No: En Büyük Yenilgim, En Büyük Zaferimdir
Pinochet’nin iktidardan çekilmesiyle sonuçlanacak referandumda ‘hayır’cıların yürüttüğü kampanya etrafında gelişen Pablo Larraín filmi No (2012), Şili’nin geçirdiği ekonomik ve kültürel dönüşümün keskin bir eleştirisi niteliğinde.
İkinci Dünya Savaşı sonrasında başlayan ama ağırlıklı olarak 1960-90 yılları arasında gerçekleştirilen birçok askerî darbenin ortak özellikleri var. Arjantin, Şili ve Türkiye gibi ‘potansiyeli olan’ ama bir türlü liberal kapitalist ekonomiye entegre olamayan ülkelerdeki darbeler ise yalnızca işkence, gözaltı, yargısız infaz, kayıp ve cezaevleri gibi ortak ‘insan hakları’ ihlalleriyle değil, siyasal ve daha da önemlisi ekonomik dönüşümleriyle de büyük benzerlikler taşıyor. Belki de Latin edebiyatına ve ‘politik’ sinemasına yatkınlığımız, yakınlığımız bundan kaynaklanıyor.
Bizi oradakilerle benzer acılar yaşamaya mahkûm eden süreçlerin, bizdeki izdüşümlerini de sorgulamamızı sağlıyor muhtemelen bu yapımlar. Ama söz konusu sinema olduğunda Latin Amerika’dan buralara uzanan ‘darbe’ temalı filmler biraz da “Bizde neden böyle bir hesaplaşma layıkıyla yapılamıyor?” hayıflanması yaratıyor. Tamam, 12 Eylül ve sonrasına ilişkin birçok film çekildi ama yine de yaşanan acıların ötesine geçen, darbenin toplumda yarattığı tahribatı, ona verdiği yeni şekli gösteren, hissettiren yapımlar için biraz daha beklememiz gerekecek belki de.
2005’te daha 29 yaşındayken yönettiği Fuga ile dikkatleri çeken Pablo Larraín, ikinci filminden itibaren zor bir işin altına girdi ama bu işten alnının akıyla çıkmış gibi görünüyor. Allende iktidarını 1973’te kanlı bir darbeyle deviren Pinochet’nin Şili’de hüküm sürdüğü dönemi bir üçlemeyle anlatmaya soyunan Larraín’in Tony Manero’su (2008), prömiyerini Cannes Film Festivali’nde gerçekleştirmişti. Film 2009’da İstanbul Film Festivali’nde Altın Lale ile taçlandırıldı. Üçlemenin ikinci filmi Morg Görevlisi (Post Mortem, 2010) de çok gecikmedi. 2010’da Venedik’te yarışan film, ertesi yıl yine İstanbul Film Festivali’nin konukları arasındaydı.
Cannes’da ‘Yönetmenlerin 15 Günü’ bölümüyle başladığı festival serüveninde Filmekimi sayesinde uğradığı İstanbul’da izleme şansı bulduğumuz serinin son filmi No (2012) ise, ne yazık ki bu içlemenin vizyon şansı bulabilen tek filmi oldu. Bunu biraz da, başrol oyuncusu Gael García Bernal’in varlığına borçluyuz.
Üçlemesini “galiba en çok ilgimi çeken şey; dönemin şiddetini, ahlaki çöküşünü ve ideolojik çarpıtmayı yansıtmak” sözleriyle tanımlayan Larraín, “Morg Görevlisi dikta rejiminin çıkış noktasını, Tony Manero en şiddetli zamanını anlatıyordu” diyor. Bu iki filmle ilgili yorumu işin sahibine bırakıp “Bu dönemin bitişini anlatıyor” dediği No üzerine konuşabiliriz artık. No, Pinochet’nin 1988 yılında biraz da uluslararası baskılara boyun eğerek ‘iktidarda kalıp kalmamasını’ referanduma götürdüğü süreci ele alıyor. Yani bir anlamda diktatörlüğün şekilsel olarak sona erdiği dönemi. Pinochet’nin iktidarda kalmasını istemeyen muhaliflerin oluşturduğu birlik bu kara dönemden çıkış fırsatı olarak gördüğü referandumu kazanmak için strateji geliştirir ve dönemin ‘liberal’ ikliminde yetişmiş ama ailesi Pinochet’nin gadrine uğramış, reklam dünyasının prensi René Saavedra ile anlaşır. Film hakkındaki bu küçük girizgâhtan sonra ayrıntılara girmeden önce ‘buraya nasıl geldik?’ minvalinde Şili tarihinde kısa bir gezinti yapmakta yarar var.
