Şu An Okunan
Hayatın Tüm Acıları ve Güzellikleri: Bir Yaslar Abidesi ya da Kırılganlığın Gücü

Hayatın Tüm Acıları ve Güzellikleri: Bir Yaslar Abidesi ya da Kırılganlığın Gücü

Venedik’te Altın Aslan kazanan Laura Poitras imzalı Hayatın Tüm Acıları ve Güzellikleri, fotoğrafçı ve sanatçı Nan Goldin’in hikâyesi üzerinden opioid ve AIDS epidemilerine bakıyor. Goldin’in verdiği siyasi mücadeleyi kişisel geçmişiyle bir arada anlatan belgesel, aynı zamanda sanatçının şiirsel sesinin eşlik ettiği bir yas anlatısı.

Laura Poitras’ın 2022’de Venedik’te Altın Aslan’ı alan Hayatın Tüm Acıları ve Güzellikleri’ni (All the Beauty and the Bloodshed, 2022) kuran görsel ve işitsel elemanlar birçok belgeselin kullandığı temel malzemeler: Otobiyografik bir anlatı, fotoğraflar, arşiv görüntüleri, röportajlar ve bir mücadelenin parçası olan eylemlerden kayıt altına alınmış anlar. Filmi “konvansiyonel” bir anlatıma sahip olmakla eleştirenlerin yargıları bu zemine dayanıyor. Filmin anlatım öğesi olarak kullandıklarında kategorik olarak bir özgünlük olmasa da bütün gücü bunların hangi sırayla, hangi duygu etrafında toplandığında ve daha da önemlisi hayatında yeteri kadar görmüş geçirmiş Nan Goldin’in sesiyle birbirine bağlamış olmasında… Bu ses Nan’in tüm hayatına attığı otobiyografik bakışla, Nan’in şimdiki zamanda geçen mücadelesini bu iki güçlü anlatının toplamından daha da büyük bir şeye dönüştürüyor.

Film, fotoğrafçı ve filmin arkasındaki yaratıcı güçlerden olan Nan Goldin’in, Perdue Pharma’nın sahibi Sackler ailesinin itibarını yerle bir etmeyi amaçlayan P.A.I.N. adlı aktivist grupla birlikte açtığı savaştan bir sahneyle başlıyor. Perdue Pharma, ABD’yi kasıp kavuran opioid krizinin sebebi olan OxyContin’i piyasaya süren dev bir ilaç şirketi. Ağır bir ağrı kesici olan opioid, doktorların reçetelerine ekledikleri fakat bağımlılık yapma ve ölüme sebep olma etkisi göz ardı edilen bir ilaç grubu. Purdue ve sahibi Sackler ailesi de bu etkiyi bilmelerine rağmen ilacı pazarlamaya devam etmekle suçlanıp yargılanıyorlar. Aile önce şirketin varlıklarını kendi hesaplarına alıp ardından şirketin iflasını isteyerek bu işten sıyrılmayı başarıyor. Bütün bu kan dondurucu kapitalist hikâyeyi Hayatın Tüm Hayatın Tüm Acıları ve Güzellikleri‘nden öğreniyoruz. Geçirdiği bir ameliyat sonrası reçeteyle opioid kullanan ve bu yüzden kendisini öldürecek bir bağımlılık girdabından ancak uzun bir rehabilitasyon sayesinde kurtulan Nan Goldin için Sackler ailesine açtığı savaş çok kişisel bir savaş. Bu savaşı kamusal alanda, Sackler’ların hamiliğini üstlendiği galerilerde, müzelerde, üniversitelerde veriyor. Ailenin isminin bu kurumlardan kaldırılmasını, bu sanat kurumlarının bu eli kanlı aileden destek almamasını istiyor. Her eylem öncesi Nan’in tedirginliğini, heyecanını gözlerinde, ellerinde görüyorsunuz. İşte film böylesine bir eylemle başlıyor. 

