Fransız Postası: Kuşak Çatışamamaları
The New Yorker esintili bir dergiyi konu alan Fransız Postası doğası gereği güncelden haber vermesi gereken gazetecilik mesleği ile zamanın donduğu Wes Anderson dünyasının çakışmasından besleniyor.
Bu yazı, Altyazı’nın Kasım 2021 tarihli 213. sayısında yayımlanmıştır.
“Sanki öyle yazmayı istemişsiniz gibi görünmesini sağlayın.”
Fransız Postası editörü Arthur Howitzer’ın (Bill Murray) yazarlara bu tavsiyesi, aslında filmin yönetmeni Wes Anderson’ın eserlerindeki tavrı açıklamak için de kullanılabilir. Onun sineması da tıpkı bu ifadenin işaret ettiği üzere hem yaratıcılarının baskın imzasını taşıyor hem de görünüşte akışına hiç müdahale edilmemiş hikâyeler sunuyor. Film boyunca kostümlerini değiştirmelerine dahi izin verilmeyen karikatürize karakterler aynı zamanda arzularının önünde hiçbir engel tanımayacak kadar da başlarına buyruk. Kişisel sinema ve edebiyat zevkinin yanı sıra zihnine kazınmış popüler kültür unsurlarından son derece kişisel bir dünya kursa da, Anderson’ın derdi karakterlerine söz geçirmek değil. Yönetmen daha çok bu dünyanın uzantısı sayılabilecek kahramanlarına hayranlık duymakla meşgul.
Kurmaca Şehrin Kurmaca Dergisi
Anderson’ın yeni hikâyesi Fransız Postası (The French Dispatch, 2021), onun bu özel dünyasının esin kaynakları arasında yer alan, hem röportajlarında sık sık hayranlığını belirttiği hem de önceki filmlerine –en azından ilüstrasyonlarından esintilerle– sızan The New Yorker dergisini merkeze taşıyor. Gazeteciliğin gereklerini edebî yöntemlerle buluşturan bu yayın, filme adını veren The French Dispatch of the Liberty, Kansas Evening Sun’a esin veriyor. Film, bu kurmaca derginin yayın tarihinden örneklerin yer aldığı veda sayısını perdeye getiriyor; bu özel yayındaki makaleleri dramatize ediyor.
Yayın hayatına Kansas’ta yerel bir yayının eki olarak başlasa da sonrasında tüm dünyaya dağıtımı yapılan dergi, popüler kültür tarihinde Fransız temsiline dair ne varsa hepsinin sökün ettiği kurmaca şehir Ennui-sur-Blasé’de çıkarılıyor. Yazar kadrosu da bu şehirde konumlanan Amerikalılardan oluşuyor.
Söz konusu yazarlar, hayatlarının bir döneminde The New Yorker kadrosunda yer almış isimlerden yoğun izler taşımakta. Bu karakterlerde, Anderson’ın âdeti olduğu üzere, esin kaynaklarının sadık temsillerindense, yönetmen üzerinde yarattıkları etkinin yansımalarını seçmek mümkün. Örneğin derginin yemek yazarı Roebuck Wright (Jeffrey Wright), yoğun bir şekilde James Baldwin’i getiriyor akla. Ancak film, bu tarihî kişiliği olduğu gibi kesip kendi dünyasına yapıştırmaktansa bir tavır olarak kahramanına zerk ediyor. Anderson’ın söylediğine göre, bir diğer kahraman Lucinda Krementz, Paris’te 1968 Mayıs’ını The New Yorker için izleyen Mavis Gallant kadar, onu canlandıran Frances McDormand’dan da özellikler taşıyor. Yönetmen, esin kaynağı olan dergiye verdiği röportajda da filmdeki karakterleri esintilerin birleştirilmiş hâlleri olarak tanımlıyor. Başka türlüsüne de imkân yok. Zira bunlar, birebir temsilin yükünü bindirmeye olanak vermeyecek kadar kendi dertlerini sahiplenmiş karakterler. The New Yorker’ın Fransız Postası üzerindeki etkisi, J.D. Salinger’ın Glass Ailesi’nin Tenenbaum Ailesi’ndeki (The Royal Tenenbaums, 2001) izlerinden ya da Steve Zissou’nun Kaptan Cousteau’yla benzerliğinden fazla değil. Her biri hikâyede sadece Anderson’ın özgün dünyasını besleyen kaynakların uzantıları olarak yer buluyor.
