Şu An Okunan
53. Rotterdam Film Festivali İzlenimleri: Filistin’in İşgalinin Görsel Efektleri

53. Rotterdam Film Festivali İzlenimleri: Filistin’in İşgalinin Görsel Efektleri

Bu yıl 25 Ocak – 4 Şubat tarihleri arasında gerçekleştirilen Rotterdam Film Festivali’nin İsrail devletinin Gazze’ye yönelik saldırıları karşısında alacağı tavır bir süredir merak konusuydu. Festival, meselenin “karmaşıklığını kucaklamaya” yapılan vurguyla başladı, ancak programda buna yönelik bir bölüm mevcut değildi. Araya girip festivalin programından bir Filistin bölümü oluşturuyoruz; 75 yıldır yaşanan işgalin günümüzdeki sanatsal yansımalarına, “indirgeme” ve “karmaşıklık” meselesi etrafındaki tartışmalara göz atıyoruz.

Dünyanın en büyük belgesel film festivallerinden biri olan IDFA’ya, festivalden Filistin’e özgürlük çağrısıyla çekilen filmlerin damga vurmasının ardından gözler Hollanda’nın bir diğer büyük film festivali Rotterdam’a çevrilmişti. Festival direktörü Vanja Kaludjercic’in, bu yıl 53. kez düzenlenen Rotterdam Film Festivali’nin açılışında yaptığı konuşma, anaakım sinema basını tarafından övgüyle karşılandı; festivalin, meselenin “karmaşıklığını kucaklamaya çağıran” bir yaklaşımı benimsediği söylendi. IDFA yönetiminin tavrına nazaran İsrail devletinin Gazze’ye yönelik saldırılarından daha açık bir dille söz eden Kaludjercic, diğer bir yandan da uluslararası konjonktürün beraberinde getirdiği zorluklara vurgu yapıyordu. “İsrail’in Gazze’yi işgalinin Rusya’nın Ukrayna’yı işgali manşetlerine eklenmesinin” hararetli tartışmaları ve çoğu zaman koro hâlinde dile getirilen sabit fikirleri beraberinde getirdiğine dikkat çeken Kaludjercic’e göre Rotterdam Film Festivali, “indirgemeciliğe ve aşırılıkçılığa meydan okuma”ydı; “hayatı tüm çeşitliliğiyle kucaklama girişimi.”

Festival programında Filistin’de yaşananların farklı yönlerine, “meselenin karmaşıklığına” dair bir bakış sunacak (soykırım, işgal, kolonyalizm, apartheid vb. gibi kilit kavramları barındıran) bir bölüm olmadığını söyleyerek başlayalım söze. Festivalin bir ülke/bölge sinemasını merkeze alan bölümü Şili’ye adanmıştı; sürgünde üretilen Şili sinemasına dair geniş bir perspektif sunan ‘Chile in the Heart’ (Kalbimizdeki Şili) bölümü bir panelle de desteklendi. (Bu noktada, Filistinli/Şilili Niles Atallah’ın IDFA’dan projesini çekerken yaptığı açıklamada dikkat çektiği bilgiyi de hatırlayalım: Şili’deki Filistin diasporası, Ortadoğu dışındaki en büyük Filistinli topluluklarından biri.)

Muhtemelen Filistin sineması üzerine bir programın spotları Rotterdam’ın üzerine çekeceği, bunun da siyasi harareti beraberinde getireceği düşünülmüş ve “risk alınmamış”. Oysa bir meseleyi tüm karmaşıklığıyla ele almanın en iyi ve en geçerli yolu, o mesele etrafında bir bağlam oluşturmak, tartışmalar düzenlemek. Bunu yapmayan bir festivalin karmaşıklık, çeşitlilik gibi lafları bol keseden kullanması olsa olsa muhtemel eleştirilere karşı sanatın siyasetsizleştirici yönünü (şiirsellikten, aşırılıklara uzaklıktan bahsederek tarafsızlığın sıcak ve güvenli kucağına kendini bırakma) öne sürme hazırlığı olarak görülebilir. Nihayetinde, Almanya devletinin ifade özgürlüğüne yönelik saldırılarından dolayı “işlerin kızışacağının” öngörüldüğü Berlinale öncesinde yapılması sayesinde Rotterdam Film Festivali “sakin” geçti, festivalden çekilen bir yönetmen ya da medyaya yansıyan büyük bir tartışma yaşanmadı. Filistin’in özgürlüğünden yana olan toplumsal muhalefet, gücünü Berlinale’ye saklıyor gibiydi. Oysa Berlinale çalışanlarının kurumlarına yönelik eleştirileri, pekâlâ Rotterdam için de dile getirilebilirdi: Diyalog mekânları oluşturulmamıştı, her sinemacı kendi alanında, çoğu kez de soru-cevap seanslarında İsrail’in soykırımcı işgal politikalarına karşı tavrını koyacak, kimsenin birbirinden pek bir haberi olmayacaktı. 

