Şu An Okunan
Kaptan Fantastik: Ütopya ve Gerçek

Kaptan Fantastik: Ütopya ve Gerçek

Kaptan Fantastik (Captain Fantastic, 2016), altı çocuğunu medeniyetten uzakta, bir ormanın ortasında büyüten Ben’in hikâyesini anlatırken ütopyalara değilse de ütopyaların peşinden koşmaya inanç tazeliyor. 

Bu yazı Altyazı’nın 166. sayısında yayımlanmıştır.

Filmekimi âdet olduğu üzere bir kez daha dünyanın dört bir yanından yılın en iyi filmlerini derleyip toplayıp kapımıza kadar getirdi. On gün boyunca vakit elverdikçe salonlara koşturup sinema coşkusuna karıştık. Sonuçta her film ait olduğu toprakların, kültürün, dönemin, ülkenin de izlerini taşıyor. Zamanın ruhuna katıyor kendisini ve seyirciyle ilişkisini de biraz bunun üzerinden kurmaya çalışıyor. Hâl böyle, dünyanın durumu da iç karartıcı olunca on günlük seyir deneyimi de zorlu geçti birçokları için. Kâh Newcastle’daki bir işçi ile yoksul bir kadının sefaletine, kâh Kuzey-Güney Kore arasında sıkışıp kalmış emekçi halkın vaziyetine, kâh Orta Amerika’da kol gezen yoksulluğa, kâh Almanya’dan Romanya’ya uzanan bir baba-kız ilişkisi üzerinden kapitalist şirketlerin yarattığı tahribata ve yabancılaşmaya tanıklık ettik. Romanya’ya gitmişken Bükreş’te biraz daha kalıp genç bir kadının büyüme hikâyesi eşliğinde ‘devrim’in yenilmiş evlatlarının bugün içine düştüğü durumu görme fırsatı da bulduk. İran’a uzanıp kadınların nasıl bir cin azabı yaşadığını, toplumun ikiyüzlü ahlak anlayışını gördük. Velhasılı kelam, filmlerin iyi ya da kötü olmasından bağımsız olarak içimiz kurudu, moralimiz bozuldu. En nihayetinde niyetlerinden bağımsız olarak filmlerin büyük bir kısmının hikâyelerini, karakterlerini bir kez daha bir araya getirip düşündüğümüzde distopya evrenine on günlük bir seyahat yapmış kadar olduk.

İşte bütün bu filmler arasında birisi, bütün eksik gediklerine, zaaflarına, aşırılıklarına ve yoksunluklarına rağmen bir ütopyanın var olabileceğini anlatmaya çalışıyordu. ‘Uçuk bir kentli entel fantezisi’ olarak başlayıp ayakları yavaş yavaş yere basan, yere bastıkça seyirciyi kaygılandıran ama sonunda gerçekleşebilir bir ütopyayla bağlantı kurmayı başaran bir filmdi Kaptan Fantastik.

Otuz yıla yaklaşan bir oyunculuk kariyerinin ardından 2012’de ilk uzun metraj yönetmenlik denemesi 28 Hotel Rooms’a (2012) imza atan, dört yıl sonra Cannes’ın Belirli Bir Bakış bölümünde En İyi Yönetmen ödülünü alan Matt Ross’un kısa zamanda bu kadar mesafe kat etmesine hayran kalmamak elde değil. Aslında 28 Hotel Rooms’un da çıkış noktasında parlak bir fikri vardı ama bu, bir hikâye kurmaya yetmiyordu. Film otel odasında başlayan bir ilişkinin yirmi yedi oda daha dolaşarak vardığı noktaya tanıklık etmemizi istiyordu. Geleneksel ahlak, etik değerler, aile gibi kavramlar masaya yatırılıyor ama metnin nefesi buna yetmiyor, sinema yerini yer yer tiyatroya bırakıyordu. Bu yarı amatör filmle güçlü bir film olan Kaptan Fantastik arasında kurabileceğimiz bir görsel bağlantı yok ama tematik bir devamlılık kurabiliriz: Her ikisinde de Noam Chomsky pek seviliyor.

