Körkütük: Geç Kadehler
Thomas Vinterberg’in Oscar ödüllü filmi Körkütük, kanlarındaki alkol miktarını belirli bir seviyenin üzerinde tutarak hayatlarını değiştirmeye karar veren dört lise öğretmeninin öyküsünü anlatıyor. Yönetmenin kariyerinde yeni bir dönemin başlangıcına işaret eden Körkütük’ün, “ayakları biraz yerden kesik” bir film olarak yıllarca hatırlanacağını öngörmek zor değil.
Bugün artık kariyerinde yirmi beş yılı geride bırakan Danimarkalı yönetmen Thomas Vinterberg’in Körkütük’ü (Druk, 2020) geçtiğimiz pandemik yılın en çok ses getiren filmlerinden biri oldu. Daha önce defalarca çalıştığı senarist arkadaşı Tobias Lindholm’le birlikte kaleme aldığı Körkütük en kaba hâliyle, orta yaşlarındaki dört erkek öğretmen arkadaşın alkol tüketiminin sosyal yaşamlarına etkilerini inceledikleri tamamen gayri resmî deneyin etrafında dönenleri konu ediniyor. Ancak karşımızda bu kez anlattıklarından ve anlatımından çok yakalamaya çalıştığı tonla ilgilenen bir Vinterberg var.
Film, bu dört suç ortağının içine girdiği durumu mevzunun asıl etkinliği olarak sunsa da kamerasını tıpkı Onur Savaşı’nda (Jagten, 2012) olduğu gibi Mads Mikkelsen’in canlandırdığı Martin’e netleyerek yine kahraman odaklı bir sinema örneği ortaya koyuyor. Martin, kırklı yaşlarında, artık gençliğindeki albenisini ve popülerliğini çoktan yitirmiş, sınıftaki öğrencileri bir yana kendi çocuklarının ve karısının dahi ilgisini çekemeyen bir tarih öğretmeni. Okuldaki yakın arkadaşlarından felsefe öğretmeni Nikolaj’ın doğum günü için çıktıkları akşam yemeğinde Norveçli psikiyatrist Finn Skårderud’un alkol tüketimiyle ilgili bir araştırmasından söz edilmesi ise bu vahim gidişatı bir nebze hareketlendiriyor. Vinterberg’in burada çok daha komün bir anlatım ihtimaline olanak sağlayan konusuna rağmen tek karaktere yaslanmayı tercih etmesi, filmin çehresini birçok açıdan değiştiriyor. Bunlardan en öne çıkanının ise filmi çok daha geniş bir izleyici kitlesine ulaşabilecek klasik bir drama yapısına oturtması olduğu söylenebilir. Buna rağmen bu yapıdaki bir filme göre anlattıkları, konvansiyonel bir öykü içinde takip edilebilecek çok az ilgi çekici içerik sunuyor. Belki de Körkütük’ü benzerlerinden ayıracak ve özgün kılacak numaraları da zaten bu akışın dışında kalan kısımlarda gerçekleşiyor. Hattâ filmin şu an birçok veritabanında tür olarak ‘komedi’ etiketini de taşımasının esas sorumlusu, içeriğinden çok bu dışarıda kalan kısımlara ait. Neredeyse bir ‘kendini-iyi-hisset’ filmi gibi her izleyeni bir şekilde eğlendiren ancak dönüp düşününce içeriğinde hemen hemen hiç şaka ya da hikâye bazlı bir mizah içermeyen Körkütük, sık sık arabaşlık kartları ya da “alakasız” kolajlar gibi akış dışı öğeler kullanarak kendini eğlenceli bir izleme etkinliğine dönüştürüyor.
Oyunbaz Kadehler
Vinterberg, filmin klasik anlatı yapısı içinde bahsini ettiğim bu fiziksel dış etkenlerin yanı sıra, asıl oyunbazlıklarını senaryo masasında yapıyor ve basit bir izleğin kolayca kapabileceği iddialı konu başlıklarını yem olarak kullanıyor. Bunlardan ilki, filmin bir orta yaş bunalımı dramasına dönüşeceği vaadi. Gençlik güzellemesi bir Kierkegaard alıntısıyla başlayan açılış sekansında geleneksel göl yarışında doyasıya içip eğlenen ve taşkınlık yapan lise öğrencilerinin görüntüleri, filmin adının ekrana geldiği ani bir kesmeyle orta yaşlılarla dolu öğretmenler odasına bağlanıyor. Burada kahramanımız Martin’i tam da bu sözde vaatle uygun bir profilde buluyoruz: Tüm tanıdıklarının ve günlerce tekrarlanan rutinlerin arasında geçen yıllar içinde yapayalnız kalmış, çevresindeki hiç kimsenin ilgisini çekemeyen ve bu konuda nasıl çabalayacağını dahi bilmeden kendi sıkıcılığının farkına varmış, neredeyse acımamız beklenen bir adam. Film kolaylıkla tıpkı Kierkegaard gibi akan zamana ve ardımızda kalan gençliğimize ah çektirecek basit bir dramaya dönüşebilecekken Vinterberg bu damardan özellikle uzak duruyor.