Öte yandan, her ne kadar festival bunu tercih etmiş olmasa da biz kendi Filistin bölümümüzü tasarlayabiliriz; Rotterdam Film Festivali’nin bu yılki programı bize bu şansı tanıyor. Özellikle, Nakba’nın, yani felaketin gerçekleştiği, Filistin halklarının topraklarından sürülüp İsrail devletinin kurulduğu 1948’den bu yana uygulanan yerleşimci sömürgecilik pratiklerini merkezine alan ya da bu konuya teğet geçen filmleri bir araya getirip kendi bağlamımızı oluşturabiliriz. Bu yazıda bunu yapmaya çalışacağım. 

Under a Blue Sun

Odağımda iki film olacak, mektup biçiminde tasavvur edilmiş iki film: İlki, çekimleri İsrail devletinin işgal ettiği topraklarda yapılan Rambo III’ten (1988) hareketle yapılmış, röportaj, kolaj ve video-deneme tekniklerini bir araya getiren Under a Blue Sun (2024). Londra’da yaşayan İsrailli yönetmen Daniel Mann, filmini Rambo III’ün başrol oyuncusu Slyvester Stallone’ye yazdığı, karşılıksız e-postalarla çerçeveliyor; yani bir bakıma Stallone’ye yazılmış mektuplarla. 

Avant il n’y avait rien’de (2024) ise bu kez Filistinli bir yönetmen, Yvann Yagchi, giderek radikal dindar bir pozisyon benimseyerek bir ‘yerleşimci’ hâline gelen İsrailli bir dostuna sesleniyor; anlatıcı sesin bütünü, yönetmenin artık bağlarını tamamen koparmış olduğu eski dostuna yazdığı uzun bir mektup olarak düşünülmüş. 

Her iki filmde de yönetmenlerin kendilerine cevap vermeyeceğini adları gibi bildikleri kişilere yazdıkları satırları kendi sesleriyle dillendirmeleri oldukça çarpıcı. Festival programından kendi kürasyonumuzu yapsaydık, ‘Karşılıksız Mektuplar’ başlığını kullanabilirdik. İlginçtir, programda yer alan bir başka “siyaseten cüretkâr” belgesel olan Guerilla des Farc, l’avenir a une histoire’ın da mektup formuna başvurduğunu görüyoruz. FARC gerillalarına silah bırakma sürecinde eşlik eden ve belli yönleriyle akla Bakur (Kuzey, 2015) etrafında yapılmış “propaganda” tartışmalarını getiren bu filmin yönetmeni Pierre Carles da anlatıcı sesini, 2008’de kaybettiği üvey babası, Şilili yönetmen Dunav Kuzmanich’e yazılmış bir mektup olarak kurgulamış. Karşılıksız mektup stilinin bir başka biçimi… 

Song of All Ends

Festivalin Harbour bölümünde yer alan Song of All Ends’de sinemacı/fotoğrafçı Giovanni C. Lorusso, Beyrut Limanı’nda 2021’de gerçekleşen patlamadan 16 ay sonra Şatila mülteci kampına gitmiş, yas içindeki Filistinli bir ailenin portresini çizmiş. Ailenin acısını estetik bir nesneye dönüştüren bir film bu. Filistinlilerin yaşadığı mülteci kampının tarihine dair de, burada yaşayanların topluluk bilincine dair de pek bir şey söylemiyor. Sadece birtakım siyah-beyaz görüntüleri, ailenin mahremiyet alanına bir sömürgeci edasıyla girerek ardı ardına diziyor; bir sinemacı olarak kendi varlığını ve aileyle kurduğu ilişkiyi olabildiğince gizleyerek. Festivaldeki Filistin mevzusu üzerine filmlerden bir kürasyon yapsaydık, maalesef ancak ‘Sömürgeci Bakış’ başlığı altında yer alabilirdi bu film. 

