Şu An Okunan
Ali Kemal Güven ile Çilingir Sofrası Üzerine Söyleşi: ‘Aşkı Unutmak Diye Bir Şey Yok’

Ali Kemal Güven ile Çilingir Sofrası Üzerine Söyleşi: ‘Aşkı Unutmak Diye Bir Şey Yok’

İzleyiciyle buluştuğu ilk günden itibaren seyircinin, eleştirmenlerin ve festivallerin sevgiyle sahiplendiği Çilingir Sofrası, GAİN’deki dijital gösterimini sürdürüyor. Yönetmen ve senarist Ali Kemal Güven’le filmin sahiciliğini, üretim biçimini ve böylesine coşkuyla karşılanmasının sebeplerini konuştuk.

Söyleşi: Ekrem Buğra Büte

Ali Kemal Güven imzalı Çilingir Sofrası (2022) son yılların yıldız filmlerinden biri. Geçtiğimiz yıl ilk olarak seyirciyle buluştuğu İstanbul Film Festivali’ndeki galasından itibaren herkesin merakını, sevgisini ve coşkusunu kazandı. Burada önemli ödüllerle başlayan festival ve özel gösterim yolculuğu ise dolu dizgin devam etti. İnsanların birbirine keyifle önerdiği, özel gösterimlerde biletlerin hızla tükendiği, pek çok kişinin samimiyetle tartıştığı bir film hâline geldi. Öte yandan Çilingir Sofrası oldukça yalın bir film. İki eski ‘dost’un yıllar sonra bir rakı masasında yeniden bir araya gelmesini, neredeyse tamamen masada kalarak anlatıyor. Zamanla bu iki dostun, dosttan fazlası olduğunu, aralarındaki geçmişe dönük aşkı anladığımız film hem içerisinde barındırdığı sahici detaylarla hem yarattığı kapsayıcı atmosferle hem de kuir bir ilişkiyi dört başı mamur biçimde anlatmasıyla pek çok kişiye ferahlık vermeyi başardı.
Başrollerine Barış Gönenen ve Ahmet Rıfat Şungar’ı taşıyan filmin yaratıcısı, senaristi ve yönetmeni Ali Kemal Güven’le bir araya geldik ve hızla fenomenleşen filmini, yazım sürecini, oyuncu seçimlerini, biçimsel tercihlerini, ‘temsil’ meselesine yaklaşımını ve aşkın hafızasını konuştuk.

Nasıl ortaya çıktı bu hikâye? Yazım süreci nasıldı, hikâye şekillenirken nasıl yollardan geçti anlatmak ister misiniz biraz? 

Aslında Barış’a (Gönenen) ismi “Erkek Arkadaşım” olan, İstanbullu, otuzlarında bir gey çiftin dizi olmasını planladığım hikayelerimi anlatmıştım. Her bölüm yirmi dakika olacaktı. Hatta ev sahiplerini Lerzan Mutlu oynasın diye konuşuyorduk! Sürekli kapıya gelip kira istesin diye kendi kendimize hayal kurup eğleniyorduk. Kuir olmanın hiç “mesele” olmadığı, hatta hiç konuşulmadığı bir komedi işi yapmak istiyorduk yapımcım Seda Özkaraca’yla. Sonra ben senaryoyu yazmak için İzmir’e, aile evine döndüm. Ama tam yazmaya başlayacakken hayatımın belki de en berbat dönemi başladı diyebilirim. Karanlık bir ruh hâline girdim. Emir Can İğrek’in ‘Zemin’ şarkısı vardır, bilir misin? “Bundan kötüsü gelemez başımıza / Bundan kötüsü gelemez / Ondan rahatım, sen de rahat ol / Zemine uzananlar düşemez” diye… İşte sürekli bu şarkıyı dinliyordum… Biraz rakı, biraz geçmiş güzel günlere duyulan özlem derken içimden Çilingir Sofrası diye bir şey çıktı.

Film Nazan Öncel şarkısından okulla ilgili detaylara, kuşaksal birliktelik sağlayan ufak tefek anılara oldukça gündelik, kişisel ve samimi bir referans dünyasını açık ediyor diyaloglar aracılığıyla. Bunun verdiği sahicilik hissi de oldukça önemli. Yazım sürecinde bunlar nasıl şekillendi? Kendi yaşamınızdan ve anılarınızdan ne kadar var Çilingir Sofrası’nın dünyasında?

Aslında defalarca okulu kırıp, Hülya Avşar, Kenan Işık ve Haldun Dormen’in oynadığı Yeşil Işık (2002) filmine gitmek dışında, neredeyse tüm hikâye kurmaca. Elbette kendi geçmişimden, hayatıma iz bırakan insanlardan kırıntılar vardır ama düşünüldüğü kadar çok değil… İnsanlara filmin bu derece gerçekçi gelmesi beni çok mutlu ediyor.  

Filmin epizodik bir yapısı var, sekanslar şeklinde ilerliyor tamamen. Bu tercihin sebepleri nelerdi? 

