Korkuyorum: Kararsızlık Cehennemi
Ayin ve Midsommar filmleriyle ismini duyuran Ari Aster’in Joaquin Phoenix’in başrolünde yer aldığı yeni filmi Korkuyorum vizyonda. Paranoyak bir adamın şanssızlıklarla dolu hikâyesine odaklanan film, bilinçdışının kıvrımlarında gezinen bir rüya-kâbus.
Hiç annenin ölmesini diledin mi?
Her şeyden ve herkesten korkan Beau’nun büyük bir dehşetle karşıladığı bu soruyu ona terapisti soruyor. Ne?! Hayır! Terapisti ise onu iki farklı duyguyu aynı anda hissetmenin ve zıt şeyleri aynı anda istemenin normal olduğunu, burada bu tür şeyleri rahatça konuşabileceğini söylüyor. Ari Aster’in de üç saat boyunca beyazperdeyi ve Beau’yu bir terapi odası olarak kullandığını söylemek mümkün. Sadece annesini ziyarete gitmeye çalışan bir adamın akıl almaz yolculuğunu ve başına gelen absürt olayları izlediğimiz bu tuhaf masal, Aster’in bilinçdışının pop-psikoloji sosuna bulanmış bir tür “dışkısı” niteliğinde. Aster’in röportajlarında sezgisel addettiği bu bilinçdışı ve bilinç akışı yolculuk, bir yanıyla da tıpkı yönetmenin önceki filmleri Ayin (Hereditary, 2018) ve Midsommar’da (2019) aile, kardeşlik ve sevgililik üzerinden kurduğu aile kökenli çatışmaları fazlaca hatırlatıyor. Fakat Korkuyorum (Beau is Afraid, 2023) çok daha temel bir çatışma üzerine kurulu: anneler ve çocukları. Filmin ve Aster sinemasının asıl yaptığı şey bu ilişkiyi çok iyi ya da derinlikli anlaması veya daha önce karşımıza çıkmamış bir biçimde sunması değil kesinlikle. Hatta bu filmde Beau ve annesi arasındaki temel çatışmaya vurgu yaparken zaman zaman tekrara düşüyor ve kimi zaman bu ilişkinin Freudyen taraflarına bakarken “tekerleği yeniden icat ediyormuş” gibi bir tavra bürünüyor. Filmi kendi kendisinin bir parodisine dönüşmekten alıkoyan önemli bir taraf var ki, Aster sinemasının asıl gücünü de bence bu taraf oluşturuyor: Her şeye kelimenin gerçek anlamıyla, dolaysız (literally) bir şekilde yaklaşması.
Bu dolaysızlık hâli, bizi Charlie Kaufman’dan David Lynch’e kabusla labirent arası bir dünyaya sürükleyen Korkuyorum’u aynı zamanda okunamaz kılmayı da hedefliyor. Her şeyin kendi anlamına geldiği -bir anlamda gösterenle gösterilenin üst üste bindiği- böyle gerçek anlamlı bir dünyada, Beau ve annesi arasındaki tuhaf çatışmayı “ödipal” olarak adlandırmanın zaten nasıl bir manası olabilir ki? Ya da bambaşka yönetmenlerin elinden çıkmışa benzeyen bölümlerden oluşan filmin, Beau’nun bilinçdışı ve rüyaları arasında gidip geldiğimiz gerçeküstücü sekanslarını çözümlemeye çalışmak neye yarayacak? Öyle ki, bir yerden sonra filmi izlerken bu çabaya giriştiğiniz her anda yeniden aynı noktaya dönüyorsunuz, zaten film nerede başladıysa orada bitiyor. Film boyunca annesinin bir nevi sevgi kıskacına kapılmış olan Beau’nun farklı anne figürleriyle olan ilişkilenmelerini, sürekli yeniden annesiyle olan ilişkisine verilen doğrudan referanslar üzerinden izliyoruz. Gerçekten de burada çözümlenecek bir şey yok gibi, yönetmenin deyişiyle, “Bu film ne diyorsa onu diyor”.
