Üzgünüz, Size Ulaşamadık: Sıkışık Zamanların Şiiri
İşçi sınıfı sinemasının usta yönetmeni Ken Loach yeni filminde günümüz İngiltere’sinde geçim sıkıntısı yaşayan bir ailenin hikâyesine odaklanıyor. Üzgünüz, Size Ulaşamadık güvencesiz iş koşulları ve esnek çalışma saatlerinin insan ruhuna maliyetini gerçekçi bir üslupla ele alıyor.
Bu yazı, Altyazı’nın Kasım-Aralık 2019 tarihli 192. sayısında yayımlanmıştır.
Ken Loach imzalı Üzgünüz, Size Ulaşamadık (Sorry We Missed You, 2019), tıpkı yönetmenin bir önceki filmi Ben, Daniel Blake gibi siyah ekranla açılıyor. Hasta olduğu için çalışamadığını devlete “kanıtlamaya” çalışan Daniel’ın yerini bu filmde, güvencesiz çalışma koşullarına çoktan razı olmuş ancak henüz onun kadar yıpranmamış ve umudunu kaybetmemiş olan Ricky almış. Açılış sahnesi boyunca Ricky’ye ait olduğunu henüz bilmediğimiz bir ses eşlik ediyor siyah ekrana. Yüzünü görmediğimiz bu kişi, hayatı boyunca inşaat işçiliğinden mezar kazıcılığına kadar her türlü işi yaptığını söylüyor ve ekliyor: “Asla işsizlik maaşı almadım, benim de bir gururum var.” Belli ki kendini “kanıtlaması” gereken bir tür iş görüşmesi bu. Loach’un önceki filminde de kullandığı bu karanlık ve belirsiz açılışın iki türlü işlevi var: Yönetmen bir yandan karakterleri insanlıktan çıkaran, onların kişiliğini ve “yüzlerini silen” devlete/özel sektöre atıfta bulunurken; bir yandan da anlattığı hikâyenin sadece tek bir karakterin değil, güvencesiz koşullarda çalışan tüm işçilerin hikâyesi olduğunu söylüyor sanki. Bu yeni ekonomik düzende eşitlik, insanların biricikliği, işçilerin ise tüm haklarını yitirdiği bir tür ‘yeri doldurulabilirlik’ üzerinden kuruluyor. Bir zamanlar başka tür bir eşitlik üzerinden örgütlenen ve sendikalaşan işçilerin; kutsalı “verimlilik” olan, güvencesiz/geçici işçilik ve taşeronlaşmayla gitgide büyüyen bu yeni düzende nasıl insanlıktan çıktıklarına bakıyor Üzgünüz, Size Ulaşamadık. Ben, Daniel Blake’te insanı, vatandaşı ya da işçiyi bir tür “veriye” indirgeyen bu sistemin devlet bazında nasıl işlediğini ele alan Loach, bu sefer özel sektörün devletle işbirliği içinde nasıl bir “verimlilik” düzeni kurduğuna yakından bakıyor.
