Nomadland: Ufkun Ardında, Yolun Sonunda
Chloé Zhao’nun Jessica Bruder’ın kitabından uyarladığı Nomadland, gelip geçiciliğin hüküm sürdüğü bir dünyada hayatta kalmaya dair gerçekçi olduğu kadar şiirsel bir hikâye anlatıyor. Venedik Film Festivali’nde Altın Aslan kazanan, başroldeki Frances McDormand’ın harikalar yarattığı film, yolları ev bellemiş bir karakterin zihninden kayba, yaşlanmaya ve yaşamaya doğru hüzünlü bir yolculuğa çıkarıyor izleyiciyi.
“Evsiz değilim, bir evim yok. İkisi farklı şeyler.” diyor Nomadland’in göçebe kahramanı Fern. Başkarakteri ‘evsiz olmak’ ve ‘evi olmamak’ arasındaki ince çizgi üzerinde gezinirken, yönetmen Chloé Zhao ona sinemada eşine az rastlanır türden bir şefkat duygusuyla eşlik ediyor. Kapanan bir fabrikayla beraber yaşadığı şehri terk eden Fern’ün peşinden, ABD’nin batı bölgelerinde çok duraklı bir yolculuğa çıkıyoruz. Zhao bir yandan bir belgeselci güdüsüyle ülkenin ve dünyanın politik/ekonomik gerçekliğini resmederken bir yandan da yola, yolculuğa, yaşlanmaya ve yaşamaya dair sonsuz bir çağrışım alanı açıyor ileyiciye. Karakterin hikâyesinden ve dünyasından, kahramanın yolculuğundan vazgeçmeden de başkalarını önemseyebilir ve onların hikâyelerini anlatabiliriz diyor sanki. Nomadland (tam çevirisiyle ‘Göçebeler Diyarı’) yersiz yurtsuz, göçebe ve her daim “hareket hâlinde” olmayı romantize etmeden, ‘ev’ denen şeyin gitgide biçim değiştirdiği bir dünyada hayatta kalmanın yollarını arıyor.
Film boyunca Fern’ün girip çıktığı işleri ve çalıştığı farklı mekânları görüyoruz. Zhao bir yandan kahramanının emeğini her an görünür kılmaya çabalarken bir yandan da bu yolculuğun zorunlu tarafına, geçici işlerin ve güvencesiz çalışma koşullarının yarattığı dünyaya eleştirel bir bakış atıyor. Karakterlerden biri, yeni toprağa verdikleri bir arkadaşlarının ardından şöyle diyor: “Ben kimseye ‘son bir veda’ etmem. Hep ‘yolun sonunda görüşürüz’ derim çünkü eninde sonunda karşılacağımızı bilirim.” Fern’ün yaşadığı karşılaşmalar ise hep bir “geçici iş” üzerinden gerçekleşiyor. Yılın belli zamanlarında açılan iş pozisyonları ve mevsimlik işçilik için göçen tanıdıklarla tekrar karşılaşıyor, bir süre onlarla birlikte çalıştıktan sonra karavanına atlayıp başka bir yere gidiyor. Fern’ün çıktığı yolculuk sadece onun kişisel tarihinde değil, zamanın ruhunda ve “dünyanın işleyişinde” de bir kırılma noktasına denk geliyor sanki. Bir fabrika etrafında kurulu, “eski moda” güvenceli işlerin olduğu, öngörülebilir hayatların yaşandığı, uzun vadeli hayallerin kurulabildiği bir kasabadan; bazen ertesi günün hesabının bile yapılamadığı, sürekli değişip dönüşen, geçici ve göçebe bir hayata geçiş.
