The Power of the Dog: Erkekliği Sahneye Koymak
Jane Campion yeni filmi The Power of the Dog’la yıllardır sinemasıyla meydan okuduğu erkek bakışının ve erkekliğin saklı köşelerini keşfe çıkıyor. Film sembolik kovboy figürünü yıktığı ölçüde bir ‘post-western’ olarak nitelendirilmeyi de hak ediyor.
Jane Campion sineması, arzularını, duygularını, hayallerini ve genel anlamda tüm benliklerini görünür kılmak için çevreleriyle mücadele eden, zayıflıklarının farkında olduğu ölçüde güçlü ve çok boyutlu kadın karakterlerle doludur. Ada’nın tutkuyla çaldığı piyanosu, Fanny’nin yaşama enerjisini işlediği kıyafetleri ve Janet’ın acılarını biriktirdiği kelimeler karakterlerin varoluşlarını elle tutulur kılan yaratıcı ifade biçimleri olduğu gibi biz seyirci için onların duygu dünyalarına açılan bir kapı görevi de görürler. 2009 yılında çektiği Parlak Yıldız’ın ardından sinema ekranlarından uzak kalan ama Top of the Lake (2013 – 2017) dizisi sayesinde eşsiz karakter yaratımı ve anlatı oluşturma becerisinden bizi mahrum etmeyen Campion, yeni filmi The Power of the Dog’la yıllardır sinemasıyla meydan okuduğu erkek bakışının ve erkekliğin saklı köşelerini keşfe çıkıyor. Yıllar boyunca kadın karakterlerinin üzerinde bir gölge gibi belli belirsiz varlığını hissettiren erkeklik temsilleri, bu filmiyle saklı bir kırılganlığın üzerinde inşa edilen güç ilişkilerinde somutlaşıyor.
Şehir Faresi ile Tarla Faresi
Thomas Savage’ın aynı adlı romanından uyarlanan The Power of the Dog, 1925 yılının Montana’sına götürüyor seyircisini. Kızıl-kahverengi tonlarının görkemli bir biçimde kuşattığı uçsuz bucaksız Orta Batı manzaraları, Phil (Benedict Cumberbatch) ve George Burbank (Jesse Plemons) kardeşlerin yönettiği çiftliğin arka planını oluşturuyor. Bakımlı ve modern bir dış görünüşe sahip George ve onunla bu yüzden dalga geçmeyi huy edinmiş acımasız ve becerikli abisi Phil’in şehir faresi ve tarla faresi gibi taban tabana zıt kişiliklere sahip olduğunu söylemek mümkün. Phil, zorbalığını ve sertliğini gösterişli bir performansa dönüştüren yalnız kovboy arketipinin vücut bulmuş hâli âdeta. Adamlarıyla bir gece akşam yemeği için gittiği mekânın sahibesi Rose (Kirsten Dunst) ve oğlu Peter (Kodi Smit-McPhee) da bu zorbalıktan nasibini alıyor. Oğlunun peltek konuşması ve feminen tavırları Phil tarafından acımasız bir şekilde aşağılanan Rose’u teselli etme görevi de George’a düşüyor. Bu olaydan sonra Rose ve George’un verdiği ani evlilik kararı ise, hikâyenin dönüm noktasını oluşturuyor.
Rose’un Burbank çiftliğine yerleşmesiyle kurduğu düzenin ve otoritenin sarsılabileceğini fark eden Phil, genç kadına dünyayı dar etmek için her türlü psikolojik manipülasyon yöntemine başvurmaktan geri durmaz. Rose, kâbusa dönen hayatı karşısında teselliyi içki şişelerinde ararken oğlu Peter’ın da çiftliğe taşınmasıyla, Phil’in duruşunda âdeta bir kırılmaya yol açar. Phil ve Peter arasındaki tehlikeli yakınlaşma ise, zorba-kurban ikiliğinin umulmadık ve yıkıcı sonuçlarına sahne olur.
