I Care A Lot: Hukuki Boşluğa Yuva Yapmış Dişi Aslan
Sahipsiz yaşlıların yasal vasiliğini üstlenip birikimlerini hortumlayan bir kadının dehşet verici öyküsünü anlatan I Care A Lot, karakter inşasındaki titizliğiyle dikkat çeken bir kara komedi. Sistem eleştirisine göz kırparken bu anlamda çok ileri gitmeyen filmin “cesur kadın” imgesiyle ilgili mesajları ise tartışmaya açık.
Marla Grayson sinema tarihinin en gözü kara kadın karakteri olabilir. Daha önce benzerine pek rastlamadığımız tipte bir anti-kahraman, hatta bir kötü kadın. Amerikan Rüyası’na ulaşmanın düsturunu acımasız yoldan keşfetmiş. Buna ulaşırken de, filmlerden alıştığımız üzere cinsel manipülasyona başvurmaya da hiç gerek duymamış gibi.
Senaryoyu da yazan J Blakeson’ın aklına bu hikâye yasal vasilerle ilgili haberleri okurken gelmiş. Ardından derinlemesine araştırınca bu insanların yasal boşluklardan yararlanıp yaşlı insanların hayatlarını nasıl kaydırdığını öğrenmiş ve onun üzerine bu senaryoyu kaleme almış. Film aslında dördücü duvarı yıkarak başlıyor. “Şu hâlinize bakın” diye başlıyor söze (ve filme) Marla’nın dış sesi. “Kendinizi iyi bir insan sanıyorsunuz. İyi değilsiniz. İnanın bana. İyi insan diye bir şey yoktur. Ben de eskiden sizin gibiydim. Sıkı çalışıp dürüst olursam mutluluğa ve başarıya ulaşabileceğimi düşünürdüm. Öyle bir dünya yok. Dürüst olmak zengin insanların bizi fakir bırakmak için uydurdukları bir yalandan ibaret. Ben de yoksulluk çektim. Hiç benlik bir şey değildi. Bu dünyada iki çeşit insan vardır. Avcılar ve avlar, aslanlar ve kuzular. Ve ben kuzu değilim, bir dişi aslanım!”
Marla (Rosamund Pike) ve sevgilisi, iş arkadaşı Fran (Eiza González) sahipsiz yaşlıların yasal vasiliğini üstlenip onların birikimlerini hortumlayan iki kadın. Marla’nın yeni “kurbanı” Jennifer (Dianne Wiest) diğer kurbanlarla aynı kaderi paylaşır: Doktorundan aldığı “kendine bakamayacak durumda olduğu” kararıyla kapısını çalan Marla’nın nezaretinde, kendi iradesi olmaksızın, bir bakımevini boylar. Boylar diyoruz çünkü Marla kurduğu rüşvet ağıyla tüm yaşlılar gibi Jennifer için de bakımevini bir hapishaneye çeviriyor. Ne var ki, Jennifer sandığı kadar “boş” değildir ve çok geçmeden kimsesi olmadığını zannettiği bu kadın için Marla’nın kapısı tehlikeli adamlarca çalınacaktır.
Amerikan sağlık sisteminin insanları ne kadar zor duruma düşürebildiği epeydir sinemanın da yardımıyla herkesçe bilinen bir hakikate dönüşmüştü ama yaşlılara kurulan bu bakımevi tuzağı hepimiz için yeni olsa gerek. I Care a Lot’ta J Blakeson iyi bir çıkış noktası yakalamış. Yönetmen kapitalizm içindeki bir boşluğu bulup oraya yuva yapmış Marla üzerinden sistemi masaya yatırıyor. Bunu ne kadar enine boyuna yaptığı tartışılır çünkü örneğin Amerikan adaletinin temsili olan yargıç, Marla’nın manipülasyonlarının kurbanı, naif, şapşik bir tip olarak resmediliyor. Son ana kadar Marla’nın onu da rüşvetle beslediğini bekleyebilirsiniz ama böyle bir şey gerçekleşmiyor, yönetmen sistem eleştirisinde o kadar ileri gitmiyor.