Aynı şekilde, 2007’de çekmiş olduğu, ultra-Ortodoks Yahudi okul ve cemaatlerin iç yüzünü ortaya koyan My Father My Lord (2007) ile tanınan İsrailli yönetmen David Volach’ın artık bütünüyle sekülerleşmiş olan eski bir Ortodoks Yahudi’nin cinsellik ve işgal üzerine fikirlerini kadın karakterlere anlatıp durduğu yeni filmi Daniel Auerbach (2023) da bir çeşit erbilgiçlikten fazlası değil maalesef. 

Under a Blue Sun ve Avant il n’y avait rien ise, üzerine konuşulmayı hak eden filmler olmaktan da öte, festivalin kendini tanıtma biçimindeki iki kilit kavram üzerine, “indirgemecilik” ve “karmaşıklık” üzerine de düşünmeye olanak sağlayan iki mektup-film.

Mavi Güneşin Altında Rambo

Tiger Yarışması’nda yer alan Under a Blue Sun (Türkçeye ‘Mavi Güneşin Altında’ olarak çevirebiliriz) Rambo III filminin çekimlerinin gerçekleştirildiği çöllük Arab al-Jahalin toprakları üzerine bir video-deneme/kolaj çalışması. 1948’deki Nakba’ya, yani felakete kadar burada Filistinli Bedeviler yaşarmış. İsrail devletinin kurulma sürecinde topraklarına el konmuş. Rambo III’ün görsel efektleri için çalışmış Bedevi bir ressam olan Bashir, bu Hollywood yapımı savaş setine dönüştürülen topraklara bakarken anlatıyor: “Buralar Jahalin kabilelerinindi, İsrail devleti kurulurken, 1948’e giden yolda yerlerinden edildiler, şimdi Kudüs’ün dışında mülteci hayatı yaşıyorlar…”

Yönetmen Daniel Mann’ın Rambo III’ün yapımıyla ilgili arşivlerde bulduğu bilgiye göre filmin yapım amirlerinden biri, Filistin çölleri Afganistan’ı andırsın diye güneşin renginin maviye çevrilmesini önermiş. Böylelikle coğrafya “tuhaf ve yabancı” görünebilirmiş. “Mavi güneşin altında burası Afganistan” diyor yapımcı. Bir mavi filtreyle Kudüs’ün güneyindeki Necef çölü Afganistan’a dönüşüveriyor; nasıl Filistin toprakları İsrail’e dönüştüyse. Filmin dünyasında mavi filtre, hem Hollywood denen simülasyon coğrafyasının simgesi hâline geliyor hem de İsrail’in işgalini temsil ediyor.

Under a Blue Sun

Video-deneme ve kolaj tekniklerini kullanan her güçlü filmde olduğu gibi Under a Blue Sun’da da katman katman açılan bir anlam dünyası var: Bashir, kendi halkından çalınan topraklar üzerinde nasıl da büyük bütçeli bir Amerikan propaganda filmi için görsel efektler tasarladığını anlatıyor. “Gerçek savaşta bombalar bir anda patlar, farkına bile varmadan yokluğa karışmışsın” diyor ve ardından Hollywood filmlerinde seyirci görebilsin diye “daha yavaş” patlayan (kurguda daha da yavaşlatılacak) bombaların ne gibi kimyasallarla üretildiğini anlatıyor. Ama en önemlisi sestir, diyor Bashir. Ses efektleri olmasa bu simülasyonun seyirci üzerinde bir etkisi olmazdı. Bu noktada Daniel Mann kamerasını bugünün Necef çölünde gezindiriyor ve ses kuşağına da Rambo-vari bomba sesleri yerleştiriyor. Herhangi bir patlama olmamasına rağmen, kamera bomboş çölde gezinmesine rağmen, sanki savaşın ortasındaymışsınız gibi hissediyor, Bashir’e katılıyorsunuz: En önemlisi ses efektleri. Birazcık duman, çöl ve kum, üzerine patlama sesleri, alın size Filistin olmuş Afganistan. 

