Şu An Okunan
Sonsuzluğun Kapısında: Van Gogh’u Anlamak

Sonsuzluğun Kapısında: Van Gogh’u Anlamak

Kendisi de resim kökenli bir sinemacı olan Julian Schnabel, bu kez Van Gogh’u ve resimlerini anlamaya, anlatmaya çalışıyor.

Van Gogh: Sonsuzluğun Kapısında (At Eternity’s Gate, 2018), ressamın gözünden izlediğimiz bir planla açılıyor. Koyunlarını otlatan bir köylü kadına doğru yaklaşan bu göz, gün ışığının ters açıdan vurduğu kadına hayranlıkla bakıyor. Ressam kıpırdamamasını, onun bir resmini yapacağını söylediğinde kadının samimi cevabı “Neden?” diye sormak. Resim sanatına kendileri gibi insanların konu olmasına alışmamış bir dünyanın cevabı bu. Biz ressamın cevabını işitmiyoruz. İzlediğimiz plan, kadının ters ışıktaki görüntüsü, Van Gogh’un onu neden resmetmek istediğini anlatıyor zaten. Cevabı bize sinemacı veriyor. Bunun bir de kelimelere dökülmesine ihtiyaç yok. Schnabel’in kamerası, bizi ressamın sadece bakışına değil, zihnine de dâhil ediyor. Yalın, saf ve güçlü bir sinemasal an.

Ressamın Gauguin’le sohbeti sonrası çekildiği odasında uzun süre izlediği ve tuvale aktarmaya başladığı ayakkabıları örneğinde de olduğu gibi. Sıfır diyalogla ressamın dünyasını ve fırçasını canlı kılıyor yönetmen. Van Gogh’un uzun doğa yürüyüşlerini resmedişinde de var aynı kavrayış. Schnabel’in de tuvalden geliyor oluşundan muhakkak, bugüne dek yapılmış Van Gogh filmlerinin ötesinde bir içgörü. Schnabel’in kariyerinde bundan önce belki bir iki kez daha yakalayabildiği türden, sinemanın araçlarıyla aşkın bir hissiyatı resmetme hâli. İnsan, sürekli geniş açılı objektiflerle büyük hareketler yapan kameraya katlanabilir, Flemenkçe yerine İngilizce konuşulduğunu unutabilir ya da otuz yedi yaşında ölmüş bir ressamı Willem Dafoe’nun altmış üç yaşındayken canlandırmasına bile göz yumabilir bu ilk blokta. Filmin tek odağı Van Gogh’u anlamakken…

Gelin görün ki film, gevezeleştiği, aktörlerine aktörlük yapmaları için bol diyaloglu alanlar açtığı noktalarda zayıflamaya başlıyor. Mesele sadece Vincent’ın ekonomik sıkıntılarını, çevrelendiği dünyayı izah etmeye çalışmak değil. Gauguin neden sadece doğayı resmettiğini sorduğunda, “bakacak bir şeyim olmazsa kaybolmuş hissediyorum” gibi cevaplar vermesinde. Schnabel’in sıfır diyalogla, sadece ışıkla ve kadrajla ve figürlerle zaten yakalamış olduğu içgörüyü bir kez de uzun diyalog sahneleriyle tekrar etmeye çalışıp içini boşaltmasında. Herhâlde dünya pazarında satılması daha kolay bir biyografi filmi yapması beklentisiyle mevzunun özünden uzaklaşmasında.

Hâlbuki biz o standart biyografilerden çok izledik. En iyileri arasında sayılabilecek Robert Altman’ın Vincent & Theo’su (1990) veya Maurice Pialat’nın Van Gogh’u (1991) bile resimden çok biyografik öğelerle uğraşan, Van Gogh’un derinine inmekte zorlanan işlerdi. Alain Resnais de ilk dönem kısa filmlerinden birinde, ressama dair o güne dek bilinenlerin eksikliğiyle ve siyah-beyaz’ın Van Gogh gibi bir ressamın dünyasını anlatmakta kaçınılmaz yetersizliğiyle anekdotlar sıralamanın ötesine geçemiyordu.

Bugüne dek Schnabel’inki gibi bir portreye en çok yaklaşanın Paul Cox’un Vincent (2017) adlı belgeseli olduğu söylenebilir. Van Gogh’un mektuplarını kullanıp dış seste John Hurt’e okutan film, ressamın yaşamını sürdürdüğü, resimlerini yaptığı gerçek mekânları dolaşıyor, kronolojik ve birinci ağızdan üslubu sayesinde ressamın inancın yerine resmi, Tanrı’nın yerine doğayı koyuşunu net ve etraflıca anlatmayı başarıyordu. Schnabel, yakaladığı bazı olağanüstü sinemasal anlara ve Van Gogh’un tuvale aktardığı bakışını, dokunuşunu seyirciye geçirebilmesine rağmen, sanatçının hayatını şekillendiren ana mevzuları toparlamakta yetersiz kalıyor. Mads Mikkelsen’in canlandırdığı rahiple akıl hastanesindeki sohbet, Vincent’ın inançla ilişkisine, rahip babasından dolayı kendisinin de gençliğinde o yolda yürüdüğüne, evangelist eğitiminden bir noktada vazgeçtiğine dair asgari bilgiyi sunuyor şüphesiz ama bütün bu süreçlerin onu nasıl şekillendirdiğini anlaşılır kılmaya yetmiyor. Schnabel, Van Gogh hakkında daha çok anekdot aktarmaya yöneldikçe, filmin tamamına erdiremediği temalar üst üste binmeye başlıyor. Vincent’ın kardeşi Theo’yla ilişkisi, kendisini İsa’yla karşılaştırması, henüz doğmamış insanlar için resim yaptığını söylemesiyle günümüze kadar uzanan referanslar verilmesi, filmin dokunup geçmekle yetindiği yan mevzulardan birkaçı.

Bir biyografi olmakla Van Gogh’un resimlerini anlamak arasında bir tercih yapmak gerekli belki. Önceki sene animasyon Loving Vincent’ın (2017) seyirciden gördüğü yüksek ilgi, bu projenin de daha standart ve kolaycı bir çizgiye çekilmesinde etken olmuş mudur? Özellikle 2016’da bulunan eskiz defterinin hikâyesi, tam böyle bir seyirci tavlama maksadıyla filme iliştirilmiş hissi veriyor.

Van Gogh: Sonsuzluğun Kapısında filminin özellikle Loving Vincent sonrası ülkemiz seyircisinden de büyük rağbet görmesi şaşırtıcı olmayacaktır. Fakat dönüp dolaşıp “Neden resim?” gibi basmakalıp bir soruya sözlü (ve özlü) cevaplar arayışına saplanıp kalması hayal kırıklığı yaratıyor.

© 2013-2022 Altyazı Aylık Sinema Dergisi / Altyazi.net'in içeriği dergi yönetiminden ve yazarlardan izin alınmaksızın kullanılamaz.