Güzel Bir Sabah: Kolay Olmayacak, Elbet Üzüleceğim
Mia Hansen-Løve’ün Léa Seydoux’yu başrole taşıyan yeni filmi Güzel Bir Sabah, bir yandan babasının rahatsızlığıyla uğraşırken diğer yandan yeni bir aşka yelken açan bir çevirmene odaklanıyor. Mia Hansen-Løve sinemasının kişisel ve sahici doğasını olgunluğa taşıyan film, hayatın zahmetsiz ve küçük anlarından güç alıyor.
Sinemanın ne kadar işgalci bir sanat dalı olduğu üzerine pek konuşmuyoruz. Gözlemcilik hatta röntgencilik tamam, ama kurmaca dünyaların içine bodoslama giren, orada yaşayan kimseden izin almadan ansızın kapıya dayanan, kilitleri zorlayan, tüm yalvarmalara rağmen içeri süzülen ve sadece kendi istediğinde ayrılan bir istilacı tarafı olmadığından emin miyiz? Perdede bize dünyalarını açan tüm o karakterlerin aslında film bittikten sonra da yaşamaya devam ettiğini bilseydik, belki de sinemanın bu istilacı tarafını daha sık konuşurduk. O zaman da “Bu kadar romantik olmaya gerek yok” derdi bazıları, “Oradakiler biz onları izleyelim diye var ve biz izlemediğimiz sürece başlarına ne geldiğinin hiçbir önemi yok.” Söz konusu bir Mia Hansen-Løve filmiyse, böyle kestirip atamayız. Onun sinemasının karakterlerin hayatını işgal etmek yerine, onlara zarifçe teğet geçen doğasını hesaba katmak zorundayız. Mia Hansen-Løve bir tarafa, daha önce hiç Yasujirō Ozu ya da Éric Rohmer filmi çekilmemiş gibi yapamayız. Kelly Reichardt ve Joanna Hogg filmlerini görmezden gelemeyiz. Bir de bakmışız ki, sinemanın tüm o özürsüz yapısı içinde mucizevi bir ara kat oluşmuş. Kimse bize dokunmazsa, o ara katta uzun süre mutlu yaşayabiliriz.
Mia Hansen-Løve, yukarıdaki yönetmenlerden farklı olarak (belki Joanna Hogg’u bu toplamdan ayrı tutabiliriz) ilk filmiyle beraber sinemadaki sahici film anlayışına, “yönetmenin hafızası” kavramına ve otobiyografik dokunuşlara yeni bir açılım getirdi. Hiçbirini icat eden o değildi ama her birine kendine özgü bir kimlik kazandırdığını kesin olarak söyleyebiliriz. En sevdiği yazarlardan birinin Annie Ernaux olması şaşırtıcı değil. Hem de hiç. Onun penceresinden hayata bakmanın hem çok düşündürücü hem de silkeleyen bir tarafı var. Kimin hikâyesini anlatır gibi görünürse görünsün, aslında sadece kendi hikâyesini -çünkü başka türlüsünü yapamıyor- anlatıyor ve ne tuhaftır ki bütün bunlar olurken seyirciye de ona (seyirciye) ait bir hikâyeyi izlediğini düşündürüyor. Bir de hayatın normalde kameraların radarına girmeyen anlarına vakit ayırmasını, derin anlamlar peşinde koşmayışını, makyajsız sinemasının zahmetsiz kendiliğindenliğini, kanlı canlı karakterlerinin birdenbire değil gerçek hayatta olduğu gibi zamanla gösterdikleri duygusal büyüme emarelerini düşünüyoruz. Nihayet “sahiciliğin Mia Hansen-Løve hâli”ne ulaştık.
Güzel Bir Sabah (Un beau matin, 2022), yönetmenin pandeminin başında kaybettiği babası henüz hayattayken kaleme aldığı bir film. Daha önce nasıl kaybettiği dostuna gönül borcunu ödediyse (Le père de mes enfants, 2009), ilk aşkının travmalarını tekrar yaşayıp yolcu ettiyse Elveda İlk Aşk (Un amour de jeunesse, 2011), abisinin gerçekleşmesine ramak kalan hayallerini müthiş bir müzik filmine dönüştürdüyse Eden (2014), annesinin beklenmedik boşanma sürecinden sapasağlam bir kadın öyküsü çıkardıysa Gelecek Günler (L’avenir, 2016), yönetmen Olivier Assayas’la ilişkisini yaratıcı düzlemde tartışmaya açtıysa Bergman Adası (Bergman Island, 2021); Güzel Bir Sabah’ta da babasının hastalığının son günlerine odaklanıyor, onunla yeniden vedalaşıyor ve bu hastalık yüzünden sarsılan benliğini bulmaya çalışıyor. Filmin kahramanı Sandra’yı yaratırken genel olarak kendini temel almıyor, ama tüm hayatı boyunca düşünerek kendini var eden felsefe profesörü babasının henüz yaşarken yeryüzünden silindiğini hisseden Sandra birebir yönetmenin hislerinin bir ürünü.
