Şu An Okunan
Sundance Film Festivali Günlükleri #1

Sundance Film Festivali Günlükleri #1

When You Finish Saving the World

Bu yıl tamamen çevrimiçi gerçekleştirilen Sundance Film Festivali’nde gösterimler 20 Ocak akşamı başladı. Jesse Eisenberg imzalı When You Finish Saving the World’ün ve dikkat çekici Amerikan bağımsızlarının izleyici karşısına çıktığı ilk günlerin esas yıldızları, yıl boyunca adını sıkça duyacağımız iki belgeseldi: Tantura ve Fire of Love.

Hem çevrimiçi hem de yüz yüze gösterimleri kapsayan hibrit bir formatta gerçekleşmesi planlanan Sundance Film Festivali, hızla yayılan Omicron varyantı sebebiyle son anda tamamen dijital bir etkinlik hâline getirildi. Bu talihsiz durumun festivale pek çok yönden etkisi var. Önce hâlihazırda satılmış tüm biletler iptal edilip yeni bir gösterim programı hazırlandı. Ardından seçkinin en yüksek profilli filmlerinden olan Michel Hazanavicius imzalı Final Cut, format değişikliği gerekçe gösterilerek festivalden çekildi. Dijital platformu izleyicilere tanıtmak amacıyla festival öncesinde yapılacağı duyurulan test gösterimi teknik sorunlar nedeniyle iptal edildi. Aslında on bir gün sürmesi gereken festivalin bütün dijital prömiyerleri yeni gösterim çizelgesinin ilk beş gününe sıkıştırılınca programda hiç film gösterimi olmayan iki günlük tuhaf bir boşluk oluştu. Dijital platformun aceleyle hazırlanmasının da etkisiyle film gösterimlerinden önce izleyicileri bilgisayarlarının başında bir araya getirmeyi amaçlayan “lobi” fonksiyonu da teknik aksaklıklar sonucu festivalden çıkarıldı (zaten bütün günü ekran başında geçirmenizi gerektiren dijital bir festivalde yabancılarla on dakika chat yapıp film öncesi “sosyalleşmek”, yani ekranınıza daha da uzun süre bakmak pek de akıl kârı değildi bana kalırsa). Neyse ki 20 Ocak akşamı bu yılın Sundance filmleri izleyiciyle buluşmaya başladıktan sonra bu tür problemler çabucak unutuldu denebilir.

Avrupa’daki büyük festivallerin aksine Sundance’in tek bir açılış filmi yok. Bunun yerine festivalin bütün bölümlerinden birer film “ilk gün” filmi olarak seçiliyor ve açılış akşamında gösteriliyor. En iddialı filmleri bir araya getiren Prömiyerler bölümünün bu seneki açılışını ünlü oyuncu Jesse Eisenberg’ün ilk yönetmenlik denemesi When You Finish Saving the World yaptı. Bu zekice kara komedinin ana karakterleri, Evelyn ve Ziggy isimli bir anne-oğul. Şiddet mağduru kadınların sığındığı bir yardım kurumunu yöneten Evelyn, başkalarının acılarını kendi vicdanını rahatlatma aracı olarak kullanan, kafasında oluşturduğu sosyal sorumluluk imgesini çevresindekilere dayatan, pasif agresif bir kadın. İyi niyetli ama kaş yapmaya çalışırken göz çıkaran bir insan. Ziggy ise hayattaki tüm derdi canlı yayın yaptığı sosyal medya platformunda daha çok takipçi toplamak olan, dünyada olup bitenlerden habersiz bir genç. Kafayı para kazanmakla bozmuş, bencil ve yüzeysel biri. Eisenberg pek de sempatik sayılamayacak bu karakterlere insancıl ve mizahi bir biçimde yaklaşarak hem dokunaklı hem de düşündürücü bir filme imza atıyor. Modern Batı toplumlarında ayrıcalıklarının farkına bile varmadan yaşayan üst-orta sınıf bireylere, ikiyüzlülüğe ve sözde politik duyarlılığa, kuşaklar arası ilişkilere dair karanlık tespitlerde bulunuyor. Ama dile getirdiği zorlu sorulara rağmen izleyiciyi gülümsetmeyi ve duygulandırmayı da ihmal etmiyor. Evelyn’i canlandıran Oscar ödüllü yıldız Julianne Moore’un birinci sınıf performansıyla da değerlenen, Noah Baumbach’ın ilk dönemini anımsatan bir film bu.