Aslında ilk önce bir dizi projesi olarak tasarladığımız için bu yapıyı seçtik. Her hafta YouTube’a bir bölüm yükleyecektik. Fakat filmin kaba kurgusunu ilk izlediğimizde, kurgucumuz Selda Taşkın ve Seda’yla (Özkaraca) birlikte ortaya çıkan duygu bütünlüğünün bölünmemesi kararını aldık. Ama ben bölümleri tıpkı Lars von Trier’in Melankoli (Melancholia, 2011) filminde olduğu gibi korudum; ne de olsa senaryo bu yapıya göre inşa edilmişti. En nihayetinde de, İstanbul Film Festivali’nin filmi yarışmaya almasıyla kendiliğinden bir uzun metraj filmimiz olmuş oldu. 

Çilingir Sofrası

Barış Gönenen ve Ahmet Rıfat Şungar’ın performansları ve aralarındaki kimya filmin dikkat çeken taraflarından şüphesiz. Oyuncu seçim süreci nasıldı? En baştan beri aklınızda olan isimler miydi? Sonrasında o kimya nasıl oluştu, başından beri orada mıydı, çok isteriz sizden dinlemek. 

Barış hep vardı. Emir Can’ı onun için yazdım diyebilirim; çünkü kulağımda hep onun sesi vardı. Yusuf Efe’yi bulmak kolay olmadı. İnsanlar türlü uyduruk bahanelerle oynamak istemediler; birçoğu böyle bir rolde oynarsa TV’de başrol alamamaktan korktu; Ahmet Rıfat, Berlin’de yaşadığı için onunla bir Zoom toplantısında buluştuk. Normalde kimseye ilk toplantıda rol teklif etmem ama Rıfat’ın hem role hem de hayata olan bakış açısı beni çok etkiledi. Hemen Yusuf Efe’yi oynamasını rica ettim. Son geldiğim noktada, zaten ondan başka kimseyi düşünemiyorum bu rolde. Kimya konusuna gelince… Ben özellikle on yedi yıldır görüşmeyen iki insanı oynadıkları için sokakta birbirlerini görseler bile selam vermemelerini rica ettim. Kronolojik olarak çekeceğimiz için, daha ilk sahneden affallasınlar, birbirlerinin seslerine alışamayıp karşı tarafın neye ne tepki vereceğini çözemesinler istedim; bu ‘karşı tarafa alışamama’ durumundaki ‘an’ları yakalamak benim için çok önemliydi. Zaten zaman aktıkça birbirlerine ısınıp alışacaklar, hâliyle de karakterleri açılacaktı. Sadece yine Zoom’dan hiç oynamadıkları bir cold reading yaptık o kadar. Ben ikisini yan yana görünce gözlerimi kapattım ve onları bir masada karşılıklı hayal ettim; edebildim. İki oyuncu arasındaki kimya meselesinde içgüdülerim beni pek yanıltmaz. 

Film büyük ölçüde tek bir mekânda, oldukça da dar bir alanda geçiyor aslında. Özellikle kamera kullanımı açısından bu nasıl zorluklar çıkardı size? 

Tam tersine, en başından beri olabildiğince yakın planlar çekmek istediğim için mekânın küçük olması işime geldi. Zaten gerçeklik hissini iyice desteklemesi adına tüm filmin omuzda, aktüel çekilmesini de istiyordum. Bu kimi gözleri yorsa da, yine olsa aynısını yapardım. Yusuf Efe ve Emir Can’ı mesafesiz, neredeyse biz de o masadaymışızcasına bir yakınlıkta göstermek benim tercihimdi.   

Filmin odağı çok net biçimde iki ana karakter üzerindeyken yan karakterlerin anlatıya katılışı da yine ana karakterlerin diyaloğu içerisinde oluyor büyük ölçüde. Bir yandan Abla karakteri, garson, öğretmen gibi karakterlerin de hikâyenin akışına etkisi önemli. Bu trafiği oluştururken öncelikleriniz nelerdi? Bu karakterlerin “temsil” değerinin hikâyenin sahici doğasına zarar vermesinden endişe ettiniz mi hiç? Ya da neler yaptınız buna engel olmak için?

Abla karakteri ilk andan beri kafamda vardı zaten. Çektiğim her işte bir Diva dokunuşunun olmasına özen gösteriyorum; mesela Aslında Özgürsün’deki (2022) Nükhet Duru gibi. Abla benim için tam olarak Külkedisi’ni baloya gönderen iyilik perisi aslında… Ne kadar gerçek olup olmadığıyla çok ilgilenmedim. Garson zaten bir meyhanenin olmazsa olmazı. Ama o da bir karakter olsun, sadece tabakları getirip götüren biri olmasın istedim. Adnan Devran’ın çıkarttığı sahici performanstan bu anlamda çok memnunum. Öğretmen karakterinin giydiği o korkunç sarı elbise de aslında açıkça LGBTİ+ karşıtı olduğunu açıklayan bir markadan seçildi. “Temsil” meselesini tıpkı ana karakterlerimde reddettiğim gibi yan karakterlerde de reddediyorum. Hiçbir karakter kimseyi temsil etmiyor. Ben öyle bir sinemacı değilim. Her karaktere bireysel yaklaşırım; kimsenin temsiliyet sorumluluğunu da üzerime giyinmem. Bu arada, aslında yazıp sonradan çıkarttığım karakterler de var; mesela geveze bir tuvaletçi kadın vardı. O karakteri de çok severek yazmıştım ama kestim orayı. Sahici olmaları için tek bir şey yaptım, en küçük role bile iyi bir oyuncuyu cast ettim. İşin sırrı biraz da burada… 

