Titane: İstisnai Bir Film
Julia Ducournau’nun Altın Palmiyeli filmi Titane ‘beden dehşeti’ türünün nadide bir örneği. İnsan olmanın fiziksel ve libidinal sınırları üzerine kafa yoran film, tam anlamıyla bir canavar olan kahramanıyla izleyiciyi ahlaki bir açmaza düşürüyor.
Genç bir kadının içindeki yamyamı keşfetmesini anlatan ilk uzun metrajı Raw’la (2016) ümit vaat eden Fransız yönetmen Julia Ducournau’nun yeni filmi Titane (2021) yutulması zor bir lokma. Şiddetin ve cinselliğin en “tuhaf” zirvelerine çıkan film, Ducournau’nun adını Jane Campion’ın Piyano’sundan (The Piano, 1993) yirmi sekiz yıl sonra Altın Palmiye kazanan ikinci kadın yönetmen olarak Cannes’ın tarihine yazdırdı ama Titane tipik bir Cannes filmi değil. 80’li yıllarda altın çağını yaşayan, 90’larda sofistike örnekler veren, 2010’larda ise hem film sayısı hem de metaforik zenginlik bakımından yeni bir altın çağ yaşamakta olan ‘beden dehşeti’ (body horror) türünün nadide bir örneği. Fransa’nın bu yıl Oscar’a Titane’la gidecek olması da, Linda Williams’ın deyişiyle (porno ve melodramla birlikte) beden türlerinden biri olan korku sinemasının “saygınlığın sınırındaki” konumuna meydan okuyan bir gelişme.
Titane Gaspar Noé, Catherine Breillat ve Claire Denis gibi yönetmenlerin şiddeti ve cinselliği neredeyse aracısız bir istismar estetiğiyle ele alan; aile bağları, metaya düşkünlük gibi “burjuva” kurumlarına en hafif tabirle yukarıdan (ya da içini açıp) bakan Yeni Fransız Aşırılığı’nın sularında yüzüyor. Jinekolog bir anne ile dermatolog bir babanın kızı olarak, Ducournau’nun bedene ve bedenin müşkülatına bakışında gözlerini kaçırmayan bir soğukkanlılık, yakın çekimlerinde sadist-mazoşist bir motivasyon ve anlattığı sıradışı öyküde sabit kimliklerin heteronormatif dünyasını altüst etme isteği hissediliyor. Yönetmen 2017’de Raw üzerine The Guardian’a verdiği röportajda yamyamlığın insanlığa dâhil olduğunu söylüyordu. Ducournau insanın ne olduğu konusuna ve dolayısıyla insan oluşun fiziksel ve libidinal sınırları üzerine kafa yormaya Titane’da devam ediyor.
Alexia’nın Hissettikleri
Çocukken babasının kullandığı arabayla yaptıkları kazada ağır yaralanan ve kafatasına titanyumdan yapılma bir plaka takılan dansçı Alexia işlediği cinayetler nedeniyle aranırken, itfaiye şefi Vincent’ın yıllar önce kaybolan oğlu Adrien’in yerini alıyor. Filmin Alexia’nın geçmişini ve cinayetlerini anlatan ilk yarısı ile Adrien’e dönüştüğü ikinci yarısı hem tempo hem de tema bakımından ayrı kutuplarda duruyor; kana susamış bir seri kâtil sevgiyi ve empatiyi dolambaçlı yollardan bulurken zulüm ile şefkat, erotizm ile mide bulantısı, kanla motor yağı ve en sonunda insanla makine iç içe geçiyor. Yer yer ekrana bakmayı imkânsız kılan filmin korku ve melodram kodlarını birbirine karıştıran anlatı stratejisi, olağan beklentilere yapılan duygusal yatırımı boşa çıkaran cinsten.
Otoparkta işleyeceği cinayetten önce Alexia tacizcisinden kaçan, cinayete kurban gitmek üzere bir Brian de Palma kadını gibi görünüyor. Bir an sonra, can veriş biçimiyle izleyiciyi bedenin barındırdığı gizli ihtimaller üzerine düşünmeye zorlayan kurbanının cesedini arabasına koyuyor. Alexia’yla ilgili çelişkili duygulardan kaçınmak zor. Bir evin içinde birkaç kişiyi feci şekillerde öldürdükten sonra karşısına bir kişinin daha çıktığı ve bunca vahşetten yorgun düşüp az sonra kurbanı olacak adama sarıldığı sahnede film, izleyeni Alexia’nın hâlinden anlamaya davet ediyor. Ducournau bir röportajında, çok az konuşan bir karakter olan Alexia ile aralarında bir “göbek bağı” oluşabilmesi için izleyicinin “onun hissettiklerini hissetmesini” istediğini söylemiş. John Carpenter’ın Christine’ini (1983) hatırlatan bir sahnede seviştiği Cadillac’tan hamile kalıp sonra da kendine kürtaj yapmaya çalışırken, Adrien rolüne bürünmek için kendi burnunu kırarken veya kısa süre içinde ilerleyen gebeliğini Vincent’dan gizlemeye çalışırken Alexia’nın bedeninin tarifsiz biçimlerde örselenmesi, izleyicide onun kurbanlarına göstermediği bir empati uyandırıyor, izleyeni ahlaki bir açmaza düşürüyor. Halbuki Alexia, başkalarının çektiği acıyı anlamak derdinden azade olmasının yanı sıra kendi bedeninin çektiği eziyete karşı da kayıtsız.