Güçlü deneme-kolajların bir özelliği daha: Geçmiş ile bugün arasındaki sürekliliği hatırlatmak. Under a Blue Sun’da Daniel Mann bunu itinayla yapıyor. Örneğin, çöl görüntüleri üzerine ses efektlerinin yerleştirildiği sekansta yerdeki ses bombasına dikkatimizi çekmesi çok çarpıcı. O ses bombasının yerde durmasının bir sebebi var: Filistinli Bedevilerle İsrail otoriteleri arasındaki mücadele bugün de hâlâ tüm şiddetiyle devam ediyor. (Filmden İsrail devletinin Bedevilerin kayıt dışı evlerini tespit etmek için uçak/drone teknolojisini kullanmaya başladığını ve Bedevilerin buna karşı yepyeni taktikler geliştirdiğini de öğreniyoruz ki, filmin bu boyutunun Kısa-Orta Metraj bölümünde gösterilen 2024 yapımı UNDR adlı deneysel filmin konu ettiği havadan gözetim sistemleriyle ilişkilendiğini de not düşmek gerek).

Rambo III’ün görüntü-ses efektleri için İsrail ordusunun filmin yapım ekibine sağladığı mühimmat ile İsrail güvenlik güçlerinin, evlerini terk etmeyen bölge halkına karşı kullandığı mühimmat, şiddetin tarihsel sürekliliğine işaret ediyor; gerçeklik ile simülasyonun birbirinden güç alan yaylım ateşine. Rambo III’ün çekimlerine sunulan İsrail ordusu desteği ile bugün ABD’nin İsrail’e sunduğu savaş desteğini birbirinden ayrı düşünmek zor. Gerçeklik ile görsel efektler, patlayıcı bombalar ile ses bombaları, savaş uçakları ile drone’lar, aynı yerleşimci sömürgecilik mekaniğinin parçaları. İsrail ordusu da bu bağlantıların farkında ki festival direktörü Vanja Kaludjercic’in kendisiyle yaptığı söyleşide Daniel Mann’ın dikkat çektiği üzere, Filistin güçlerine yönelik operasyonlarını “Rambo” olarak adlandırmış!

Vanja Kaludjercic, Under a Blue Sun‘la ilgili yazısında filmi şöyle tanımlamış: “Propaganda, savaş ve sömürgeciliğin, militanlık tuzağına düşmekten kaçınmayı başaran zeki ve söylemsel bir araştırması.” (İtalikler bana ait.) Militan tavrı bir tuzak, en azından sinema için bir tuzak olarak gördüğünü dile getiren satırlar… Ukrayna söz konusu olduğunda hem Rusya’nın işgaline karşı direniş hem de sinema faaliyetleri açısından el üstünde tutulan militanlığa, ya da diyelim davaya bağlılığa, Filistin söz konusu olduğunda “sanatsal” faaliyette kaçınılması gereken bir çeşit tarafgirlik olarak bakılıyor. Oysa biz biliyoruz ki 75 yıldan uzun süredir yaşanan kolonyal şiddete karşı sürdürülen militan faaliyetler Filistinliler için sadece gerçek hayatta, bölgede, sahada, alanlarda değil; sinemanın simülasyon çölünün sınırları içinde verilen mücadelede de hayati bir araç. 1968-1982 arasında faaliyet gösteren Filistin Film Birimi’nden (Palestine Film Unit) bugünün belgesel sinemasına ve hafıza direnişini sürdüren Filistinlilerin çalışmalarına uzanan, sanatsal/estetik olandan asla ayrı düşünülemeyecek bir militanlık hattı var. Esasında Filistin ismi etrafında verilen söylem mücadelesine kadar, militan hareketin etkili olduğu bir sinema sahasından bahsediyoruz. Bir süredir “militan pedagoji” adını verdiği seanslar yapan Filistinli sanatçı Yazan Khalili’nin dile getirdiği üzere, 1948 olarak tarihe işaretlenen Nakba’dan Filistin Kurtuluş Örgütü’nün 1964’teki kuruluşuna kadar “Filistin” ismi tarihten silinmeye yüz tutmuştu. Antik Yunan yazarların bölge ve insanlarına verdikleri bu isim, militan faaliyet olmasa şu festivalin sitesindeki metinlerde dahi kendine yer bulamayabilirdi. 