Burada J Blakeson’ın kara komedi tonunu tercih etmesi belki eleştirilebilir; zira anlattığı hikâyenin gücü ve sisteme getirdiği eleştirel yaklaşım bu tercihle biraz hafifliyor gibi bir görüntü ortaya çıkıyor. Yine de, yönetmen bu tonu çok iyi ayarlıyor ve Jennifer özelinde Marla’nın kurbanlarının düştüğü hâllerle bizi sürekli dehşetten dehşete sürüklüyor.
I Care a Lot yönetmen J Blakeson’ın üçüncü uzun metrajı. Sinema çevreleri onun adını ilk filmi The Disappearance of Alice Creed (2009) ile bir kenara not etmişti. Üç kişi arasında geçen bu “adam kaçırma” (daha doğrusu kadın kaçırma) hikâyesinde yönetmenin hem gerilim yaratmada hem detaylara titizlikle eğilmede hem de keskin virajları almada ne kadar yetenekli olduğunu görmüştük. İkinci filmi merakla beklenirken, o Hollywood’a gitmeyi ve ilk filminden yedi sene sonra 5. Dalga (The 5th Wave, 2016) ile karşımıza çıkmayı yeğledi. Açlık Oyunları (2012) ile başlayan “genç yetişkin distopya filmleri” dalgasının bir parçası olan bu yüksek bütçeli film pek de övgüye mazhar şey barındırmıyordu. On iki yıl içinde çektiği üçüncü film olan I Care a Lot ile yönetmenin bir bakıma özüne döndüğünü söyleyebiliriz.
Yönetmenin karakterleri yazarken detayları titizlikle aktarma gibi bir huyu var. Ondaki bu titizlik karakterlerine de geçiyor. Hâliyle, film boyunca karakterlerinin titiz ve dikkatli oluşlarını ayrıntılı bir şekilde vurguluyor. İlk filminde de vardı bu; Marla’da da bariz biçimde var. Burada simgelerden de yerinde faydalanıyor. Örneğin Marla’nın ölümden döndükten sonra dişinin çıkması ve bütün o perişan hâliyle dişini süt şişesine koymayı akıl etmesi enfes bir numara. Ya da saçlar… Gücün sürekli birinden diğerine geçtiği filmde karakterlerin saçları o an kimin güçlü, kimin zayıf olduğuna göre sürekli şekil değiştiriyor. Takip etmesi hayli eğlenceli.
Rosamund Pike’ın sinsi, kurnaz ve güçlü kadın portresine Kayıp Kız’dan (Gone Girl, 2014) alışığız; gelgelelim Marla’nın o filmdeki Amy’den farkı, cinselliğine başvurmak zorunda kalmaması. Pike filmdeki performansıyla hayli övgü topluyor ama kısa ekran süresinde usta Dianne Wiest’i de kesinlikle atlamamak gerek. Bir anda hayatı kayan Jennifer’da gerçekten müthiş bir gerçekçilik katıyor.
Filme tabii bir de cinsiyet politikaları açısından bakılabilir… İşte o noktada filmin anti-kahramanının makyajı akıyor… Yönetmenin nefret edilecek tipte bir karakteri lezbiyen olduğu için ya da sözümona feminist mesajlar üzerinden güçlü göstermeye çalışması, kadın gücünü kutsamak şöyle dursun, tam tersi bir mesaj iletiyor izleyiciye.
Sinema, FİLM+, Empire Türkiye, Radikal Cumartesi, Digiturk, Milliyet Sanat ve Altyazı'da yazıları yayınlandı. Muhabir, editör ve yönetici olarak çalıştı. Hâlen serbest sinema yazarı olarak ilk günkü heyecan ve hevesle filmler üzerine kalem oynatmaya devam ediyor.