Fotoğrafların Şiiri

Seyirci olarak ilk tepkiniz; “Aktivist bir filmdeyim, bu eylemler nereye varacak?” oluyor. Fakat anlatı, eylemlere paralel olarak takip edeceği ikinci bir yola sapıyor. Nan Goldin’in evine ve Laura Poitras ile aralarındaki konuşmaya dönüyoruz. Burada anlatımın diğer görsel dünyası devreye giriyor: Nan Goldin’in kişisel arşivi, fotoğrafları ve bu arşivle ilişkili başka arşiv görüntüleri. Nan seyirciye sanat pratiğinin önemli parçalarından biri olan slayt şovlarından bir tanesini hazırlıyor. Kurgunun buradaki ritmi bizi Nan’in sakin, tane tane ve her kelimenin duygusuna hakkını veren konuşma tonuyla yalnız bırakmaya, perdede gördüğümüz fotoğrafların dünyasına girebilmemize özen gösteriyor. Eylemliliğin ateşi, karlar altındaki bahçenin yanındaki evde soğuyor. Burada Nan’in şiirsel sesine dair bir kamera arkası bilgisini ekleyelim. Kamera arkası demek doğru değil; Laura Poitras ve Nan Goldin arasındaki konuşma kamera olmadan ses kaydı alınarak gerçekleşmiş. Dinlediğimiz, bir belgeselcinin beraber film yaptığı kişiyle görüşmesinden çok, iki kadın arasındaki bir diyalog. Bu yüzden de yazılmış, sonra da stüdyoda okunmuş herhangi bir “üst sesin” yaratabileceği güçten çok daha fazlasına sahip. Sesin dokusu, hızı, kelimelere gösterilen özen başlı başına estetik bir deneyim. Duyduğumuz ses sanki bir diyaloğun tarafı değilmiş gibi bir “monolog”. Ama bir yandan da ancak bir ötekiyle diyalog içinde ortaya çıkabilecek derinlikte bir “monolog”. Bu sesin Nan’in slayt şovu ile eşleştirilmesi bizi hafızasında bir yolculuğa çıkarıyor.

Nan Goldin’in mutsuz çocukluğunu, ailesinin ablasına çektirdiklerini ve kendi ergenlik sürecini yavaş yavaş takip ederken, bir yandan da P.A.I.N.’in eylemlerinin kavşaklarını, taktik tartışmalarını, eylemcilerin endişelerini izliyorsunuz. İster istemez bu iki hattın birbirine nasıl bağlanacağını merak ediyorsunuz. Bu bir sanatçı portresi mi? Yoksa bir mücadelenin güncesi mi? Ne tek başına eylemliliğin kaydı, ne de Nan’in zengin kişisel arşivi bu iki hattı bağlayabilecekken, Nan Goldin’in kendi kırılganlığına, yaralanabilirliğine, ölebilirliğine, öldürülebilirliğine dair bilgeliği ve artık hayatında bunu paylaşmaya hazır olması bu iki hattı bir destan, bir ağıt, bir opera haline getirerek bağlıyor.

Kırılganlığın ve Çıplaklığın Sesi

Ablasının ölümü, bu kırılgan sesin yasla ilk tanışması. Bir intihar olduğunu tüm detaylarıyla ancak finalde öğreneceğimiz bu kaybın ardından, ebeveynlerinin hakikatle baş edemeyişleri, Nan’in adını koyamadığı ama iliklerine kadar hissettiği “inkâr” ile de ilk karşılaşması… Bu büyük kayıptan sonrası uzun bir suskunluk, evden uzaklaşma, kendini, fotoğrafı, özgürlük ihtimallerini keşfedeceği, ardından New York’un altını üstüne getireceği arkadaşlarıyla tanışacağı dönem. Nan’in ismini de o dönem tanışacağı en iyi arkadaşı fotoğrafçı David Armstrong’dan aldığını öğreniyoruz. Nan de David’e “gay misin?” diye sorarak onu özgürleştiriyor. Nan ailesinin ona verdiği isimden kurtuluyor, David açığa çıkarmadığı cinsel yönelimine sahip çıkıyor. Kırılganlık ve özgürleşme anları hep el ele gidiyor Nan’in sesinde. Böylece yavaş yavaş Nan’in hayatını arkadaşlarıyla nasıl kuşattığını, her birinin onun için ayrı ayrı ne kadar kıymetli olduğunu görmeye başlıyoruz. “Benim tüm hayatım arkadaşlarım, arkadaşlarım sayesinde kurtuldum” diyor. Sıkıştığı yerlerden hep arkadaşları sayesinde bir çıkış bulabilmiş şanslı biri Nan Goldin. 

