceğine dair bir umutla dolduran sözde özgür dünyanın uydurma masallarına sırtını dönüyor Frank.
Film bazen yanlış hayaller peşinde koşulabileceğini, başarısız olunabileceğini ama bunun yeni bir yol arayışı içine girilmeyeceği anlamına gelmediğini de hatırlatıyor. Bu sebepten Jon’u son sahnede nereye gittiğini bilmediğimiz bir yolun üzerinde yürürken görmemiz oldukça manidar. Jon, belki evine ve o sıkıcı işine geri dönecek ya da ilk sapaktan sağa dönüp yepyeni bir yolculuğa başlayacak.
Kalın Çizgiler
Frank’in tematik anlamdaki bu yıkıcı dokunuşunu maalesef filmin bütününde görmek mümkün değil. Popüler, anaakım üretimlere karşı bağımsız işler yapmayı, özgün olmayı ve bu üretim ortamının yarattığı dayanışma duygusunu yücelten filmin kendi üretim şekli üzerine fazla kafa yormadığını söyleyebiliriz. Kafasına kocaman bir maske geçirmiş tuhaf bir karakteri filmin merkezine oturtan Frank anlatım biçimiyle artık kendi konvansiyonlarını oluşturmuş olan bağımsız sinemanın anlatım kalıplarının dışına çıkamıyor. Frank, çok net bir şekilde giriş-gelişme-sonuç bölümlerinden oluşan ve bir noktadan itibaren bir sonraki sahneyi tahmin edebileceğiniz kadar hesaplı bir senaryoya sahip. Örneğin film Frank karakterinin neden bir maske taktığını açıklama gereği duyuyor. Oysa zaten seçtiği hayat tarzı ve yaptığı sanatla neden o maskeyi takıyor olabileceğine dair bir izlenimi rahatça edinebiliyoruz. Jon’a yolculuğunun sonunda altı kalın çizgilerle çizile çizile kocaman bir ders verilmesinde de, yine benzer bir açıklayıcılık göze çarpıyor.
Bir absürd komedi olma iddiasında olsa da Frank, yaratmak istediği o tuhaf dünyayı kurarken sırtını sadece karakterlerinin yaptığı birkaç ‘acayip’ harekete dayayan, anlatısal açıdan kendine fazlasıyla güvenli bir alan oluşturmuş bir film. Pek çok kişinin içine rahatça girebileceği, naif bir dünya tasviri sunuyor. Seyirciyi zorlamak yerine, duygusal olarak yakalamak istiyor ve aslında popüler kültürün sebep olabileceği ‘yıkım’ üzerine kurabileceği güçlü söylemi naif bir sonla zayıflatıyor. Yine de, Soronprfbs’un Amerikan taşrasında, yol kenarındaki bir barda izleyicilerini umursamadan istedikleri müziği yapmalarıyla sonlanan Frank’in küçük dünyalara düzdüğü methiyenin sözde bağımsız birçok yapımda artık göremediğimiz samimiyeti ve cesareti taşıdığını belirtmek gerek.