Şu An Okunan
Pazar – Bir Ticaret Masalı: Bitmeyen Döngü

Pazar – Bir Ticaret Masalı: Bitmeyen Döngü

Pazar: Bir Ticaret Masalı bir taşra kasabasında yaşayan, ‘yırtmak’ için elinden gelen her şeyi yapan sıradan bir karaborsacının öyküsünü anlatıyor. Ben Hopkins’in 2008 yılında Altın Portakal kazanan filminin en büyük becerisi, bu mikro anlatıdan küresel kapitalizmin işleyişine dair bir mesel çıkarabilmesi.

Bu yazı, Altyazı’nın Nisan 2009 tarihli 83. sayısında yayımlanmıştır.

Bu yazı filmin sürpriz gelişmelerini ele vermektedir.

İngiliz bir yönetmenin Doğu Anadolu’da geçen bir öykü çektiğini, filmin isminin de Pazar: Bir Ticaret Masalı (2008) olduğunu duyunca aklıma hemen kadim masallardakine benzer, sürekli bir curcunanın hüküm sürdüğü oryantal pazarlardan birinde koşturup duran bir ‘Doğulu tüccar’ imgesi geldiğini itiraf etmeliyim. Şükür ki ne filmin ne de filmdeki (Doğulu Müslüman tüccar) ana karakter Mihram’ın bu imgeyle uzaktan yakından alâkası yok. Pazar: Bir Ticaret Masalı, filmin başında ve sonunda yüz gösteren Rojin’in kat kat ve renk renk eşarpları ve ona eşlik eden saz ekibinin yerel ezgileri dışında bir ‘egzotiklik’ peşinde koşmuyor. Hattâ filmin adının işaret ettiğinin aksine, yine bu baştaki ve sonraki Rojin’li fantastikimsi eklentileri çıkardığımız takdirde, Pazar: Bir Ticaret Masalı’ndan geriye masalsı bir tarafın kaldığını iddia etmek de güç. Bizzat yönetmen Ben Hopkins’in vurguladığı üzere, “Pazar oldukça klasik bir anlatıma sahip, alabildiğine gerçekçi bir film.”

Pazar, bir masaldan çok bir mesel. Mihram’ın küçük ölçekli hikâyesi, onun küçük pazarlıkları, onun küçük taşra kentindeki pazar yeri, makro olana, ‘büyük resme’ işaret ediyor. Söz konusu olan global bir serbest pazar. Hopkins, ‘yırtmak’ için çabalayan sıradan karaborsacı Mihram’ın öyküsünde küresel bir döngüyü, tüm bir sistemi (ya da filmin sembolleriyle konuşursak, Güneş’i) yankılıyor. Ama ne Mihram, ne diğer karakterler, ne de filmin öyküsü Hopkins için basit birer araç ya da makroyu anlatmak için kullanılan mikro bir model değil. Hopkins, her bir karakteri, her bir yan öykücüğü itinayla kuruyor ve onlara asla kuru semboller olarak davranmıyor. Pazar, büyük resim üzerine, sistem üzerine söyleyeceklerini, o sistemin bireysel hikâyeleri nasıl şekillendirdiği üzerinden aktarıyor. Ekonomi kitaplarında farazi diyagramlarla, binbir önkabul sonucu çizilen hayali eğrilerle anlatılmaya çalışılan sistem, sistemin minicik bir parçası olan basit bir tüccarın küçük hesaplarında cisimleşiyor. Böylelikle Pazar hem anlattığı Doğu Anadolu’nun sınır kenti bağlamında anlam kazanıyor, hem de her yana nüfuz etmiş sistemi daracık bir alana kısıtlanmış öykünün içinde betimleyebiliyor. Pazar’ın belki de en büyük erdemi de, neoliberal ekonominin işleyişini tasvir etme gibi iddialı bir gündemle yola çıkmasına rağmen[1], bunu, anlattığı öykünün içerisine güzelce yedirmesinde ve büyük söz söyleme tuzağına neredeyse hiç düşmemesinde (“nedir bu dünyanın hâli”, “eskiden onur diye bir şey vardı insanlarda” tarzı laflar bile iyi kurulmuş bir mizahın arasında eriyip hafifleşiyor) yatıyor. Mihram’ın öyküsüyle filmin grand temasının ayrıştırılamazlığı, anlatılan o biricik öyküyü değerli kıldığı gibi, filmi de perdede fazla büyük kaçacak iddialı repliklere, kaba alegorilere varmaktan koruyor.