Amerikan filmlerine ve dünya sinemasına ayrılan iki yarışma bölümünün şimdiye kadar gösterilen filmleri eli yüzü düzgün ama pek de akılda kalıcı olmayan denemelerdi. Amerikan sineması yarışmasından Emergency evlerinin salonunda baygın bir genç kız bulan üç üniversite öğrencisinin tek gecede geçen çılgın yolculuğunu öyküleştiriyor. İkisi siyah biri Latin kökenli olan üç genç adam, Amerika’daki ırkçılık kaynaklı polis şiddetini göz önünde bulundurup polise haber vermemeyi seçiyor. Tabii bu, giderek rayından çıkan öyküdeki ilk yanlış karar yalnızca. Emergency enerjik üslubu ve oyuncularının başarılı performansları sayesinde keyifle izleniyor. Hemen anlaşılacağı üzere yakın dönemde yaşanan ırkçılık ve şiddet olayları hakkında bir çift laf da söylüyor. Ama bu eğlenceli filmin bir nebze yüzeysel kaldığını ve kısa bir süreye sığdırdığı sayısız aksilikle lafı fazla dolandırdığını eklemek gerek. 

New York’tan Bükreş’e taşınan genç bir çifti takip eden Watcher ise akla Roman Polanski ve Brian De Palma filmlerini getiren ama pek de özgün olmayan bir gerilim. Yönetmen Chloe Okuno gözetle(n)me, izolasyon ve paranoya gibi kavramlarla oynayarak izleyicinin ilgisini ayakta tutmayı başarıyor. Fakat hiçbir sürpriz içermeyen öykünün nereye doğru ilerlediğini tahmin etmek fazlasıyla kolay. Belli bir teknik beceriyle kotarılmış olsa da, Watcher’ın çevresindekiler tarafından ciddiye alınmayan ve giderek kendinden şüphe etmeye başlayan bir genç kadın vasıtasıyla söyledikleri de fazlasıyla tanıdık. Okuno her şeyin erkeklerin bakış açısına göre kurulduğu bir toplumda kadın olmak ve bunun yarattığı gerginlikle baş etmek hakkında bir öykü kuruyor. Ama bunu yaparken son derece bariz bir şablonu yineliyor maalesef. 

Mars One
Mars One

Dünya sineması yarışmasının ilk iki filmi ise Brezilya yapımı Mars One ve ortak yapımcılarından biri ünlü yönetmen Maren Ade olan Macaristan filmi Gentle’dı. Mars One dört kişilik bir ailenin üyelerini takip ederken bir yandan da Bolsonaro’nun başkanlık seçimlerini kazanmasıyla oluşan toplumsal anksiyeteye değinen bir film. Bu renkli ve oldukça keyifli öykü, Brezilya işçi sınıfını beklenmedik ölçüde iyimser bir üslupla betimliyor. Lezbiyenliğini yeni keşfeden kız, temizlik ve bakım işlerini üstlendiği lüks sitede canla başla çalışan baba ve travmatik bir kamera şakası sebebiyle dengesi altüst olan anne bu bir nebze dağınık filmin sempatik karakterleri arasında. Mars One çok yenilikçi ya da güçlü bir film değil ama yine de izleyicinin gönlünü kazanmayı bilen bu filmin yıl boyunca pek çok festival dolaşacağını öngörebiliriz. 

Gentle ise vücut geliştirme şampiyonasına hazırlanırken sağlığını riske atan bir kadının öyküsünü anlatıyor ve pek çok izleyici için yeni sayılabilecek bir alt-kültürü perdeye taşıyor. Fakat ne yazık ki hikâyesinin odak noktasını bulmakta zorlanan, bir hedefe kendini adamak ya da o hedefi takıntı hâline getirip kendine zarar vermek hakkında pek bir şey söyleyemeyen bir film bu. Genellikle çok katı ve maço olduğu düşünülen bir dünyayı isminin de belli ettiği üzere yumuşak ve şefkatli bir üslupla betimleme çabası kısmen ilginç bulunabilir belki.