Yoldan Gelenler, Yola Gidenler
Zhao –tıpkı American Honey’de (2016) çok benzer bir yolculuk öyküsü anlatan Andrea Arnold’ın yaptığı gibi– bu felaket senaryosundan ortak bir duygu çıkarmaya çalışıyor, başka bir ihtimalin peşinden gidiyor. Uğranan durakları karakterin yolculuğunda “bir adım” olmanın çok ötesinde bir yerde konumlandıran yönetmen, köksüzlüğün ve aidiyetsizliğin imkân verebileceği bir dayanışma ruhunun izini sürüyor. Ailesini ve arkadaşlarını geride bırakan Fern’ü yine de yalnız bırakmaması, tek başına yolda olmayı yalnızlıkla eş tutmaması bundan. Zhao’nun Fern’ün yolculuğu ele alış şeklinde Agnès Varda’nın Yersiz Yurtsuz (Sans Toit ni Loi, 1985) ve Toplayıcılar (Les Glaneurs et la Glaneuse, 2000) gibi filmlerinden izler bulmak mümkün. Yolculuğu anlatırken uğranan tüm durakları, verilen tüm molaları ve karşılaşılan tüm insanları onların hikâyelerini anlatmak için bir fırsat olarak kullanan Varda’nın “yoldan sapmaları”, Nomadland’in da özellikle ilk yarısında ağır basan bir anlatım tekniği. Örneğin Fern’ün duraklarından ilki, çeşitli nedenlerle evlerinden vazgeçmiş insanların, onları dışlayan ekonomiye inat bir araya geldiği bir tür karavan kolektifi oluyor. Bir an için kahramanımızı unutup ateş etrafında toplanmış bu insanların hikâyelerini dinliyoruz. Ülkenin dört bir yanından pek çok insanın uğradığı bir park alanından bir fast food restoranının mutfağına, yoldan her sapışımızda bir başka hikâyeye tanık oluyoruz. Öyle ki filmin belki de en etkili anlarından biri, Fern’ün kanser hastası bir arkadaşının anlattığı hayali hatırladığı an oluyor. Sadece zorluklarla dolu bir şimdiyi değil, hayallerle dolu bir geleceği de paylaşmaya dair bir arzu bu.
Nomadland her ne kadar bir yolculuk filmi olsa da, tıpkı Zhao’nun bir önceki uzun metrajı The Rider (2017) gibi özünde bir “kovboy” hikâyesi anlatıyor. 2.39:1 formatında geniş ekranda çekilen film, bizi Vahşi Batı’nın uçsuz bucaksız topraklarında yolculuğa çıkarırken western türünün ikonografik öğelerinden de çokça yararlanıyor. Filmde Fern’ü yakın planda ve geniş planda gördüğümüz anlar ağır basıyor, coğrafyamız bazen Frances McDormand’ın derin yüz çizgileri, bazen de Batı Amerika’nın kırsalları oluyor. Tıpkı silueti ufukta gitgide kaybolan Red Kit gibi, Fern de bazen devasa coğrafyanın içinde küçücük kalıyor, ufka, uzaklara bakarak dalıp gidiyor. Hattâ bir arkadaşına eski evini anlatırken, arka bahçelerindeki uçsuz bucaksız bir araziden bahsediyor, ötesinin nasıl da gözükmediğinden, “sınırsızlığından”… Ancak western türünün “fethetme” anlatısının bu sefer sistemin kendisine döndüğünü, eski kovboyların geride kaldığını, artık düşmanların siyah giysilerle at üstünde gelmediğini söylüyor film bize. Klasik westernin sınır anlatısında olduğu gibi “fethedilmemiş” olana yönelmek yerine, bazen geriye, bazen ileriye, bazen de sağa sola “sapmaların” nedeni de bu. Filmin hem coğrafi olarak hem de anlatısal olarak sürekli ileri gitmek yerine döngüsel bir yol çizmesi, hattâ “bir türlü bitmemesi” de bundan belki.