DİSTOPYA İÇİNDE BİR ÜTOPYA
Kaptan Fantastik, altı çocuğunu medeniyetten uzakta, ABD’nin Kuzeybatı Pasifik ormanlarında kurduğu bir evrende büyütmeye çalışan Ben’in hikâyesi. Orman içinde, doğayla uyum hâlinde kurulmuş bu yaşam alanı, yalnızca kentten kaçmak için değil; aynı zamanda yepyeni bir insan yaratmak için tasarlanmış gibi. Film, ailenin en büyük çocuğu Bo’nun biraz “ilkel”, çokça pagan “erkek olma” ayiniyle açılıyor. Bo, kadim topluluklarda olduğu gibi ormanda güçlü bir hayvanı alt ederek erkekliğini ispatlıyor ve taltif ediliyor. Bu giriş, medeniyetten uzakta “yarı vahşi” bir insan topluluğunun hikâyesini izleyecekmişiz duygusu uyandırıyor önce. Fakat aslında orman içinde bir ütopya alanında olduğumuzu anlamamız uzun sürmüyor. Annenin hasta olduğunu ve hastanede yattığını öğrendikten sonra Ben ile çocuklar arasındaki ilişkiyi tanımlamaya başlıyor önce film. En küçüğünden en büyüğüne her birinin en az üç dil bildiği, beş yaşındaki en ufakların bile her türlü edebiyat metnine, temel bilim felsefesine, siyasi tarihe hâkim olduğu garip bir ütopya evreni. Ailenin doğayla kurduğu ilişki ne kadar “arkaik” gibi görünüyorsa, insanlığın birikimine sahip olma düzeyleri de o kadar “fütürist”. Kapitalizmin birçok ürünün ve ilişki biçiminin reddedildiği bu evren, daha çok Ben’in (ve kadrajda göremediğimiz eşinin) bir tür laboratuvar ütopyası gibi tasarlanmış. Yavaş yavaş ergenliğe ve olgunluğa doğru yol alan, hâliyle ‘dışarıdaki’ dünyaya merak ve ilgi duyan çocukların bu ütopyaya ikna edilmesi için Ben’in bir dizi argümanı var. Ben, bu ütopya evreni dışındaki dünyayı bir tür distopya olarak tanımlıyor. Tüketim alışkanlıklarından insan ilişkilerine, beslenme yöntemlerine ve tabii ki insanların entelektüel düzeylerine kadar pek çok öğesiyle dışarıyı karanlık bir tasvirle sunuyor çocuklara (ve tabii seyirciye).

TEK ÜLKEDE SOSYALİZM
Ben ve çocuklarının ütopyasına genel bir bakış attıktan sonra içerideki işleyişe bakmakta fayda var. Çünkü film hem geleneksel baba-oğul çatışması üzerinden iç iktidarın zaaflarına dair ipuçları veriyor hem de aslında bir tür siyaset modellemesi yapıyor. Ben’in yapmak istediği şeyi bir tür ‘tek ülkede sosyalizm’e benzetebiliriz. Hâliyle o da bu modelin Stalin’i oluyor -ki film bir noktada bu konuya atıfta bulunmayı da ihmal etmiyor. Bir sahnede Ben, Bo’yu Troçkist olmakla itham ediyor. Bo da buna tepki gösteriyor. O sıralar Maocu’ymuş zaten! Her ne kadar komünün bireyleri arasında eşit bir ilişki varsa da ideoloji lider tarafından belirleniyor. Dışarının nasıl bir yer olduğuna, düşmanın kimliğine karar veren o. İçerideki düzeni bir arada tutabilmesi için dışarının kötülüklerini göstermek ve ancak bir arada durulduğunda bunun üstesinden gelinebileceğine kitlesini ikna etmek zorunda. Ben, çocukları için en doğru şeyin orman içindeki bu hayatın devam etmesi olduğunu düşünüyor.

Gabriel García Márquez, gazetecilik yaptığı dönemde, 1957 yılında, Doğu Avrupa ülkelerini kapsayan ve Sovyetler Birliği’nde son bulan seyahatindeki gözlemlerini ‘Doğu Avrupa’da Yolculuk’ isimli kitabında anlatır. Yazar her ülkedeki gözlemlerini ayrıntılı bir şekilde aktarır ama özellikle Sovyetler Birliği’ne dair çarpıcı tespitleri vardır. Sovyetler Birliği’nin her şeyi “makro düşündüğü” tespitini yapar önce. Dünyanın en iyi metrosuna sahiplerdir, en güzel trenler onlardadır, uzaya uydu gönderecek bilimsel birikimleri vardır, üniversite eğitimleri kusursuzdur ama insanlar yoksuldur. Dünyayla ilişkileri kısıtlıdır. Marquez bu gözlemleri yaptıktan sonra kendisine mihmandar olarak atanan kişinin birkaç dilin yanında İspanyolcayı da kusursuz konuştuğunu, Latin Amerika edebiyatı hakkında en az kendisi kadar bilgili olduğunu şaşkınlıkla aktarır. Ama çarpıcı bir noktaya dikkat çeker. Mihmandar anadili İspanyolca olan birisiyle ilk defa konuşuyordur. Marquez, o kadar bilgiye rağmen bu bilginin kullanılabileceği alanlarla ilişki konusunda yaşanan sıkıntıyı ve kapalılığın yaratabileceği sonuçları anlamaya çalışır.