Loach, filmde olabildiğince minimalist bir üslup tercih ediyor ve 1960’ların İngiliz işçi sınıfı sinemasından miras aldığı toplumsal gerçekçi estetiği bir nevi uca çekiyor. Kimilerinin fazlaca “yavan” bulduğu bu üslup, Loach için bir tür politik tercih. Yönetmen, 1 milyon 600 bin insanın güvencesiz koşulların önünü açan “sıfır saat sözleşmesi” altında çalıştığı ülkesindeki gerçekliğin zaten yeterince “aşırı” olduğuna inanıyor. Bu denli uçlarda seyreden bir hikâyeyi olabildiğince ekonomik bir şekilde anlatmak gerektiğini söyleyen Loach, Ben, Daniel Blake’te bir tür direniş aracı olarak kullandığı mizahı bu sefer tamamen rafa kaldırıyor. Öyle ki, filmde karakterlerin ya da seyircinin “nefes alabildiği” anlar parmakla sayılacak kadar az. Bu nadir anlar, sıkışık zamanın ve gerçekliğin içinde bir an için görünüp kaybolan umut kırıntıları gibi âdeta. Mücadeleye, örgütlenmeye ya da kurtuluşa dair “büyük çözümler” sunmayacak kadar gerçekçi olan Loach gündeliğin içine sızan bu “kaçamak” anlarda arıyor sanki umudu ve dayanışmayı. Siparişleri yetiştirmek için dakikalarla yarışan baba-kız’ın nehir kıyısında verdiği kısa bir mola, Ricky’nin eşi Abbie’nin yanında çalıştığı yaşlı kadına gösterdiği bir aile fotoğrafı, fazla çalışmaktan dolayı sinirleri yıpranan Abbie’ye hatrını soran otobüs durağındaki yabancı, ailenin nadiren bir araya geldiği akşam yemeğinde kopan bir kahkaha… Bu anların özelliği, dakiklik, verimlilik ve hız üzerine kurulu bu düzende durmaksızın çalışan Ricky ile ailesinin “kuralları” esnettiği anlar olmaları. Öğle yemeği saatinin bittiğini haber veren cihazın uyarısına kulak asmamak, müşterileriyle “yakınlaşmasına” izin olmadığı hâlde onlarla sohbet etmek gibi…
Şarlo’dan Ricky’ye
Loach, çoğu işçinin artık herhangi bir sosyal güvenceye sahip olmadığı bu yeni düzenin çalışanlar üzerindeki etkisini tane tane anlatıyor seyirciye. Seyirci taşeronluğa, esnek çalışma saatlerine ve güvencesiz iş koşullarına dair film boyunca dinlediği tüm “teknik detayların” bir ailenin gerçekliğini nasıl altüst ettiğine tanık oluyor böylece. Kendi işine sahip olma hayaliyle bir dağıtım firmasının “bayisi” olarak işe başlayan, parça başı iş yapan ve tıpkı taşeron işçiler gibi herhangi bir sosyal güvenceden, izin ya da sigorta gibi haklardan yoksun olan Ricky; bu yeni iş düzeninin, sömürünün başka bir türü olduğunu fark ediyor zaman geçtikçe. ‘Sıfır saat sözleşmesi’ olarak da bilinen bu çalışma türü, belirli bir saat çalışma karşılığında alınan sabit bir maaş yerine, parça başı işten kazanılan ve işveren firmanın ihtiyacına göre her ay değişen, belirsiz bir ücret düzeni üzerine kurulu. Daha çok çalışarak daha fazla kazanabileceğini düşünen Ricky, evde çıkan bir sorun nedeniyle izin almak zorunda kaldığında yerine geçecek birini bulamadığı için yüzlerce pound zarara giriyor. Finansal kapitalizmin krize girdiği ve konut piyasasının çöktüğü 2008 krizinin etkisiyle İngiltere’deki pek çok aile gibi ev alma hayallerini rafa kaldıran Turner ailesi, zaman geçtikçe evdeki hesabın çarşıya uymadığını ve çok çalışmanın hiçbir şeye yetmediğini fark ediyor.