Hemen ardından filmin genel atmosferinin belirleyici unsuru ve asıl başrolü olan alkol sahne almaya başladığındaysa seyirciye ikinci bir benzer yem yollanıyor: Alkol tüketiminin etiği. Hayatında kaybettiği özgüveni ve neşeyi alkolle bulan bir kahramanın üst sınırı arttırdıkça gittiği yoldan endişe duymamızı ve bunun tam olarak da ahkâm kesip ahlaki açıdan seyircisine kolay bir sonuç verecek bir film olduğuna inanmamızı istiyor. Biçimsel olarak da sürekli arabaşlık kartlarıyla ya da kare içi sahnelerle edebiyattan ve felsefeden alıntılar yaparak zaten kendini ciddiye alan ve büyük sözleri olan bir filmmiş gibi davranıyor. Fakat bunu göstere göstere yapması, kısa sürede filmi yalnızca yazarlarının seyircisiyle eğlendiği bir film olmaktan çıkarıp bizleri de oyununa dâhil eden samimi bir filme dönüştürüyor.
Kırmızı Üzerine Beyaz Haç
Körkütük henüz tamamlanmamışken bile adını, medyaya yansıyan ilk bilgileri ve görselleriyle birlikte gördüğümde Vinterberg’in yurda dönüşü ve dalgalanan bir Danimarka bayrağı gözümde canlanmıştı açıkçası. Ancak filmin tam da bunun üzerine inşa edilmiş bir milli kültür karikatürü olduğunu görmek bir izleyici olarak kişisel beklentilerimin de üzerinde bir deneyime dönüştü. Öyle ki, yazının başında da değindiğim üzere Vinterberg geleneksel bir hikâye anlatısını tüm bu oyunlarla bozarken esasen filmin tonuna odaklanıyor. Yarattığı ton ise bayrağından insanına her yönüyle kaba çizgilere sahip bir Danimarka portresi. Dünyadaki en köklü bira kültürlerinden birine sahip, her türlü alkolün neredeyse her yaş grubunda en yoğun kullanıldığı ülkelerden, festivallerin ve partilerin diyarı Danimarka’nın şanına yaraşır bir film çekmek tam da Vinterberg’in isteyeceği bir şey olsa gerek. Ülke dışında sahip olunan stereotipik (ama bir şekilde gurur duyulan?) bu ulusal imaj üzerine, yabancı birisinin izlemek isteyeceği bir film tasarlıyor her yönüyle. Filmin içinde Danimarkalı olmayan tek karakterin (Martin’in eşi Anika) ağzından “Bu ülkede herkes manyaklar gibi içiyor zaten” gibi basit bir repliği duymamız da bu açıdan hiç şaşırtıcı değil. Hattâ bu filmin başka bir ülkede geçebilecek bir hikâye olma ihtimalini düşünmemizi bile istemeyerek filmi sık sık Danimarka milli marşıyla, Søren Kierkegaard’la, uluslararası üne kavuşamamış ancak bir diğer önemli kültürel değer olan piyanist Klaus Heerfordt gibi unsurlarla doldurarak ulusal bir bayrak geçit törenine dönüştürüyor.
Ayakları Yerden Kesik
Filmin ve kahramanlarımızın deneylerinin ortalarında bir yerde kontrollü alkol kullanımının faydalarını görmeye başlayan Martin, “Uzun zamandır kendimi bu kadar iyi hissetmemiştim. Bir şeyler oluyor. Ayık olduğumda bile.” diyerek arkadaşlarını bir adım öteye gitmeye teşvik ediyor. Vinterberg’in yazı boyunca bahsettiğim oyunbazlıklarını ya da normalde tercih etmesi beklenilen yönlerde ilerlemeyişini düşününce Körkütük’ün, yönetmenin kariyerinde kahramanının geçirdiği bu aşamaya denk düştüğünü düşünüyorum. Son yıllarda (özellikle Onur Savaşı’nın ertesinde) çektiği filmlerle belirli sınırların dışına çok çıkmayan ve uluslararası sinema çevresinde çok da ilgi göremeyen Vinterberg’in burada kendini gayet iyi hissettiği ve filmin içinde seyircisiyle doğrudan iletişim kurmaya cüret edebildiği rahatça görülüyor. Filmde de geçen Kierkegaard özlü sözlerinden birindeki gibi: “Cüret etmek bir anlığına ayağının yerden kesilmesidir. Cüret etmemekse kişiliğini kaybetmektir.” Vinterberg’i kariyerinin ilk Oscar ödülüne götüren bu ufak promil artışı, belki de tıpkı kahramanı Martin gibi gösterdiği cüretle kim olduğunu hatırlayan bir yönetmenin filmografisinde yeni bir dönem başlatan, ayakları biraz yerden kesik bir film olarak yıllarca hatırlanacak.
Körkütük, 20 Ağustos’tan itibaren sinemalarda.
1992'de İstanbul'da doğdu. İstanbul Üniversitesi İletişim Fakültesi'nde Gazetecilik lisans eğitimi ve Radyo-Televizyon ve Sinema yüksek lisans eğitimi aldı. 2013 yılından beri çeşitli yayınlarda sinema yazıları yazıyor.