Çilingir Sofrası

Filmin finaliyle ilgili sizin ne düşündüğünüzü özellikle merak ediyorum. Emir Can’ın kararı, yürüyüşü ve kameranın kalmayı tercih ettiği yer… Bu tercih nasıl bir anlam taşıyor sizin için, anlatmayı tercih eder misiniz?

Aslında o son sahne benim ilk yazdığım sahneydi. En başından beri Emir Can’ın bu toksik ilişkiden kendini kurtarıp yeni bir sayfa açmasını ve her şeye rağmen bize bakarak gülümsemesini istiyordum. Oradan geriye sararak yazdım hikâyeyi. Benim için filmin mutlu, daha da önemlisi umutlu bir sonu var. 

Filmin önemli noktalarından birisi aşkın hafızasına bakmak aslında. Aşkın yaşandığı o fiziksel, çarpıcı âna değil de yıllar sonrasına, kalıntılarının yaşama ihtimaline bakma düşüncesine iten şey neydi sizi? Aşkını nasıl unutur ya da hatırlar bir insan?

Geçmişe duyulan özlem ve yaşanamamışlıklar beni hep çok üzer. Bir aşkı sonuna kadar yaşayıp tükettikten sonra, onu geride bırakmak daha kolay sanki. Ama hiç ulaşılamamış, üzerine açıkça konuşulmamış, kaçak dövüşülmüş bir şey “Acaba nasıl olurduk?” sorusunu kalbin bir yerine gömüyor bence. Hep de orada kalıyor. Genelde yazdığım hikâyelerde hep geçmişten bahsetme, geçmişe bir özlem duyma var, evet. Ne de olsa 90’lar çocuğuyum ben; Sezen Aksu kaseti gelince bitmesin diye kasetçiye adımızı yazdırırdık. O devirde yaşanılan her duygu bence şimdikilerden çok daha temizdi. Yavaştı bir de. Şimdi her şey çok hızlı ve anlamsız sanki. Aşkı unutmak diye bir şey yok… Sende ne kaldıysa bir sonraki ilişkine de taşıyorsun ister istemez; iyisiyle kötüsüyle… 

Çilingir Sofrası seyirciyle buluştuğu ilk andan itibaren sevgiyle karşılandı ve bu sevgi gittikçe büyüdü. Şimdi de genel izleyiciyle buluşuyor. Tüm bu yolculuk nasıldı sizin için? Öte yandan siz seyircinin bu sevgisini nasıl yorumluyorsunuz? İnsanlar en çok hangi tarafını sahiplendi Çilingir Sofrası’nın? 

Ben çok şaşkınım öncelikle. Tabii ki özel bir proje olduğunun farkındaydık ama bu kadar da sevgi seline hazır değildik sanırım! Seyirci gerçek hikâyelere hasret bence. Bir de özgürlükten yana eserlere… İyi geliyor sanırım bizim filmimiz. Ne diyebilirim ki, çok gururluyuz. Ben, Seda, Ahmet Rıfat ve Barış aile gibi olduk artık. Hepimiz, her zaman böyle özel buluşmalara denk gelinmediğinin farkındayız. O yüzden bu yolculuğun keyfini çıkarttık; hâlâ da çıkartmaya devam ediyoruz. Zamanında senaryoyu sponsor olması için okuttuğumuz bir firma yetkilisi, “İki kişi bir sofrada konuşuyor, ee?” demişti. Seyircinin, festivallerin ve eleştirmenlerin bu sürpriz desteği ve filmi bu denli sahiplenişleri, bize önceden inanmayan herkese çok güzel bir cevap oldu. Son güldük ve iyi güldük!

Yeni projelerden de bahsedelim mi? Yiğit Karaahmet’in ‘Deniz Ne Kadar Güzel’ romanını sinemaya uyarlama aşamasındasınız sanırım. Ne durumda şu anda proje? 

Şu anda senaryo aşamasında; hâlâ projeyi geliştiriyoruz. Acelemiz yok. Senaryo içimize sindiğinde ve gerekli şartlar bir araya geldiğinde filmi çekeceğiz. Sadece yapmak olsun diye yapmak istemiyorum. Hakkıyla, olması gerektiği gibi çekilebilmesi için henüz önümüzde uzun bir yol var. Herkesin biraz sabırlı olması gerekecek. Ama beklediğinize değecek, söz!


Çilingir Sofrası, GAİN’de izlenebiliyor.

© 2013-2022 Altyazı Aylık Sinema Dergisi / Altyazi.net'in içeriği dergi yönetiminden ve yazarlardan izin alınmaksızın kullanılamaz.