All the Beauty and the Bloodshed

Kendini açık edebilme ve çıplak kalabilme, bunlar Nan’in arkadaşlıklarının ve sanatının merkezinde oturuyor. “Teşhircilik” ve “ötekinin rızası” belki Nan’in fotoğraflarının zorladığı sınırlar. Burada slayt şovlarına dair anlattıkları oldukça önemli. İnsanlar fotoğraflarını sevdiklerinde ya da sevmediklerinde bağırarak tepkilerini ortaya koyuyor, Nan de ona göre şovunu yeniden kurguluyor. Erkek arkadaşıyla seks yaparken fotoğraflarını çektiği bir arkadaşı bir süre sonra fotoğraflarının şovdan çıkmasını isteyince, Nan o fotoğrafları çıkarıyor ve seks yaparken kendisini çekmeye başlıyor… Sürekli hem arkadaşlarının hem kendi “çıplaklığının” sınırlarını keşfediyor. Bu çıplaklığa ve kırılganlığa dair belki en vurucu hikâyelerden bir tanesi, erkek arkadaşı tarafından şiddete maruz kaldıktan sonra morarmış yüzünü fotoğraflamasıyla yaşanıyor. Şiddete maruz kalan birçok kadın Nan’e gelip bu fotoğrafları gördükten sonra konuşabilmeye başladıklarını söylüyor.  Nan Goldin seks işçiliği yaptığı dönemi de aynı hatta sadık kalarak anlatıyor. Bu deneyimi daha önce hiç bu kadar açıklığıyla paylaşmadığını ama artık bunun da konuşulabilir olmasını gerektiğini söylüyor. Seks işçiliği yaptığı dönemi anlatırken de dile gelen, film boyunca devam eden kilit bir tema var: “damga” (stigma). Seks işçiliği, uyuşturucu bağımlılığı, intihar, birazdan geleceğimiz AIDS salgını… Film boyunca Nan’in bu süreçlerin toplumda stigma haline gelmesine, konuşulamaz, değerlendirilemez, kenara itilebilir olmasına karşı verdiği mücadeleyi de izliyoruz. Bir durumun inkâr edilmesi, damgalanması, şiddete maruz kalması ve şiddetin görmezden gelinip normalleşmesi bir çember oluşturuyor. Nan’in anlatısı hem çemberin nasıl döndüğünü farklı durumlarda defalarca gösteriyor, hem de bu çemberi kırmak için neler yaptığını…

Şiddetin Tarihçesi

Nan, arkadaşları ve parçası oldukları New York’un “marjinalleri” olarak damgalanan büyük grup gözümüzde canlandıkça, filmin iki hattı; eylemlilik ve otobiyografik olan, birbirine çarpmak üzere git gide yaklaşıyor. Sanki bizi o büyük çarpışmaya hazırlarcasına önce Nan’in erkek arkadaşının öldürücü yumruklarından nasıl hayatta kalarak kurtulduğunu dinliyoruz. Ardından uzun sürecek bir uyuşturucu rehabilitasyonuna katılıyor ve arkadaşlarına döneceğini sanırken, o teker teker tanıdığımız arkadaşlarının ve başka yüzlerce, binlerce insanın AIDS’ten ölmeye başladığı 1980’lerin sonlarına geliyoruz. ABD sağlık sisteminin körlüğü, amansız bir homofobi eşliğinde siyasi bir şiddete evriliyor. P.A.I.N’in mücadele güncesi ile Nan Goldin’in Nan Goldin oluşu arasında gidip gelen anlatı sadece AIDS ve opioid krizi arasındaki benzerlikleri ortaya koymuyor, iki tarihsel dönemdeki yas ve mücadeleyi de çarpıştırarak iç içe geçiriyor. Bu anlatımda sadece kurgusal olarak yaşanmıyor, Nan’in kişisel deneyiminde de AIDS ve opioid krizlerinin nasıl iç içe geçtiğini görüyorsunuz.   