Tüm bu esin kaynaklarını buluşturan zeminde ise ortak bir örüntü var. Anderson karakterlerinin hepsinin eyleminin belirleyici unsuru hüzün. Bu duygu, orta yaşlı ve daha büyük karakterler nezdinde ölüme yakınlığın sonucu olarak ortaya çıkıyor. Genç karakterler içinse dünyayı değiştirmenin olanaksızlığıyla karşılaştıkları ânı nitelendiriyor. Malum, Anderson’ın farklı dönemlerden esin kaynaklarıyla oluşturduğu dünyası, belirgin bir tarihin verildiği durumlarda bile dönemler üstü bir içerik sunar. 1960’lardan bir şanson ya da yüzyıl ortasından bir mobilya parçası, Anderson’ın dünyasına girdiğinde ait olduğu zamanla bağını koruyamaz. Yönetmenin sinemasında geçmiş, sonraki dönemlerin filtresinden geçen idealize edilmiş yönleriyle perdeye gelir. Günümüz ise benzer bir şekilde geçmişin filtresinden aktarılır, farklı dönemlerden unsurların buluştuğu bir pota işlevi görür. Dolayısıyla belli bir döneme ait olmayan, yaratıcısının zihninde asılı kalmış bir zamanın hâkim olduğu bu filmografide karakterlerin yaş odaklı endişeleri iyice pekişir; zamanın gelip geçiciliği, söz konusu dünyada sadece kahramanlarının bu endişelerinde belirebilir.
Fransız Postası Anderson sinemasında hüzünlü kuşak çatışamamaları olarak da tanımlanabilecek bu ortak temayı tüm berraklığıyla sunan bir hikâye içeriyor. Filmin ‘Manifesto Düzeltileri’ bölümünde, tarihin belki de en şiddetli kuşak çatışması olan 68 Olayları’na Anderson ayarı çekiliyor. Bu fırsat, aslında biraz da bölümün esinlendiği The New Yorker makalesinin yönetmenin sinemasıyla örtüşen yönleriyle de alakalı. Mavis Gallant, dergiye yazdığı makalede olayları barikatın tam içinden aktarsa da, Paris’te bir Amerikalı olması (ve hareketin ABD’ye karşı tavrı) dolayısıyla sadece tanıklık konumundan sözünü söyleyebilmiş; tıpkı orta yaşı geçmiş bir Anderson karakterinin gençliğe bakışında olduğu gibi onun da bu mesafesi olayların dökümüne melankolik bir boyut katmıştı. Fransız Postası’nda söz konusu mesafeyi kapama çabası melankolinin iyice derinleşmesine yol açıyor. Lucinda Krementz eylemci manifestosuna yaptığı düzeltilerin gördüğü tepkiyle tarafsız konumunu iyice pekiştirmek durumunda kalıyor.
En Wes Anderson Film
Doğası gereği güncelden haber vermesi gereken gazetecilik mesleği ile zamanın donduğu Anderson dünyasının çakışması, Fransız Postası’nın diğer bölümlerini de besliyor. Bisikletli muhabir Herbsaint Sazerac (Owen Wilson), farklı dönemlerden unsurları buluşturan Jacques Tati esintili şehrin gizli saklı kalmış bölgelerini, karanlık taraflarını büyük bir telaşla duyurmaya çalışıyor. Sanat yazarı J.K.L. Berensen (Tilda Swinton) zamanın akışıyla doğrudan bağlantılı avangard kavramının, zamanı donduran Anderson dünyasıyla buluştuğu bir hikâye anlatıyor. Kısacası eski usul gazeteciliğe Anderson usulü bir saygı duruşu niteliğindeki Fransız Postası, onun sinemasının zamana dair söylediklerinin iyice vurgulanmasını sağlıyor. Anderson filmografisinin kadrolu hüzünlü ebeveyni Bill Murray, yazarlarıyla benzer bir ilişki kuran editör Arthur Howitzer karakterinde bu konumunu pekiştiriyor. Genç karakterler azimleri ve duruşlarıyla hikâyelerin çekim noktasını oluşturmaya devam ediyor. Paris’teki Amerikalıların hikâyesinin anlatılması, Anderson sinemasının temellerinden olan mesafe duygusunu daha da arttırıyor.
1990’ların ikinci yarısında kurduğu korunaklı dünyasıyla, aynı kuşaktan yönetmen dostlarınınkine (Sofia Coppola, Spike Jonze, Noah Baumbach) benzer bir hassasiyet ortaya koyan Anderson, bu isimlerin çoğunun aksine zamanla ilişkisinde aynı ısrarı korudu. Ne aynı esin kaynaklarından beslenmekten vazgeçti ne de her filminde benzer bir dünya sunmaktan. Ancak çerçevesi belirgin, sınırları sert hatlarla çizilmiş bu dünya her seferinde kendini tazelemeye ve başka bir yönetmenin sinemasında karşılaşması güç karakter çalışmalarına ev sahipliği yapmaya devam etti. Öyküler hâlinde ilerleyen Fransız Postası ise yönetmenin tarzını uzun metraj olay örgüsünün gereklerinden sıyırıyor ve bu yüzden belki de “Wes Anderson’ın en Wes Anderson filmi” niteliğini kazanıyor.