Phil doğanın ta kendisi. Doğa onu âdeta kuşatıyor ve tüketiyor.Benedict Cumberbatch
The Power of the Dog, anlatısını western türünün özünü oluşturan kovboy figürü etrafında inşa etse de psikolojik gerilimin giderek tırmandığı boğucu mizansenleriyle akla ellili yılların çarpıcı oda dramalarını getiren bir atmosfere sahip. Phil Burbank’in kuşandığı erkeklik zırhının altında yatan travma yüklü kırılganlığı yavaş yavaş ortaya çıkaran film, sembolik kovboy figürünü yıktığı ölçüde bir “post-western” olarak nitelendirilmeyi de hak ediyor. Kendisine yönelik nefretini acımasızca başkalarına yöneltirken, yoğun ve bastırılması güç duygulara sahip olduğunu fark ettiğimiz bu çarpıcı karakterin nüanslarını, büyük ölçüde Benedict Cumberbatch’in etkileyici performansına borçlu olduğumuzu da belirtmek gerek. Venedik Film Festivali sırasında gerçekleştirdiğimiz söyleşi sırasında bu rol için bir süre Montana’da kovboylarla beraber yaşayıp kement atmayı, ham deriden halat örmeyi, banjo çalmayı ve çıplak elle bir boğayı kısırlaştırmayı bile öğrendiğini belirten Cumberbatch, filmdeki fiziksel mevcudiyetiyle derinlikli bir karakter portresine imza atıyor. İnsanlarla ve çevreyle kurduğu ilişki arasında çarpıcı bir tezatlık bulunan Phil’den bahsederken “onun doğanın ta kendisi” olduğunu, “doğanın onu âdeta kuşattığını ve tükettiğini” söyleyen oyuncu, Campion’ın kamerasında animist bir figüre dönüşüyor. Phil’in ham deriyle, iplerle, toprakla kısacası elinin değdiği her materyalle kurduğu ilişkide aslında görünmez bir başka temas saklı. Ona çiftliğe dair bildiği her şeyi öğreten akıl hocası Bronco Henry’nin sadece adını duysak da Phil’in yaptığı her iş, bu hayalet figüre temas ettiği tutku anlarına dönüşüyor sanki. Heybetli dağ manzaralarının yanında dokuları ve yüzeyleri özenli bir şekilde çerçeveleyen Campion, erkekliğin sahneye konduğu bu efor gerektiren uğraşlara kırılganlığı, arzuyu ve özlemi saklamayı başarıyor.
Duygularla Mücadele
Phil’in kâh bastırdığı kâh varlığını reddettiği duygularla bir diğer mücadele şekli ise bu duyguları açıkça yaşayan Rose ve George’a yönelik hınç ve kıskançlık davranışlarında karşımıza çıkıyor. İçini kemiren belki de yaşamını dayanılmaz kılan bir arzuya sahip Phil, acısını başkalarının yaşamını dayanılmaz kılarak çıkarıyor âdeta. Rose’un yanındayken sürekli ıslıkla çaldığı melodi ise genç kadının çöküşüne sebep olan bir psikolojik şiddet biçimine dönüşüyor. Duygusal anlamda daha hassas ve savunmasız Rose’a hayat veren Kirsten Dunst ise yavaş yavaş iradesi üzerindeki kontrolünü kaybeden bir kadının hâletiruhiyesini derinlikli bir biçimde ve histeriye kaçmadan yansıtmayı başarıyor. Dunst’ın ölçülü performansında, Phil’in manipülasyonlarından kaçış yolunu alkolde bulan Rose’un bu hislerine temas etmek adına ekipteki herkesten ama özellikle de Benedict Cumberbatch’ten uzak durup onunla konuşmamasının etkisi olduğunu öne sürmek mümkün.
Duruşu, yürüyüşü ve beden diliyle çiftlik yaşamının gerektirdiği performatif erkeklik temsillerine uymayan Peter ise, erkekliği bambaşka bir düzlemde yansıtan bir karakter. Filmin başındaki dış seste “Anneme yardım etmesem, ne biçim bir adam olurdum ki?” sorgulamasını işittiğimiz genç adam, bu amaç uğruna Phil’in “kötücül ikiz”ine dönüşmekten çekinmiyor. Tıp eğitimi alan Peter’ı hayvanların iç organlarını incelerken görmemiz boşuna değil. Peter, ona bakınca kendi gençliğinden bir şeyler bulan ve Bronco Henry’yle ilişkisinin bir benzerini deneyimleme şansı elde ettiğini düşünen Phil’in duygusal dünyasını delik deşik ediyor esasında. Phil’in görünmez tutkusuna giden damarlara görünmez zehrini zerk eden Peter, bedensel dürtülerin karşısında zihnin hâkimiyetini kullanan bir anti-kahramana dönüşüyor. The Power of The Dog’un geçtiği zamansal çerçeve düşünüldüğünde daha da anlam kazanan bu zihin-beden ikiliği, fiziksel becerileriyle ve dirayetleriyle dik duran kovboyların miadını doldurduğunu hatırlatsa da aile reisi rolünü üstlenen Peter’ın annesine yönelik koruyucu tutumu erkekliğin kaybolmadığını, sadece rasyonelleşerek biçim değiştirdiğini çarpıcı bir şekilde kanıtlıyor.
1996’da Adana’da doğdu. Lisans eğitimini Galatasaray Üniversitesi İletişim Fakültesi Sinema Bölümü’nde tamamladı. Hâlen Paris VIII (Vincennes-Saint-Denis) üniversitesinde Sinema Çalışmaları alanında yüksek lisans eğitimine devam etmektedir. Çeşitli mecralarda sinema yazarlığı ve çeviri yapmaktadır.