Bu çarpışma anında Nan için çok kritik bir başka sesle tanışıyoruz: Manevi ve siyasi rehberim dediği sanatçı David Wojnarowicz. Nan, o dönem AIDS’in yok ettiği hayatlara dikkat etmek için bir küratör olarak hazırladığı “Tanıklar: Yok Oluşumuza Karşı” adlı serginin kitapçığına onun yazmasını istiyor. Wojnarowicz’in yazısında siyasi ve dini figürlere yönelttiği eleştiri siyasi bir tartışmayı alevlendiriyor ve sergiyi destekleyen federal fonun başkanı desteği geri çekiyor. Serginin açılışından bir gün önce Nan’in en özel arkadaşlarından sanatçı oyuncu Cookie Mueller’in cenaze töreni oluyor ve serginin açılışında Wojnarowicz’in yaptığı tarihi konuşma filmin içinde saklı öfkenin patladığı an, anlatımdaki iki hattın çarpışmasının sesi oluyor:

İsmim David Wojnarowicz. Bunu Peter Hujar, Keith Davis, Bebe Smith, Cookie Mueller, Vittorio anısına okumak istiyorum. Bir kaybın yasını kamuya açmanın ilk adımlarından biri anma törenleridir, son beş yılda birkaç anma törenine katıldım, ve katıldığım son törende aniden kendimi bir öfke hissiyle baş başa buldum. Beni öfkelendiren şey, anmanın düzenlendiği oda dışında pek fazla yankı uyandırmamasıydı. Aynı zamanda arkadaşlarımın yalnızca sevgililerinin, arkadaşlarının ve komşularının ölümünü bekleyen, yapacakları cenaze konuşmalarını cilalayan, profesyonel tabut taşıyıcılara dönüşmesinden endişe duydum. Halbuki hayatın basit bir ritüelini gerçekleştirip, sokaklarda bağırabilirlerdi… 

Sokaklarda bağırmak… David yası kamusal bir öfkeye dönüştürmek için çağrıda bulunuyordu. Tıpkı Nan’in otuz yıl sonra P.A.I.N’le birlikte New York sokaklarını ve onlarca sanat kurumunun önünü sloganlarla inlettiği gibi.

Gecikmiş Bir Yüzleşme

Patlama sonrası finale doğru hareket ederken birbirine bağlanan sadece opioidle AIDS krizi ve bunların içindeki mücadelelerde Nan’in payına düşenler olmuyor. Nan’in ailesi ve Sackler’lar da birbirine bağlanıyor. İki inkârcı aile yan yana geliyor. Verilen hukuki mücadelenin sonunda Sackler ailesi, hayatta kalanları ve yakınlarını kaybedenleri dinlemek üzere çevrimiçi bir yüzleşme oturumuna katılıyorlar. Nan ellerinin titremesini kontrol etmek istercesine bir yoldaşının elini tutarak Sackler’lara suçlarını ve sorumluluklarını kendi sesiyle hatırlatıyor. Hemen ardından Nan’in otobiyografisine ve ablasının intiharına giden süreçte ailesinin sorumluluğuyla nasıl yüz yüze geldiğine kesiyoruz. 