Tantura
Tantura

Kurmaca yarışmalarının başlangıcı görece kurak olsa da iki şahane belgesel sayesinde festivalin ilk günleri oldukça verimliydi. İsrail yapımı Tantura 1948 yılındaki bağımsızlık savaşı sırasında filme ismini veren köyde yaşananları soruşturuyor. Köydeki Filistinliler kurallara uygun şekilde başka bölgelere mi gönderilmiş yoksa üstü örtülmüş bir katliamda öldürülmüş mü, halen belirsizliğini koruyan bir muamma. Yönetmen Alon Schwarz, hem toplumların tarihlerindeki karanlık dönemlerle yüzleşmeyi reddetmesi hakkında önemli tespitlerde bulunuyor, hem de tarihin yazılma sürecinde ne gibi süzgeçlerden geçtiğini inceliyor. Filmin odak noktasında 1990’larda Tantura hakkında bir tez yazmış olan Teddy Katz, daha doğrusu Katz’ın bu araştırma için eski İsrail askerleri ve Tantura sakinleriyle yaptığı 140 saatlik söyleşiler bulunuyor. Bu ses kayıtlarında ve film için hazırlanan yeni söyleşilerde toplu mezarlar ve infazlar hakkında kan donduran öyküler dinliyoruz ama bir yandan da sürekli bu “kanıtların” geçerliliğini sorguluyoruz. Schwarz ayrıca ilk başta övgülere boğulan bu tezin neden sonradan kütüphanelerden toplatıldığını masaya yatırıp akademik özgürlüğün önemine dikkat çekiyor. Hafıza ve tanıklık kavramlarının tarihin şekillenmesinde ne kadar kritik rol oynadığını gösteriyor. Üstelik bütün bunları izleyiciyi sık sık şaşırtan dinamik bir üslupla yapmayı başarıyor. Joshua Oppenheimer’ın Öldürme Eylemi (The Act of Killing, 2012) filmiyle benzer sularda yüzen usta işi bir belgesel bu.

Fire of Love
Fire of Love

Şimdilik Sundance programındaki favorim ise Sara Dosa’nın nefes kesici arşiv görüntülerini kurgulayarak oluşturduğu son derece oyunbaz ve yaratıcı belgesel Fire of Love. Filmin temelini, yıllarca aktif yanardağları yakından incelemiş bilim insanları Maurice ve Katia Krafft’ın çektiği görüntüler oluşturuyor. Doğanın en yüce, acımasız ve hayranlık uyandırıcı hâline çok yakından tanıklık etmemizi sağlayan görüntüler tek kelimeyle inanılmaz. Fire of Love bir yandan çok farklı karakterler olmalarına rağmen ortak bir tutkunun peşinde tüm yaşamlarını paylaşan bir çiftin romantik ve etkileyici aşk hikâyesini anlatıyor. Diğer yandan içinde yaşadığımız engin dünyayı anlayabilmek için akademinin boğucu kalıplarının dışına çıkan iki sıradışı araştırmacıyı izleyiciye tanıtıyor. Üstelik bu katmanları en heyecanlı macera filmlerini aratmayan bir yolculukla birleştiriyor, izleyiciyi Zaire’den Endonezya’ya, Amerika’dan Japonya’ya uzanan bir serüvene çıkarıyor. Yıl boyu adını sık sık duyacağımız bu belgeselin beni en derinden etkileyen yönü ise insanlığın doğa karşısındaki güçsüzlüğünü ve bu güçsüzlüğe rağmen hiç yitirmediği kibrini neredeyse hipnotize edici şekilde perdeye taşıması oldu. Dünya prömiyerini dijital ortamda gerçekleştirmek zorunda kalan Fire of Love’ı umarım en kısa zamanda devasa bir sinema perdesinde görme fırsatı buluruz.


‘Sundance Film Festivali Günlükleri’nin tamamına ulaşmak için tıklayın.

© 2013-2022 Altyazı Aylık Sinema Dergisi / Altyazi.net'in içeriği dergi yönetiminden ve yazarlardan izin alınmaksızın kullanılamaz.