Alexia kelimenin tam anlamıyla bir canavar; hem hayret ve merak hem dehşet uyandıran, normal yaşantının devamı için bel bağlanan ikiliklere sığmayan, insan olup olmadığından emin olunamayan biri. Pek insan sever gibi görünmüyor, sanki kendi insanlığından da bihaber. İnsan bedeniyle ilişkilenme biçimi ultra şiddetli ve empatiden bütünüyle yoksun. Toplumsallık gündeminde yok, ailesine sevgiyle bağlı değil. Ne toplumun ne de ailesinin belirlediği bir birey, Alexia. Killing Eve’deki (2018-2022) Villanelle gibi, canavarlaşmak suretiyle de büsbütün özgürleşiyor, bedeninin akıl almaz potansiyelini de ortaya çıkararak.
Kuir Arzular
Özlemini çektiği oğlu kılığında hayatına girdiği Vincent ile Alexia’nın esas akrabalıkları arzularının kuirliğinden ileri geliyor. Titane’ın Cronenberg klasiği Çarpışma’yla (Crash, 1996) karşılaştırılmasına yol açan araba sevdası, yani Alexia’nın libidosunun makineye bağlanmış olması ile Vincent’ın steroid yüklü maçoluğunun anaç sapmaları birbirini karşılıyor. Kendi kendisini olduğu gibi kabul etmekte zorlanan, yaşlanmakta olan bedeninin “doğal/normal” sınırlarını zorlayan Vincent sonunda yarı insan-yarı makine bir bebekle ve belirsiz bir gelecekle baş başa kalıyor. Aslında hayalini kurduğu bu bedeni kucağında bulmuş olmaktan memnun olabilir mi? Titane kuvvetli, titiz, saldırgan ve çokça stilize bir sinematografiyle insan bedeninin tüm dönüşebilirliğine ve kimliklerinin akışkanlığına rağmen metali, alevleri ama en çok varoluşunun maddi yönünü; kendi bedenini evcilleştirememesine dair bir fikri ifade eder gibi. Fakat insanlar birbirlerini evcilleştirebilirler. Vincent’ın, bedeninin durumunu ve performansını zamanda sabitleme arzusunun ölümcül sonuçlarından kaçınabilmesi, karşısındaki kişinin Adrien olup olmadığına dair hakikati hiç önemsemediğini fark etmesiyle mümkün olmuyor mu? Vincent’ın, “kim olursan ol, benim oğlumsun” deyişine karşılık, onun kendi hakikatini sonuna dek yaşamasına fırsat vererek Alexia, sevginin en otantik ifadesini sahiplenmiş oluyor. Kendine dair hakikatleri metamorfoz yoluyla açığa çıkaran, şekil değiştiren Alexia’nın akışkanlığı Vincent’ın geçmişe saplanıp kalmışlığına merhem oluyor. Birbirlerini “gerçekte” kim olduklarını önemsemeksizin ve kültürün birbirinden ayırdığı sevgi biçimlerini birbirine karıştırarak sevmeleri filmin kuir tavrıyla örtüşüyor.
Julia Ducournau Cannes’da ödül aldıktan sonra jüriye “daha akışkan ve kapsayıcı bir dünyaya duyduğumuz açlığı, bu derin ihtiyacımızı gördükleri için, canavarları içeri aldıkları için” teşekkür etti. İstisnai bir öyküyü istisnai biçimde anlatan istisnai bir film olarak Titane’ın her açıdan canavara benzediği açık.
Titane, 3 Aralık’tan itibaren sinemalarda, 28 Ocak’ta MUBI’de gösterimde olacak.
1985'te İstanbul'da doğdu. Yayıncılık sektörünün çeşitli alanlarında çalıştı, çalışıyor. Sinema yazarı ve popüler kültür eleştirmeni olarak 2004'ten bu yana çeşitli matbu ve online mecralarda sinema ve popüler kültür eleştirileri yazıyor.