SAAVEDRA NASIL BİR DÜNYADA DOĞDU?
Bilindiği gibi Salvador Allende, sosyalist ve komünistlerin oluşturduğu Halk Birliği Koalisyonu’nun adayı olarak 1970 yılında ‘seçimle iktidara gelen’ sosyalist bir başkan olarak Şili yönetiminin başına geçti. Bizzat Allende tarafından Genelkurmay Başkanlığı’na atanan Augusto Pinochet göreve başladıktan bir ay sonra, yani Eylül 1973’te kanlı bir darbeyle yönetimi ele geçirdi. Başkanlık sarayı bombalandı ve darbeye direnen Allende ilk kurbanlardan biri oldu. (Larraín, Morg Görevlisi’nde Allende’nin otopsi sahnesine de yer verir.) Muhalefet liderleri tutuklandı, sendikalar susturuldu, aydınlar sürgüne gönderildi, aralarında Victor Jara’nın da bulunduğu bir kısmı öldürüldü. 1991 yılında Şili Ulusal Barış ve Uzlaşma Komisyonu’nun Pinochet’nin diktatörlüğüne dair hazırladığı iddianamede bu dönemde hayatını kaybedenlerin sayısını 2 bin 279 olarak açılandı. Bu sayı ilerleyen yıllarda 3 bin 172 olarak düzeltildi.
Bunlar Pinochet rejiminin insan hakları ihlalleri yani bir bakıma siyasal sonuçları. Oysa darbenin bir de ekonomik ve kültürel boyutları vardı. Bizim de 12 Eylül sonrası süreçten tanıdık olduğumuz bu sonuçlardan en önemlisi hiç kuşku yok ki ülke ekonomisinin hızlı ve vandal bir biçimde liberalleştirilmesi oldu. Allende döneminde kamusallaştırılan bütün kurumlar hızlı bir biçimde özelleştirildi. Sendikaların faaliyet yürütmesine izin verilmedi. CIA uzmanları ve ABD’li ekonomistler gözetiminde radikal bir liberal dönüşüm programı uygulandı. Şili ekonomisinin hızla kapitalist dünyaya uyum sağlaması için ne gerekiyorsa yapıldı. Sosyal haklar ve kamu destekleri azaltıldı. Bu dönüşümün kültürel bir karşılığı da olacaktı tabii ki: Bu da yine fazla yabancısı olmadığımız bir biçimde, sosyal hayatın giderek parçalanıp atomize edilmesi, aileden başlayarak bireyselleşmenin kutsanması olarak karşılığını buldu.
Latin Amerika konusunda az çok kafa yormuş herkesin bildiği bu verileri kısaca özetlemek şu açıdan anlamlı: Pinochet muhaliflerinin, kendilerini diktatörden kurtarması için kampanyalarını emanet ettikleri René Saavedra’nın nasıl bir ekonomik-kültürel ortamın ürünü olduğunun anlamamız için.
GERÇEKTEN PINOCHET’NİN YENİLGİSİ Mİ?
Yeniden filme dönersek René, aslında Pinochet iktidarının yaratmak istediği toplumsal düzenin en başarılı örneklerinden biri. Film her ne kadar gerçek olaylardan uyarlanmış olsa da Larraín’in bu karakteri kurarken yukarıda yaptığımız tespitin altını kalın çizgilerle çizmesi, filmin en büyük numarası. René’nin toplumun nabzını tutan bir reklamcı olarak Pinochet’nin yaptıklarına takılıp kalmak yerine, yeni bir gelecek vaadi üzerine kurduğu stratejisinin muhalifler tarafından önce yadırganması ama halktan gelen olumlu dönüşlerden sonra ikna olmaları da bunun kanıtı gibi duruyor aslında. 15 yıl süren bir diktatörlükten kurtulmakla yeniden geçmişe dönüp eski defterleri açmak arasında kalan sıradan insanların ‘gelecek’ beklentilerini karşılamanın en iyi yolunun onlara ‘mutluluk’ vaat etmek olduğu gerçeğinin René’nin parlak bir buluşu olmaktan çok sağlam bir reklam stratejisi olduğu gerçeğini nasıl yadsıyabiliriz ki?