Toprağa Yakın, Evden Uzak
Bu yolculuğu ya da “büyüme hikâyesini” hayatının başındaki bir gence değil de, sürekli çalışmakla ve kendi deyişiyle “hatırlamakla” geçen hayatının ardından yeni bir başlangıç yapan Fern’e armağan eden Zhao, filmini “aramızdan ayrılanlara” adamış. Ölüme ve kayba, yaşama ve hayatta kalmaya dair büyük sözler sarf eden bu filmi bu kadar gerçek, bu kadar mütevazı ve toprağa yakın kılan ise tam da yakın planları ve insan yüzlerini kullanış biçimi. Bazen bir kargoyu paketleyip üretim bandına yerleştiren, bazen tuvaletteki kusmukları temizleyen, bazen toprakla kaplı patatesleri çıplak elleriyle toplayan, bazen bir restoran mutfağında patates kızartan Fern’ün elleri örneğin. Bu ellerin yolculuğu, sadece Fern’ün değil geçici hizmet işlerinde, arka odalarda, görünmez alanlarda çalışan tüm işçilerin yolculuğuna dönüşüyor. Ancak Zhao’nun asıl şiiri, araya yerleştirdiği küçük bir anda, kısacık bir planda, tüm bu ağır gerçekliğe bakışında ortaya çıkıyor. Örneğin kamera toprakla, kir pasla iç içe geçen bir günün ardından duş alan Fern’ün sırtına yakınlaşıyor ve suyla beraber akan toprağı izliyoruz. Yıkanacak bir banyo olmadığında ise ıssızın ortasındaki bir derede yüzüyor Fern, çırılçıplak, gözleri kapalı. Bu anlar filmin tüm “sapmalarına” rağmen, karakterine ne kadar önem verdiğinin, nihayetinde onunla kalıp, onunla yaşadığının da bir kanıtı.
Film için “toprağa yakın” dediğimizde, sadece gerçekçi üslubunu değil, kelimenin gerçek anlamıyla toprakla olan ilişkisini de kast ediyoruz aslında. Sadece coğrafyayı kullanış biçimi değil, toprağı bir sığınma alanı olarak kullanmasından dolayı da. Fern’ün tüm bu koşuşturma ve yaşam mücadelesi arasında bir an için durup nefes aldığı anlarda bu ilişkiyi yeniden hatırlıyoruz: Bir tepeye çıkıp ufka baktığında, bir dereye girip yıkandığında, kayaların arasına girip kaybolduğunda, eski evinin yıkıntılarında gün batımını seyrettiğinde… Kameranın tüm bu yalnızlık anlarına bakışı, yolda karşılaşılan ve dinlenen hikâyelere olan bakışıyla benzer bir şefkate ve aşkınlığa sahip. Sanki her an başka bir karaktere geçebilir ve onun hikâyesini anlatabilirmiş gibi. Bu karakterlerden birinin kolundaki dövmede Morrissey’den bir alıntı var: “Ev, bir kelime midir? Yoksa içinde taşıdığın bir şey mi?” Nomadland, bir ev ya da bir “yurt” hayal etmenin artık mümkün olmadığı, göçebeliğin, gelip geçiciliğin kaide olduğu dünyaya bir armağan gibi. Evini içinde taşıyan bir karakterden, başka bir ihtimalin varlığına dair küçük bir hatırlatma.
Nomadland, 9-20 Ekim tarihleri arasında gerçekleştirilen 39. İstanbul Film Festivali’nin ‘Filmekimi Galaları’ bölümünde gösteriliyor.
Boğaziçi Üniversitesi’nde Siyaset Bilimi ve Film Çalışmaları eğitiminin ardından Bahçeşehir Üniversitesi'nde Sinema-Televizyon yüksek lisansını bitirdi. Antwerp Üniversitesi ve Koç Üniversitesi’nde Film Çalışmaları ve Görsel Kültür üzerine doktora yaptı. Şu anda Kadir Has Üniversitesi Radyo, Televizyon ve Sinema bölümünde doktora sonrası bursiyer olarak yer almakta ve yayın kurulunda yer aldığı Altyazı Sinema Dergisi'nde editör olarak çalışmaktadır. 2017'de sinema yazarı olarak Berlin ve Saraybosna Film Festivalleri'nin Talent Campus programlarına seçildi.