Işığın Kaynağı ve Reflektörler

Henüz filmin başında karşılaştığımız mini-mesel, filmin bu mikro-makro dengesinin sayısız örneğinden birini sunuyor. Mihram, telefon teli çalınan imalathane sahibine, çalınan telin bizzat kendisini satıyor. Olay ortaya çıksa da, imalathane sahibi çaresiz kendi telini Mihram’dan satın alıyor. Mihram “ben mi çaldım ki?” diyor. Bir şekilde herkes kendi açısından haklı oluyor; ama ortada bir yanlışlık olduğunu hepsi sezinliyor. Film ilerleyip de, olay telefon telinden –o sıralar Doğu Anadolu’da yeni yeni yaygınlaşmaya başlayan– cep telefonu şebekesine kaydığında, baştaki bu mini-meselin değeri de daha iyi anlaşılıyor. Merkezi Finlandiya’da olan ama adı hiçbir zaman tam olarak konmayan çokuluslu bir cep telefonu şirketinin gölgesi filmin tamamının üzerine çöküyor. Mihram’ın tüm o “ticaret masalı”, kendi kaşanasında bu global şirketin bir bayisini açmak için çevirdiği türlü dolaplar sonucunda ortaya çıkıyor. Bu şirketin milyonlarca ayağından biri olmak isteyen Mihram, bayi olmak için gereken 50 milyonu bulmak için yine şirketin içinde bulunduğu bir ağda (Güneş ışığından nasibini almayan yer kalır mı hiç?) tüm onurunu ortaya koyup bir tür kumar oynuyor. Bir şekilde ele geçirdiği üç çuval madeni, bu dev cep telefonu şirketi için maden işleyen bir fabrikaya satıyor. Fabrika için yirmi beş yıl çalışan –ve ardından “bir teşekkür bile edilmeden işten çıkarılan”– amcası Fazıl’dan öğreniyor ki, bu madenlerin tonlarcası Afrika’dan geliyor, sonra burada işleniyor, sonra da o her taşın altından çıkan Finlandiyalı cep telefonu firmasına gönderiliyor.

Mihram kaçınılmaz bir biçimde içinde yer aldığı bu döngünün dinamiklerini hiçbir zaman bütünüyle anlayamıyor belki ama bir terslik olduğunu hissediyor.