Larraín, bir yandan Pinochet diktatörlüğünün Şili toplumu üzerinde yarattığı öfke, korku ve bıkkınlığı (ve hatta umutsuzluğu) anlatırken öte yandan aslında darbenin hedefleriyle halk arasındaki uçurumun giderek kapandığını da anlatıyor ustaca. Bunu en çok, darbecilerin iktidardan sonsuza kadar uzaklaştırılması için mücadele eden René ile Pinochet’in danışma kurulunda yer alan patronu arasında herhangi bir sorun olmamasından anlıyoruz. Bunda Rene’nin meseleyi politik bir yaklaşımla değil tamamen profesyonelce ele alışının da payı var kuşkusuz.
Zor yoluyla siyasal ve ekonomik bir dönüşüme tabi tutulmuş bir ulusun, artık gitmesinin vakti gelmiş ve “ömrünü tamamlamış” bir diktatörü gönderişinin öyküsü bir bakıma No. Film hem iş çevrelerinin hem de başta ABD olmak üzere Pinochet’nin hamisi konumundaki ülkelerin ona verdiği desteği geri çektiklerini göstererek de anlatıyor bunu bizlere.
No’yu, iki türlü de okuyabiliriz. Birincisi ağır bir diktatörlük dönemi geçirmiş bir ulusun eline geçen ilk fırsatta diktatörü nasıl gönderdiği şeklinde; ikincisi de zaten ömrünü tamamlamış ve kendisine verilen ödevi harfiyen yerine getirmiş bir darbeci eskisinin altındaki zemin kayınca iktidarını bırakmak zorunda kalışı biçiminde. Aslında her ikisi okuma da geçerli.
1950’deki seçimlerde Demokrat Parti iktidara gelince, İsmet İnönü’ye atfedilen “En büyük yenilgim, en büyük zaferimdir” sözü burada başka bir biçimde anlam kazanıyor. Türkiye’de çok partili sisteme geçişi İsmet Paşa’nın siyasal olgunluğuyla da açıklayabiliriz, İkinci Dünya Savaşı’nın ardından tüm dünyada oluşan “demokratik” havanın Türkiye’deki zorunlu bir sonucu olarak da. Her ikisi de belki de.
No için de “Pinochet’nin en büyük yenilgisinin aslında en büyük zaferi olduğunu gösteriyor” yorumunu yapmak abartılı olmayacaktır. Sözü yeniden yönetmene bırakmakta fayda var: “Benim için ‘Hayır’ kampanyası, Şili’deki tek geçerli sistem olan kapitalizmin yerleştirilmesi için ilk adımdı. Bir metafor değildi, doğrudan kapitalist bir hareketti. Siyasete alet edilen reklamın saf ve gerçek ürünüydü.”
Hem Tony Manero’da hem de Morg Görevlisi’nde dönemin ruhuna uygun renk ve filtreler kullanan Larraín, bu hikâyenin geçtiği 1988 yılına da sonuna kadar sadık kalıyor. 1983 model bir U-matic video kamerayla çekilen filmde bu tercih sayesinde ‘kurgu’ ile ‘belge’ arasındaki mesafenin estetik olarak çok aza indiğini söyleyebiliriz. Son bir not daha ekleyip bitirelim: Filmin, politik ve kültürel tespitleri/yorumları bir yana, Larraín’in sonucunu bildiğimiz bir olayda kurmayı başardığı gerilim için bile No görülmeyi hak ediyor.
1997- 2014 yılları arasında Evrensel, Referans ve Radikal gazetelerinde çalıştı. Birçok dergide yazıları yayınlandı. Yayınlanmış iki kitabı bulunuyor. Halen Gazete Duvar ve Evrensel’de düzenli olarak film eleştirisi yazıyor.