Nan, ablasının hastane kayıtlarının yer aldığı kutuyu babasından alışını, babasının kutudaki dokümanları hiç okumamış olduğunu anlatıyor. Dokümanlardan kesitler görüyoruz. Nan, “Ablam sevilmiş olsaydı, birlikte yaşayabileceği insanları bulabilmiş olsaydı, hayatta kalabilirdi” diyor. Kutudaki belgelerden Nan’in başlayıp bitirmediği bir belgeselin görüntülerine geçiyoruz. Nan anne ve babasıyla. Karşısında oturuyorlar. Ablasını konuşuyorlar. Annesi, ablası öldüğünde üzerinde bulunan alıntıdan bahsediyor. Nan, annesinden alıntıyı getirip okumasını istiyor. Annesi gidip getiriyor. Gözleri doluyor ve okuyamıyor. Conrad’ın ‘Karanlığın Yüreği’nden olan alıntıyı perdede görüyoruz:

Tuhaftır yaşam, acımasız mantığın faydasız bir amaca yönelik gizemli düzeni. Hayattan en fazla kendinizle ilgili bir şeyler öğrenmeyi umabilirsiniz –ki o da çok geç öğrenilir- bir alay telafi edilemez, bastırılamaz pişmanlık yaşanır.

Kendinizle ilgili bir şeyler öğrenmek… Ablası yaşadıkları karşısında boğulup hayatına erkenden son verirken kendine dair ne öğrenebilmişti? Nan Goldin ise sanki bir ömür boyunca ablasının kaybını nasıl taşıyabileceğini bulmaya çalışmıştı. Sonunda ortaya Barbara’ya adanan, ismini de Barbara’nın koyduğu bu film çıkmıştı. Hayatın Tüm Acıları ve Güzellikleri o kutudaki belgelerden birinde Barbara’ya ait sözlerden. Film bittiğinde artık onca hikâyeden sonra karşımıza ortasında Barbara’nın yasının olduğu bir abide çıkmış oluyor. Bu, o içinde birçok yüzün ve birçok hikâyenin olduğu anıtlar gibi bir yas abidesi… AIDS’in yok ettiği, opioid’in yok ettiği hayatlar da bu abidenin parçası, Barbara’nın, Nan’in ve arkadaşlarının verdiği başarılı başarısız onca mücadele de… Bütün yasları birbirine bağlayan mücadeleler oluyor. 

Bu abideye bakarken filmin gidip geldiği iki hattı daha da net görüyoruz. Nan Goldin kendi ailesiyle ve ablasının intiharıyla olan ilişkisine dair filmin sonunda “bu önemli bir hikâye, sadece benim için değil, toplum için de” dediğinde, filmin başında kendini opioid krizine karşı kamusal bir mücadeleye yazdırırken “bu benim için kişisel” derken de, seks işçiliği yaptığı döneme dair “artık konuşulması lazım” derken de aynı şeyi yapıyor. Kamu sağlığını tehdit eden ilaç endüstrisine karşı kişisel derdinle dikilebilmek ve bir çekirdek aileye sıkışmış bir intihar hikâyesinin toplumsallaşması gerektiğine inanmak yan yana geliyor. Film bu sözler arasında gidip gelirken, sanki artık tekrarlana tekrarlana aynı keskinlikte işitmediğimiz bir sözü bileyliyor: Kişisel olan politiktir. Başta feminizm olmak üzere özgürlükçü birçok akımın tüm mücadelelere armağanı olan bu söz yeniden keskin bir jilet oluyor. Belki bu yüzden filmin orijinal isminin Türkçe’ye birebir tercümesi daha anlamlı olurdu: Tüm Güzellikler ve Dökülen Kanlar. Nan’in sesini gerçekten dinlediyseniz, salondan kan revan içinde çıkmamanız imkansız. 

© 2013-2022 Altyazı Aylık Sinema Dergisi / Altyazi.net'in içeriği dergi yönetiminden ve yazarlardan izin alınmaksızın kullanılamaz.