Kim “Yoğmuş” Biz Burada Yoğ İken

Yvann Yagchi ise Avant il n’y avait rien adlı mektup-belgeselinde, Filistin tarihinin daha da az bilinen bir dönemine, 1948 öncesine odaklanıyor. Filmin Türkçeye “Öncesinde Hiçbir Şey Yoktu” olarak çevirebileceğimiz ismi de, Nakba’nın yani felaketin Filistinlilere yaşatıldığı 1948 öncesine dair ironik bir atıf. 1948 öncesinde buralarda ne vardı, kimler yaşıyordu, bu topraklara, halkına ve direnişine verilen isim neydi? Bu sorular, sosyolojik ve jeopolitik olmanın yanı sıra Yagchi için oldukça da “şahsi” sorular. Açıklayalım.

1948 ve sonrasında Filistin’den sürülen bir ailenin parçası olan yönetmen, Cenevre’de doğmuş, orada eğitim almış, kendi deyimiyle asimile bir Filistinli: Geçmişiyle, ‘Filistinlilik’le bağını, annesinin anlattıklarının yanı sıra, bölgeye giderek, sinema yaparak ve “aile arşivi”ni kurcalayarak yeniden inşa etmeye çalışan bir sürgün çocuğu. (Bu bakımdan Avant il n’y avait rien, ‘Chile in the Heart’ bölümünde yer alan sürgün filmlerini de akla getiriyor. Örneğin, sol militan anne babası Pinochet diktası tarafından öldürülünce daha bir yaşındayken yurtdışına kaçırılan Alvaro de la Barra’nın hikâyesini kendi dilinden anlattığı 2017 yapımı Venían a buscarme.)

Avant il n’y avait rien‘de filmin yönetmeni Yvann Yagchi ve yüzünü çizgilerle kaplayarak yer verdiği eski dostu.

Yagchi, Cenevre’de birlikte büyüdüğü, sonradan işgal edilmiş Filistin topraklarında birlikte filmler yaptığı Yahudi bir dostuna yazdığı mektubu kendi sesiyle okuyor belgesel boyunca. Avant il n’y avait rien, Yagchi’nin sonradan İsrailli bir yerleşimci olan dostundan sinema vasıtasıyla aldığı bir öç gibi. Dolayısıyla son derece “şahsi bir mesele” söz konusu. Bunu da gayet açık ediyor yönetmen. Hatta bir yerde, “Arkadaşlığımızı işgali eleştirmek için mi kullanıyorum yoksa?” diye bile soruyor kendine. Film gücünü tam da bu “şahsi mesele”yi, 75 yıllık yerleşimci sömürgecilik tarihine ve de öncesine açılan bir kapı olarak kullanmasından alıyor.

Yagchi’nin kamerasıyla birlikte Yahudi arkadaşının yaşadığı İsrail yerleşimine (kolonisine) gitmesiyle başlıyor belgesel. Bir süre sonra gerek fikirlerinden gerekse çekim yapmasından hoşlanmayan yerleşimciler Yagchi’yi “ajan” ilan ediyor ve sosyal medyada hedef gösteriyorlar. Arkadaşı ona sahip çıkmayınca, telefonlarına da cevap vermeyince, Yagchi onu siliyor. Sahiden. Görüntülerde arkadaşı var ama yüzüne çizikler atılmış. “Bana başka bir şans bırakmadın” diyor Yagchi. Esasında video-deneme ya da film-mektup tarzının bir nevi “şahsi militan” bir versiyonuyla karşı karşıyayız. Yagchi sözünü sakınmıyor, hatta gevezelik yaptığı bile söylenebilir. İsrail yerleşimindeki hahamlarla, Filistinli işçilerle, amcası ve kuzeniyle yaptığı söyleşileri bile kendi sözleriyle bölüyor. Hahamlardan biri “vaat edilmiş topraklar” mitini işgale gerekçe olarak ortaya koyunca, dayanamayıp “Bağırmak istiyorum!” diyor. 