Filmin bir noktasında Ricky, küçük bir suç işleyen oğlunu alması için karakoldan çağrılınca işten izin almak zorunda kalıyor. Ancak bu olay, katı bir şekilde düzenlenmiş çalışma saatlerini sekteye uğratıyor ve zincirleme olarak sayısız aksiliğe neden oluyor. Çünkü bu sistemde küçücük bir hataya dahi yer yok. Filmin neredeyse melodrama yaklaştığı ve aksilik üstüne aksiliğin yaşandığı ikinci yarısının korkutucu bir gerçekliği de var bir yandan. Bu ikinci yarıda sanki Modern Zamanlar’da Şarlo’nun fabrikada başlattığı karmaşanın günümüze uyarlanmış bir versiyonuna tanık oluyoruz. Tıpkı bir vidayı kaçıran ve seri üretim bandındaki tüm düzenin bozulmasına neden olan Şarlo gibi, küçücük bir “hata” da zincirleme olarak Ricky’nin tüm hayatını altüst ediyor. Bu örnekte fabrika yok, vardiya usulü çalışan işçiler ya da seri üretim bandı da yok. Ancak Fordist ekonominin mirası, zamanla teknoloji üzerinden kurulan verimlilik ilişkisi hâlâ mevcut. İnsanların hayatını kolaylaştırması beklenen teknoloji, aradan geçen seksen yılda sadece daha fazla kontrole ve sömürüye hizmet etmişe benziyor. Patronunun Ricky’ye verdiği ve ona gözü gibi bakmasını salık verdiği kumanda benzeri alet, tüm mesai süresince kaç parça iş yapıldığını sıkı bir şekilde kontrol ediyor. Öyle ki, öğle molasının süresi bile bu cihazda kayıtlı. Eğer Ricky mesai saatleri içinde arabadan uzun bir süre uzak kalırsa alet ötmeye başlıyor. Bu sıkışık düzende tuvalete gitmeye bile vakit yok; belli ki bu cihazı tasarlayanlar insanın doğal ihtiyaçlarına dair “verileri” sisteme girmeye gerek duymamış.
Tükenen Beden
Loach, Ben, Daniel Blake’te işçinin sadece zihnini ve ruhunu değil, bedenini de tüketen geç kapitalizme yönelttiği sert eleştiriyi Üzgünüz, Size Ulaşamadık’ta da devam ettiriyor. Kalbi ağır işlere ve devlete karşı verdiği sonu gelmeyen mücadeleye dayanamayan Daniel ya da yoksulluk yardımı almaya giden ve açlıktan konservelere “saldıran” Katie gibi Üzgünüz, Size Ulaşamadık’ın Ricky’si de uyku, yemek ve tuvalet gibi en temel ihtiyaçları için zaman bulamaz hâle geliyor. Loach bedenleri eskiden “kurumsal” bir çatı altında sömürülen işçilerin, bu yeni düzende kendi bedenlerini tüketecek duruma nasıl getirildiğine dair dehşet verici ve bir o kadar da gerçek bir tablo çiziyor. Baktığı yaşlı kadınlardan birisi, oradan oraya koşturan Abbie’nin ne kadar çok çalıştığını hayretle karşılıyor ve soruyor: “Peki sekiz saatlik mesaiye ne oldu?” Bu kadının 1984-1985 maden grevlerinde yer almış bir protestocu olması elbette tesadüf değil. Böylece Loach, geçmiş mücadelelerin deneyimini bu tür ‘ara anlar’ aracılığıyla bugüne taşıyor. Saatlerin uzadığı, zamanın hiçbir şeye yetmediği, zihnin bedene yetişmeye çalışırken yorgun düştüğü bu yeni düzende durup beklemeye, ayaküstü sohbetlere, aylak aylak gezmeye de pek yer yok. Ricky’nin son anda kaçırdığı, evde bulamadığı ve beklemeye vakti olmadığı müşterilere bıraktığı notta bu sıkışık zamanların da ruhu gizli sanki: “Üzgünüz, size ulaşamadık.
Boğaziçi Üniversitesi’nde Siyaset Bilimi ve Film Çalışmaları eğitiminin ardından Bahçeşehir Üniversitesi'nde Sinema-Televizyon yüksek lisansını bitirdi. Antwerp Üniversitesi ve Koç Üniversitesi’nde Film Çalışmaları ve Görsel Kültür üzerine doktora yaptı. Şu anda Kadir Has Üniversitesi Radyo, Televizyon ve Sinema bölümünde doktora sonrası bursiyer olarak yer almakta ve yayın kurulunda yer aldığı Altyazı Sinema Dergisi'nde editör olarak çalışmaktadır. 2017'de sinema yazarı olarak Berlin ve Saraybosna Film Festivalleri'nin Talent Campus programlarına seçildi.