Hafızasızlığın Acısı
Filmde Sandra’yı canlandıran Léa Seydoux, kariyerinde belki de ilk kez ne yönetmenin ne seyircinin ne de filmdeki diğer karakterlerin arzu nesnesine dönüşüyor; en doğal en açık en filtresiz hâliyle çırpınan, bocalayan, mücadele eden, sorumlulukları altında ezilen, yer yer çıkışsız kalan bir kadını canlandırıyor. Sandra’nın olabildiğine sade ama sinemasal malzemesi bol hayatını izlerken, kurmaca sinemanın onu yerleştirmek isteyeceği olası diğer tüm filmleri görür gibi oluyoruz. Bir filmde evli sevgilisi Clément’nın (Melvil Poupaud) hayatındaki öteki kadın, bir diğerinde ölen kocasının yasını tutan dul anne, bir başkasında babasının varlığına hayran bir küçük kız çocuğu. Sandra’nın asıl hayatı tüm bunlardan parçalar taşımasına rağmen, karakter kendini bunlar üzerinden tanımlamıyor. Babasının ona olan sevgisinin hafızasıyla birlikte yavaş yavaş karanlığa gömüldüğünü fark eden, etrafını saran hafızasızlığın acısına zar zor katlanan, ilişki yaşarken ve tam da kalkanlarını indirmişken birini sevmenin kırılganlığını sonuna kadar duyumsayan bir kadın o. Scrabble oynarken EXIT (çıkış) kelimesi dökülüyor parmaklarının ucundan. Acil çıkış kapısını aramak istiyor ama omuzlarındaki yükün altında hareket dahi edemiyor. Yaptığı en büyük isyankârlık, henüz evinden çıktığı babasının ısrarlı telefonunu açmamak. Onun için bile kızına hesap vermek zorunda.
Filmin bir sahnesinde hasta babasını tuvalete götürmesi gereken ancak bunu yapmak istemediği için hemşireyi çağıran Sandra’nın bu davranışı hemşire tarafından bir parça ayıplanıyor. “Yapamam” diyor Sandra. “Utanıyorum galiba.” Ama bu hemşire için yeterli bir cevap değil. Hiç tanımadığı biri, Sandra’dan babasının hemşiresi olmasını bekliyor. Oysa Sandra henüz yaşarken bile babasını eski hâliyle hatırlamak istiyor. Sadece bu da değil. Babası en sevdiği müziği ve o müziği dinlerken neler hissettiğini hatırlasın istiyor. Bir yandan da hatırlanmak ve dikkate alınmak istiyor. Bir başkasıyla evli olan Clément tarafından hatırlanmak, hayatını adadığı kızı yaz okulundayken onun tarafından özlenmek, ikinci baharını yaşayan annesi tarafından biraz daha önemsenmek. Bu yaraların azar azar açıldığı sahnelerde Sandra’nın gözyaşı döktüğünü görüyoruz. Mia Hansen-Løve, hiçbir sahnede oyuncusuna ağlama komutu vermemiş. Belki de bu yüzden Seydoux’nun bir anda gözlerinden yaşlar boşandığı sahnelerde, anın getirdiği inanılmaz bir sahicilik geçiyor perdenin ötesine. Belki de bu yüzden bu anlardan biri filmin afişine de kaynak oluyor. Tüm dünya üstüne gelirken, yavaş yavaş Clément’dan da umudu kesmeye başlamışken, otobüste telefonuna ansızın düşen mesaj bir anda gözlerini yaşlarla dolduruyor. Tam o an filmin özeti gibi. Kolay olmayacak, elbet üzüleceğim, mutlaka bir iz bırakacak…
Güzel Bir Sabah, MUBI Türkiye‘de gösterimde.
Uzun yıllardır hem basılı hem de dijital yayınlarda sinema üzerine yazıyor. Film eleştirmenliğiyle sevgi-nefret ilişkisi yaşıyor. 2002’de bir dergide yayımlanan ilk kısacık yazısından sonra ipin ucunu kaçırdı. O dergi Altyazı’ydı.