Ama döngü burada bitmiyor. O mallar Finlandiya’dan dönüp dolaşıp Mihram’ın kasabasına ya da madenlerin kaynağı olan Afrika’ya satılıyor. Mihram, burada tam olarak kavrayamadığı garip bir döngünün varlığını seziyor. Sahibine geri sattığı çalıntı telefon teliyle bu iş arasında çok da fark olmadığını duyumsuyor. Mihram kaçınılmaz bir biçimde içinde yer aldığı bu döngünün dinamiklerini hiçbir zaman bütünüyle anlayamıyor belki ama bir terslik olduğunu hissediyor. “İş iştir”, “ben doğduğumdan beri ticaret yapıyorum,” deyip dururken, bu ‘yeni iş’in sıkı pazarlık yapmaktan, ürün her neyse üstüne kâr koyup satmaktan farklı olduğunu görüyor. Cep telefonu şirketinin kaşarlanmış yöneticisinin söylediği gibi, “söz konusu olan bir ürün değil, yaşam tarzı”. Yine aynı yönetici Mihram’a, bu işi yapmak için gerekli her türlü özelliğe sahip olduğunu ancak tek bir şeyin eksik olduğunu, güler yüzlü olması gerektiğini söylese de, Mihram tüm planlarını gerçekleştirip dükkânını açtığında bile bir türlü gülümseyemiyor. Her türlü tavizi verip kavuştuğu 50 milyonuna ve bu milyonların sayesinde açacağı cep telefonu bayisine karşı garip bir uzaklık duyuyor. Satacağı ürünün onun küçük kasabasına gelmeden önce kıtalar arasında kat ettiği yol onu bu ürüne garip bir şekilde yabancılaştırıyor. Yirmi beş yıl fabrikada çalışan amcasının üretim bandında yaşadığı yabancılaşmadan farklı bir yabancılaşma yaşıyor Mihram. Kimin, nerede, ne için ürettiğini, kimin neden satın aldığını kavramaya havsalası yetmediğinden; işin arkasında ürünün kullanım değerini aşan bir şeyler olduğunu anlamaya başladığından ama bu bir şeylerin ne olduğunu bir türlü çözemediğinden ileri gelen bir yabancılaşma. Sattığı ürünle arasına giren denizaşırı çıkarların, büyük adamların kıtalararası kontrolünün arasında minicik ve değersiz kalmanın ve dahası o büyük adamların kârlarının aleti olmanın hissi. Binlerce ton madenin yer aldığı bir döngüde tüm onurunu üç çuval maden için yerlere sermenin getirdiği eziklik. Hepsinden önemlisi, etrafındaki değişimden, her şeye muktedir, her yere ulaşan bu Güneş’ten kaçılabileceği, bağımsız olunabileceği yanılgısının, illüzyonunun kaybolması. Döngü’nün karşısında hissedilen çaresizlik. Bütün o büyülü ışığının, bütün o parıltısının aslında Güneş’in ışınlarını yansıtmaktan kaynaklandığını, basit bir reflektörden başka bir şey olmadığını, evrende kendisi gibi binlerce uydu bulunduğunu, yansıttığı Güneş ışınlarının ise aydınlatmaktan ziyade kavurduğunu, yanıklara sebep olduğunu ilk öğrendiğinde Ay’ın yaşadığı hayal kırıklığı.

Evet, Rojin’in dediği gibi Mihram gözlerini yumuyor. Ay’ın ışığının kaynağını unutmaya çalışıyor. Tanrı’sıyla yaptığı paktı bozup kendisini rakıya veriyor. Bir terslik, bir yanlışlık üzerine kurulu olduğunu sezinlediği bu döngüye karşı savaşmıyor, direnmiyor. Mihram’ın gözlerini açıp, uğruna her şeyi mubah saydığı cep telefonu bayisinde karısını, çocuklarını ve amcasını gördüğü noktada bırakıyor film bizi. Ne var ki Mihram, “hayallerinin” gerçekleştiği bu noktada, o çokuluslu cep telefonu şirketinin buyurduğunun aksine gülümseyemiyor. Eğer Pazar’da Mihram’lar için bir umut, acizlikten başkaldırıya geçiş için bir ihtimal varsa, o da bu gülümseyememe hâlinde saklı kalıyor.


[1] Film üzerine yazdığı notlarda yönetmenin kendisi, neoliberal vurgusu yapmasa bile, filmin temel olarak kapitalizmin işleyişi üzerine olduğunu dile getiriyor.


Pazar: Bir Ticaret Masalı, 25 Ekim 2020 tarihinden itibaren bir ay boyunca MUBI Türkiye’de izlenebiliyor.

© 2013-2022 Altyazı Aylık Sinema Dergisi / Altyazi.net'in içeriği dergi yönetiminden ve yazarlardan izin alınmaksızın kullanılamaz.