Avant il n’y avait rien

Peki öncesinde ne vardı? Filistin’in kültürel rönesansı olarak bilinen Nahda’nın etkili figürlerinden biri olan büyükbabası Khalil Beidas’ın yazdığı kitapları, İsrail Milli Kütüphanesi’nde buluyor Yagchi! Nahda’nın sonunu Nakba getirmiş, yazarlar, şairler, entelektüeller sürgüne giderken kitaplarını arkalarında bırakmak zorunda kalmış. Büyükbabası Beidas’ın evi yakılmış, kütüphanesinde bulunan kitaplara ise el konmuş. 1948 öncesine dair çok şey anlatan kitaplar bunlar… İsrail devletinin “terk edilmiş mülk” (!) diye sınıflandırdığı bu kitapların sahipleri (yani evlatları, torunları) hâlâ yaşıyor diyor Yagchi, “Kimse unutmadı.” Avant il n’y avait rien’in en etkileyici tarafı, genç yönetmenin Filistin tarihini, İsrail’in gasp ettiği bu kitaplar vasıtasıyla araladığı bölümler. 

Büyük İndirgeme

İlginçtir, festivalin “karmaşıklığı kucaklama”ya yönelik söylemlerinin aksine, Avant il n’y avait rien de Under a Blue Sun da meselenin “aslında çok da karmaşık olmadığını” söylüyorlar. Under a Blue Sun’da her şey gün gibi ortada: İsrail devletinin 1948 öncesi el koyduğu Bedevi topraklarında, İsrail ordusunun sponsorluğunda çekilen bir Amerikan propaganda filmi. Daniel Mann, “indirgemelere” başvurmaktan da geri durmuyor, tıpkı çoğu yerde Yagchi’nin yaptığı gibi. Festivalin ve genel anlamda esasında Batılı sanat kurumlarının “karmaşıklığın” karşısına koyduğu, tu kaka ettiği “indirgemecilik” işin aslına bakılırsa bu filmlerin İsrail propagandası karşısında kullandıkları etkin bir strateji. Farklı tarihsel bağlamlar arasında hızlı geçişler yapıyor, kolaj tekniklerini kullanıp imajları yan yana getiriyor, üste üste bindiriyor, 75 yıl ve ötesine uzanan zaman atlamaları gerçekleştiriyorlar. Under a Blue Sun’da Mann, Bedevilerin İsrail güçlerine karşı evlerini koruma mücadelesi verdikleri güncel görüntülerin üzerine Stallone’ye diyor ki: “Seni de bu direnişin parçası olarak hayal etmek isterdim.” İsrail güçlerine karşı Filistinlilerle birlikte mücadele eden bir Rambo! Filmin temel üst üste bindirmesi bu esasında: Bugünün Necef çölünün üzerine Rambo’nun imajını kolajlamak. Soğuk Savaş ürünü, anti-Sovyet bir Hollywood filmini bugünün soykırım bağlamına yerleştirmek. 

Avant il n’y avait rien ise, Filistin toplumsal yaşamında önemli yer tutan, bugün İsrail tarafından parsellenmiş Doğu Kudüs Şam Kapısı’nın 1948 öncesi bir fotoğrafı ile şimdiki turistik görüntüsü arasında geçiş yaparak sonlanıyor. 75 yıllık bir işgal kolajı. Rotterdam’ın sitesinde yer alan Adrian Martin imzalı tanıtım yazısında, filmin 7 Ekim 2023 saldırısı sonrası patlak veren “İsrail-Hamas Savaşı”ndan önce bitirildiğine dair bir vurgu var. Bunun nedeni, hiç kuşkusuz filmin son sözleri. Yagchi, Şam Kapısı’nın önünde durmuş, “ev”inin izinde yaptığı yolculuğu şu sözlerle sonlandırıyor: “Bugün burada bulduğum bu ev yanıyor.”

Yagchi de, kendi toprakları üstünde mülteci olarak yaşayanlar da, İsrail yerleşimlerinde çalışan Filistinliler de, hepsi de burasının zaten yanmakta olduğunu biliyordu. Bu 7 Ekim saldırısıyla öğrenilen bir bilgi değil. Onların evi bir asırdır yanıyor ve yerleşimci sömürgecilik devam ettiği sürece de yanacak. Yagchi’nin filminin finali bir kehanet değil. 

