Şu An Okunan
Ferrari: Ölümcül Tutkumuz, Korkunç Neşemiz

Ferrari: Ölümcül Tutkumuz, Korkunç Neşemiz

Michael Mann’in bu yıl Venedik Film Festivali’nde prömiyer yapan filmi Ferrari, otomobil dünyasının ikonik ismi Enzo Ferrari’nin yaşamına odaklanıyor. Başrollerinde Adam Driver, Penélope Cruz ve Shailene Woodley’i izlediğimiz biyografi, biçim ve anlatı özelinde risk almadan büyük ölçüde klasik drama anlatısına bağlı kalmayı tercih ediyor.

Son dönemlerde, bugün artık Hollywood’da ‘eski toprak’ olarak kabul edilen, kimisi seksenlerine merdiven dayamış, kimisi de seksenlerini çoktan yarılamış yönetmenlerin genç nesiller tarafından yeniden keşfedilmesi gibi bir fenomenle karşı karşıyayız. Bu yıl Martin Scorsese’nin son filmi Dolunay Katilleri’nin (Killers of the Flower Moon, 2023) -kızı Francesca’nın katkısını yadsıyamayacağımız bir biçimde- internet gündeminde uzun süre kalması ve Steven Spielberg’ün Cahiers du Cinéma’nın 2023 listesinde ikinci sıraya yerleşen filmi Fabelmanlar’ın (The Fabelmans, 2022) yönetmenin anaakım sinema içindeki tarihsel önemini de vurgulayan bir coşkuyla karşılanması bu durumun en somut yansımalarından. Her ne kadar geçmişte filmleri biçim ve anlatı açısından özgün ve öncü unsurlar barındırsa da, bu yönetmenlerin Hollywood’un stüdyo sistemi içinde çalışmalarının da etkisiyle ‘klasik’ bir sinema anlayışını temsil ettiklerini söyleyebiliriz. A24’un başını çektiği yeni nesil yapım şirketlerinin bünyesinde birçok genç ismin yıldızı parlasa da, ilginç bir biçimde içinde bulunduğumuz güncel sinema ikliminde bir nevi klasik isimlere dönüşün söz konusu olduğunu gözlemlemek mümkün. 

Michael Mann de hiç şüphesiz yukarıda bahsettiğimiz yönetmenler arasında anılabilecek bir isim. Suç ve aksiyon filmlerinden tarihsel epiklere ve biyografilere uzanan geniş bir tür yelpazesinde filmlere imza atan Mann’in kariyeri boyunca, Scorsese’ye benzer biçimde, kahraman addedilen erkek figürlerinin iç dünyalarının, takıntılarının ve zaaflarının peşine düştüğünü söylemek yanlış olmaz. Mann’in kahramanlarının en dikkat çeken özelliği ise varoluşlarının eylemleri, icraatları üzerine şekilenmesi, hayatlarının ve kararlarının bu doğrultuda koşullanmasıdır. Dolayısıyla Mann sinemasında ‘meslek’ dediğimiz şey, karaktere eklenen bir aksesuar değil, aksine onu var eden bir kip niteliğindedir esasında. Mann’in uzun yıllardır üzerinde çalıştığı Ferrari (2023), benzer bir karakter inşa sürecini takip eden bir film. Ki biyografi türünün bu yaklaşım için doğal bir zemin hazırladığını da söylemek mümkün. 

Baba, Oğul ve Kutsal Arabası

Ferrari, Brock Yates’in ‘Enzo Ferrari: The Man, the Cars, the Races, the Machine’ kitabına dayansa da yarış arabası pilotu ve kendi adını verdiği araba markasının kurucusu Enzo Ferrari’nin tüm yaşamını anlatmak gibi bir gayeye sahip değil. Mann’in, daha önceki biyografilerine kıyasla zaman çerçevesini daha da sınırlandırarak anlatısını yalnızca tek bir kilit olayın etrafında inşa ettiğini görüyoruz. Yarış pilotluğunu bırakalı yirmi yıl olmuş, şirketi ise neredeyse iflasın eşiğinde bir Enzo’yla karşı karşıyayız filmin geçtiği 1957 yılında. Ferrari’nin dertleri iş hayatıyla da sınırlı değil; oğlu Dino’yu bir hastalık yüzünden kaybetmesinin üzerinden bir yıl geçmiş, eşi Linda’yla ilişkisi oğullarının yasını beraber tutmayı reddecek kadar sorunlu ve bir yandan da sevgilisi Lina Lardi, ondan herkesten gizlediği gayrimeşru çocuğu Piero’ya Ferrari soyadını vermesini talep ediyor. Yukarıda da vurguladığımız üzere Enzo Ferrari, işiyle var olan, onunla nefes alan bir adam ve duygusal yaşamına dair seçimlerinden de çoğunlukla işi uğruna tavizler verdiğini ve bu yüzden de sevdiklerine zararı dokunduğunu anlayabiliyoruz.