Ben ve komününün sıkıntısı da tam olarak Marquez’in anlattığı türden bir yerde ortaya çıkıyor: Bu kadar bilgi ve birikimin sınanacağı ve anlam kazanacağı bir alanın olmaması. Hâliyle bu makro düşünme biçiminin ve yarattığı sonuçların ‘komün bireyleri’ için tatmin edici olmaktan giderek uzaklaşması. Annenin ölümü, bunun sınanması için de bir fırsata dönüyor bir anda.

DIŞ DÜNYAYLA TEMAS ve HALKIN İKTİDARI
Annenin ölümünün ardından, özellikle de ergenliğinin ortasındaki Rellian’ın isyankâr çıkışlarından sonra ciddi bir karar aşamasına geliniyor. Ben’in bütün itirazlarına rağmen çocuklar annelerinin cenazesine katılmak istiyorlar. Ben, onların kentle ve dışarıdakilerle ilişki kurmasını istemediği için (ve belki de o dünyanın nimetlerine kapılıp onu terk edeceklerini düşündüğü için) önce yönetimini sertleştiriyor ama sonunda tabandan gelen baskıya dayanamayarak cenaze törenine gidilmesini kabul ediyor. Bu yolculuk, başta Bo olmak üzere çocukların dış dünyayla temas kurdukları ve kendilerini de anlama fırsatı buldukları bir süreç aynı zamanda. Öte yandan filmin başından itibaren kadrajda görünmese de varlığını hep hissettiren annenin hikâyedeki ağırlığı da ortaya çıkmaya başlıyor. Ve öğreniyoruz ki dünyadan kopuk, ütopik komün hayatı anne için o kadar da mükemmel değilmiş aslında. Çocuklarının orada yetişmesine itirazı olmasa da bir süre sonra ‘gerçek dünya’ ile temas kurmalarını istiyormuş. Hem Ben’in bu gerçekle yüz yüze gelmesi hem de çocukların dış dünyayla kurduğu temas, topluluğu yeni bir duruma taşıyor. Karakterlerimiz bir yandan ‘kapitalist dünya’nın saçmalıklarını, anlamsız önceliklerini görüp ne kadar haklı bir noktada olduklarını anlarken, öte yandan da insan ilişkilerindeki beceriksizlikleri, yaşlarının gerektirdiğinden fazla donanıma sahip olmaları nedeniyle sosyalleşmekte zorlanmaları gibi gerçeklerle yüzleşmek zorunda kalıyorlar.

Bu, aynı zamanda artık eskisi gibi yaşanamayacağının da göstergesi hâline geliyor. Ben’in durumu bir mağlubiyet olarak algılayıp çocuklarından vazgeçtiği ve onları ‘düzene’ teslim ettiği anda gerçek karar vericilerin inisiyatifi giriyor devreye. Çocuklar kendi talepleri etrafında bir araya gelip harekete geçiyorlar. Bu hareket hem annenin vasiyetinin yerine getirilmesinin hem de ilkine göre ‘revizyonist’ ama daha işlevsel bir düzenin kurulmasının da yolunu açıyor.

Film, ‘insan’ unsurunu dışarıda bırakan “kusursuz” ama “şekilci” bir hayat ütopyasından başladığı yolculuğun sonunda, ancak bir öncekinin birikimiyle kurulabilecek, ayakları daha yere basan başka bir yaşam formuna ulaşıyor. Bu form bir yandan, komün bireylerinin toplumla asgari düzeyde ilişki kurmasını ve dışarıdaki dünyanın gerçekliğini kavramasını sağlayacak kadar ‘sistem içi’. Ama öte yandan Harvard, mit, Yale gibi üniversitelerden gelen kabul mektuplarını bir kenara itip Afrika’yı keşfetmek için uzun bir yolculuğa çıkmanın çok daha yararlı olacağını fikrini üretecek kadar da bağımsız bir yapı aynı zamanda.

Kaptan Fantastik, öykünün başında yarattığı ütopya dünyasının değerlerini reddetmeden ama eksiklerini göstererek ilerlediği yolculuğunda başka türlü bir hayatın pekâlâ var olabileceğini göstermeye çalışıyor izleyicisine. Bütün bu tüketim saçmalıklarının, kariyer zırvalarının, çağın ruhu dayatmalarının dışında bir hayat kurulabileceğini salık veriyor. Toplumun içinde ama sistemin dışında bir yerlerde tutunmanın mümkün olduğunu, belki filmin başındaki ütopyaya çok uzak olduğumuzu ama en azından yapabileceğimiz şeyleri yapabileceğimizi anlatıyor. 

© 2013-2022 Altyazı Aylık Sinema Dergisi / Altyazi.net'in içeriği dergi yönetiminden ve yazarlardan izin alınmaksızın kullanılamaz.