Dolayısıyla Korkuyorum aslında, terapi odasında sorulup konuşabilecek olan karanlık arzuların ya da korkuların (“Annen ölsün ister miydin?”) gerçeğe dönüştüğü; sinema perdesinin metaforların ve sembollerin somutlaşıp vücut bulduğu bir tuval hâline geldiği, bilinçdışının yasalarının geçerli olduğu bir rüya/kâbus anlatısı. Bu yüzden de filmin özgün ismi Beau is Afraid yani “Beau korkuyor”. Tıpkı benliğimizin rüyalarımız/kâbuslarımız karşısında hiçbir şey yapamayan ve hatta karabasanlar söz konusuysa bir tür felç hâline geçen bilinçli tarafı gibi, Beau da görüp görebileceğiniz en ürkek, paranoyak, pasif ve kararsız karakter. Aster film üzerine bir röportajında şöyle diyor: “Kararsızlık kendine has bir cehennemdir.” Beau, karar veremeyen, belli ki tüm kararları annesi ya da etrafındaki diğer otorite figürleri tarafından verilmiş olan, karakterleşememiş bir “çocuk-adam”. Filmde bu büyüyememe mevzusu, yine bilinçli olarak oldukça klişe ve çiğ bir yerden ele alınıyor: Beau babasından geçen bir tür hastalık nedeniyle kimseyle cinsel ilişkiye giremiyor, girerse ölecek. En basit hâliyle, Beau’nun annesinin kucağından ayrılma, büyüme, benlik oluşturma ve karakter edinme hâlini -yani “anneyi öldürme” çabasını- üç saatlik bir kâbus-labirent içinden deneyimliyoruz. Zaten filmin The Truman Show’un (1998) finalini andıran ve filmin yapıntılığını fazlaca ele veren son mahkeme sekansına yaklaştıkça, gerçeklikten iyice kopuyor, ya da gitgide daha da dolaysız bir gerçekliğe savruluyoruz. Aslında filmin tamamının, Beau’nun annesiyle ve kendisiyle olan iç hesaplaşması olduğunu, seyircinin ise Beau’yu ve annesini izleyip yargılayan jüri pozisyonunda olduğunu söylüyor böylece Aster.
Hep Aynı Rüyayı Görmek
Sürekli aynı şeyi söyleyen ve bunu olabildiğince net şekilde yapan Korkuyorum’un içinde bambaşka filmleri andıran farklı sekanslar var. New York’un arka mahallelerinde küçük bir dairede yaşayan Beau’yla öncelikle terapistinin yanındayken tanışıyoruz. Daha sonra ise anahtarının çalınması ve annesini ziyarete gitmek için bineceği uçağı kaçırmasıyla başlayan kâbus, kredi kartının iptal edilmesi, evini evsizlerin ele geçirmesi, evi su basması ve benzeri felaketlerle devam ediyor. Psikiyatristi tarafından yeni bir ilaç reçete edilen Beau’nun halüsinasyon görüp görmediğini anlamaya çalışmayı bir yerden sonra bırakıyor ve felaketin akışına kendinizi bırakıyorsunuz. Burası, paranoyak bir adamın bütün paranoyalarının gerçek olduğu ve bütün korkularının hayat bulduğu, dolaysız bir dünya. Her şey her yerde aynı anda oluyor ve Beau’nun tüm kâbusları gerçek oluyor.
Yaşadığı bir kazanın ardından, karşılaştığı ilk anne ikamesi karakterin kucağında buluyor kendini Beau. Asker oğullarının ağır kaybıyla bir türlü bitmeyen ve sağlıksız bir yas süreciyle baş eden tuhaf bir aileye denk geliyor. Bu aile aslında Ayin’deki ailenin bir versiyonu gibi; Aster’in aileye dair karamsar ve sinik bakışının bir başka yansıması. Ailenin ergenlik çağındaki kızları, yaşıyor olmasıyla bile annesi ve babasının dikkatini çekememiş. Beau’nun gelip de -yine sembolik değil, kelimenin gerçek anlamıyla da- abisinin yerini alışıyla dengesi iyice bozuluyor. Böylece Beau otoriter bir anne tarafından büyütülmek yerine, mutlu gözüken ‘normal’ bir aileyle olsa iyi olur muydu ya da daha çok sevilir miydi gibi bazı fantezi-sorular, rüya-kâbusun bu sekansında cevaplanmış oluyor.
Üçüncü sekansta ise gerçeklikten tamamen kopuyor, gerçeküstücü bir masal dünyasına giriyoruz. Kırmızı Başlıklı Kız’ı andıran bir kadın tarafından ormanda bulunan Beau, kendi seçilmiş ailelerini ve komünitelerini yaratmış olan birtakım öksüz ve yetim kimselerden oluşan bir gezici tiyatro kolektifinin yanında buluyor kendini. Sahnelenen oyunu izlerken ayık hâliyle uyuyakalıyor (ya da hipnotize oluyor) ve bir rüya görmeye başlıyor. Beau’nun hikâyesinin animasyon olarak çekilmiş olan rüya içinde rüya kısmına giriyoruz. Bu sekans, filmdeki en ilginç bölümlerden birini oluşturuyor. Ari Aster, buradaki animasyonu yaparken, hayranı olduğu Şili yapımı Kurt İni’nin (La Casa Lobo, 2018) yönetmenleri Joaquin Cociña ve Cristóbal León ile çalışmış. Kurt İni, Şili’nin travmatik tarihiyle sıradışı bir şekilde yüzleşen bir korku masalı. Yönetmenlerin animasyon üslubunu özel kılan şey, farklı doku, renk ve çizgileri olabildiğince akışkan şekilde iç içe geçirmeleri. Kimi zaman sanki kumaşla ve gerçek dekorlarla yapılmış bir stop-motion gibi izlediğimiz hikâyenin, bir anda basit çizgilerden oluşan sade bir animasyona dönüştüğünü görüyoruz örneğin. Bu kararsız ve değişken üslup, filmin ve Beau’nun da çekirdek duygusu olan kararsızlık cehenneminin görsel bir karşılığı âdeta, “bilinçdışının inine” giriyoruz sanki. Beau’nun hayalî eşi ve çocuklarını ararken hayatını tükettiği alternatif bir hayat çizgisini izlediğimiz bu sekans, şu cümleyle sonlanıyor: “Bütün hayatım boyunca ailemi aradım, ama hâlâ yalnızım.” Bu sefer de Beau’nun büyüyüp “normal” bir aile kurabildiği rüya-fantezinin çöküşünü izliyoruz. Ne baba ne de oğul olabilen Beau, son sekansta elbette ki güvenli sulara, anne kucağına geri dönüyor. Hem sembolik hem de gerçek anneyle bir karşılaşmanın yaşandığı bu son sekansta, “Meğer her şey bir rüyaymış” açıklamasının bile artık yetmeyeceği, tamamen fantastik bir yere doğru evriliyor hikâye.