Eğer ortada bir indirgeme varsa, en büyük indirgeme, 75 yıl ve ötesine uzanan işgal ve sömürgecilik tarihinin üzerinden atlayıp meseleyi 7 Ekim’le başlatmak, İsrail ile Hamas arasında saldırı sonrası patlak vermiş bir “savaş” olarak çerçevelemek değil mi? Bu tarih bir milat olarak görülebilir, ama tek milat da değil. Festivallerin, sadece Rotterdam’ın da değil Avrupa’daki pek çok festivalin yaptığı en büyük hata da, özellikle kurumsal açıklamalarında 7 Ekim sonrasını “hararetli bir süreç” olarak tanımlayıp iki taraf arasında gerçekleşen bir çatışma olarak sunmak, bu son süreçte oluşmuş hassasiyetleri göz önünde bulunduran “tarafsız” bir konum sergileyerek politik sorumluluktan kaçmak. Yani esasında tarihi son birkaç aya indirgemek. Dolayısıyla şu an kültür-sanat ve sinema alemlerinde, Filistinli sinemacılar ve destekçilerinin verdiği mücadelenin önemli bir cephesi de “indirgemecilik” ve “karmaşıklık” gibi ezbere kullanılan terimlerin ardındaki sömürgeci koşullanmayı ifşa etmek; bu altı boşaltılmış kelimelerin anlamlarını yeniden tanımlamak, anlam coğrafyalarını nehirden denize genişletmek. 

The Battle of Empty Stomachs

Festivalin Rotterdam şehrine dair ve/ya bu şehirde üretilmiş filmlere ayırdığı ‘RTM’ adlı bölümünde, Rotterdam’da yaşayan Lübnanlı sanatçı/sinemacı Diana Al-Halabi’nin açlık grevindeki Filistinli tutsaklar için yaptığı The Battle of Empty Stomachs adlı kısa filmi de gösterildi. Al-Halabi, kendisiyle iletişime geçtiğimde, koca bir tarihi 7 Ekim sonrasına indirgeyen bakıştan ve “indirgemecilik”ten uzak durma iddiasındaki bir festivalin daha fazlasını yapması gerektiğinden söz açtı. Bununla birlikte, soru-cevaplardaki ifadelerine yönelik bir sansürle karşılaşmamıştı, festivalin sahneyi kendisine bıraktığından bahsetti. 7 Ekim sonrası bu son sürecin belirleyici bir yönü varsa, o da bu olabilir: Festivaller kendileri siyasi bağlam kuracaklarına, bağlam kurmayı da, net bir tavır almayı da, gündem oluşturmayı da ve bütün bunlarla birlikte gelebilecek riskleri göğüslemeyi de sinemacılara, sanatçılara devretmiş gibi görünüyorlar. 

Al-Halabi’nin filmi, açlık grevindeki mahkûmların yanı sıra, Hollanda’ya iltica etmek için yirmi gün boyunca yürüyen Abed El-Hussein’in deneyimlerine dayanıyor. Rotterdam’ın altgeçitlerinden birindeyiz, bir taraf zuid yani güneye, diğer taraf noord yani kuzeye açılıyor. Bu tünel, Al-Halabi için hem Rotterdam’ın kuzeyiyle göçmenlerin yoğun olarak yaşadığı güneyi arasındaki geçidi temsil ediyor hem de bu şehirdeki kendi yabancılaşmasını (“Bölgemde devam eden kriz ile buradaki sakin yaşam arasındaki uyumsuzluk” olarak tarif ediyor bunu Al-Halabi). Sonra Abed El-Hussein’i temsil eden karakter, kendini bir asansörde buluyor. Yukarı aşağı çıkan asansörde pinball oynayıp duran takım elbiseli kişiler var; Abed El-Hussein omuzlarından dürtse de hiç oralı olmuyorlar. Belki silah endüstrisini temsil ediyorlar, belki Rotterdam Film Festivali’ne de destek veren kültür sponsorlarını, belki de İsrail’e desteğini açıklayan Hollanda devletini; belki de hepsini. “Meselenin karmaşıklığı” mı dediniz?

© 2013-2022 Altyazı Aylık Sinema Dergisi / Altyazi.net'in içeriği dergi yönetiminden ve yazarlardan izin alınmaksızın kullanılamaz.