Enzo’nun tüm hayatının işinden ibaret olmasına şaşmamak gerek, zira yaşadığı Modena da araba üretimiyle varlığını sürdüren bir şehir olarak yansıtılıyor. Hem Ferrari’nin hem de Maserati’nin merkezinin bulunduğu, kilisedeki rahibinin bile “İsa bugün yaşasaydı metal işçisi olurdu” dediği Modena şehri savaş sonrası İtalya’sında kapitalizmin sekülerleşmiş bir dine evrildiğinin kanlı canlı kanıtı niteliğinde. Elbette, Mann bu boyutu kısmen abartarak vurgulasa da yönetmenin emeğe, işçiliğe ve insanın ürettiği ürünle kurduğu ilişkilere önem verdiğini görebiliyoruz. Ancak üretim konusunda bir nüans da söz konusu: Ferrari’nin, seri üretim modelinin dışında yalnızca özel üretim araçlar imal ettiği için zarar ettiğini öğreniyoruz. Daha çok üretim için, yatırıma ihtiyaç duyan şirketin bunu sağlamasının anahtarı ise yarış kazanıp gündemde olmaktan geçiyor. 

Son Düzlükte Riskli Manevralar

Mann’in, temellendirmesi pek de sağlam olmadığını söyleyebileceğimiz bu neden-sonuç zinciri, filmin anlatısının odak noktasındaki Mille Miglia yarışına taşıyor bizi. Bu yarışın hazırlık sürecinde Enzo’nun pilotlarıyla kurduğu bağların Linda ve Lina’yla olan ilişkilerinden çok daha ilginç niteliklere sahip olduğunu vurgulamak gerek. Üretim, borçlar, krediler gibi maddi dünyayla doğrudan bağlantılı detaylar karşısında yarış ve hız tutkusunun çok daha dokunaklı ve son derece trajik bir biçimde ele alındığını görüyoruz. Ölüm, yarış pilotlarının her an yanı başında bekleyen bir ihtimal çünkü. Enzo ise, her defasında kaybettiklerinin sorumluluğunu sırtına yüklenmek durumunda. Ve tam da bu yüzden çareyi, test sürüşünde kaza yapan pilotunun ölümünün hemen ardından yeni birini işine alacak kadar tepkisiz ve soğuk kalmakta buluyor. Her yarıştan önce sevdiklerine veda mektubu yazan bu pilotların hikâyesi her ne kadar Enzo’nun yaşamı içindeki oynadıkları rol bağlamında işlense de, anlatım açısından değerlendirilmemiş bir potansiyele sahip olduğunu düşünmemek elde değil. Zira Ferrari, yukarıda bahsettiğimiz klasik anlatı tanımlamasını hak eden bir yapıya sahip. 

Elbette klasik, çizgisel bir zaman takip eden anlatılar kötü veya vasat olacak diye bir kaide yok. Ancak hayatlarını riske ve tehlikeye adamış pilotların pistlerde hissettiklerini seyirciye doğrudan aksettirmeyi hedefleyen bir filmin özellikle biçimsel anlamda daha çok risk almasını, belki de yoldan bile sapmasını beklemeye hakkımız da var. Ve günün sonunda Mann’in Enzo’nun profesyonel yaşamıyla duygusal yaşamı, işiyle evi arasındaki gerilimlere odaklanan anlatı aksı değil; görüntü yönetmeni Erik Messerschmidt’in harikalar yarattığı çalışması, ritmi, hızı, korkuyu, heyecanı ve ölümcül hırsı sanki o arabaların içindeymişçesine hissettirdiği yarış sekansları kalıyor aklımızda.

Yine de Ferrari’nin Mann’in filmografisinde ‘sıradan’ olarak nitelendirilmesine sebep olacak klasisizminin, filmin sonlarına doğru ufak bir nüansla yön değiştirdiğini belirtmek gerek. Mille Miglia’nın, Enzo’nun geleceği açısından kilit bir rol oynayacağı gerekçesiyle hikâyenin odak noktasına konumlandırıldığını söylemiştik. Ancak, beklenmedik bir kaza sonrasında hem trajedi hem de zaferle noktalanan bu yarış, klasik Hollywood dramalarından bekleyeceğimiz biçimde karakterin -varsa eğer- nihai amacına ulaşmasına veya bir değişim geçirmesine vesile olmuyor. Biyografi filmlerinin gerçeklikten belki de en uzak yönü olan bu tarz bir yaklaşımı benimsememeyi tercih eden Mann, kahramanlarla değil de gerçek insanlarla karşı karşıya olduğumuzu vurguluyor böylece.


Ferrari‘nin vizyon gösterimleriyle ilgili bilgi edinmek için tıklayın.

© 2013-2022 Altyazı Aylık Sinema Dergisi / Altyazi.net'in içeriği dergi yönetiminden ve yazarlardan izin alınmaksızın kullanılamaz.