Sinemanın da çok sevdiği pop-psikolojik/psikanalitik şemalardan biri olan, annelerle oğulları arasındaki ödipal ilişkinin bu fazlaca bariz ve çiğ temsilini hâlâ cazip kılan nedir? Korkuyorum, tıpkı Midsommar gibi büyük, hatta ondan çok daha epik ve hayal gücü daha geniş bir film. Geçtiğimiz yılın çok konuşulan filmi Her Şey Her Yerde Aynı Anda’nın (Everything Everywhere All at Once, 2022) ifade ettikleri üzerine düşünürken, bize tefekkür alanı açan, durmayı ve dalıp gitmeyi öğütleyen bir yavaş sinema varsa, elbette ki bunun karşısında bir de hızlı sinema olacağından ve yavaş yavaş sayısı artan “hiper filmler”den bahsetmiştim. Aslında sadece Her Şey Her Yerde Aynı Anda değil, yine geçtiğimiz yıl izlediğimiz Babil’den (Babylon, 2022) Beyaz Gürültü’ye (White Noise, 2022) pek çok filmde bu kalabalığı, gürültüyü ya da kaosu görmek mümkün. Sinema tarihinde ilk kez karşılaştığımız bir biçim değil bu, fakat anaakımda bu filmlerin gitgide daha da arttığına tanık oluyoruz sanki. Anne karnında başlayıp anne karnında biten ve sürekli aynı şeyi söyleyen Korkuyorum’da yine dile pelesenk olmuş o “zamanın ruhu”na rastlamak mümkün. Biçimsel olarak günümüzün görme biçimlerinden dikkat dağınıklığını ve bölünmüş dikkati sinema diline çeviren Her Şey Her Yerde Aynı Anda gibi, Korkuyorum da bu dağınıklık ve “sonsuz seçim hakkının” yarattığı anksiyete ve kararsızlık halini, ilkel bir sevgi/ilgi ihtiyacı temasıyla iç içe anlatıyor sanki. O nedenle de sürekli tekrar eden ödipal anne-oğul ilişkisi filmin çözümlenmesi gereken bir meselesi olmaktansa çok da kafa yormayan ve üzerinde biçimsel oyunlar oynanabilecek boş bir tuvale dönüşüyor. Çok-ekranlı, çok-seçenekli, hiper hızla akan günümüz zihninin portresini çiziyor sanki Aster. Tıpkı Her Şey Her Yerde Aynı Anda’da olduğu gibi Beau’nun bu rüya-kâbusunda da, farklı sinemasal üsluplarla anlatılmış dört farklı paralel yaşam izliyoruz. Artık filmlerin rüya gibi değil, daha çok rüyaların film gibi olduğu bir çağda, hep aynı rüyayı gören bir adamın ürkek zihninin kıvrımlarında bir yolculuk bu.
Boğaziçi Üniversitesi’nde Siyaset Bilimi ve Film Çalışmaları eğitiminin ardından Bahçeşehir Üniversitesi'nde Sinema-Televizyon yüksek lisansını bitirdi. Antwerp Üniversitesi ve Koç Üniversitesi’nde Film Çalışmaları ve Görsel Kültür üzerine doktora yaptı. Şu anda Kadir Has Üniversitesi Radyo, Televizyon ve Sinema bölümünde doktora sonrası bursiyer olarak yer almakta ve yayın kurulunda yer aldığı Altyazı Sinema Dergisi'nde editör olarak çalışmaktadır. 2017'de sinema yazarı olarak Berlin ve Saraybosna Film Festivalleri'nin Talent Campus programlarına seçildi.