Baba: Unutan Adam
Anthony Hopkins’e neredeyse otuz sene sonra ikinci Oscar heykelciğini getiren Baba, demans hastası bir insanın zihnine davet ediyor seyircisini.
İlk anda çok ilgisiz görünebilecek bir örnekle lafa gireceğim, kusuruma bakmayın. Geçenlerde bambaşka bir film için yapılmış yorum geldi aklıma. Amerikalı bir eleştirmen, Sundance’te izlediği ve umursamadığı CODA’yı (2021) vizyona girmeden yeniden seyretmiş. Bir genç kızın ailesinden kopma vaktinin gelişinin öyküsü. Ve bu sinema yazarı, Sundance’ten beri geçen aylarda, kendisinin ilk kez çocuk sahibi olduğunu ve şimdi filmi izleyince duygusal olarak hiç tahmin etmediği şekilde etkilendiğini yazmış. Özellikle böyle insani öykülerde kişisel deneyim, filmin şahsi bazı damarlara dokunması, bambaşka bir etki yaratabiliyor. Ya da o bağın olmaması, bir filmin ne ifade ettiğini kavramayı güçleştirebiliyor.
2020 başında, pandemiden kısa süre önce Sundance’te ilk kez izleyici karşısına çıkmış olan Baba (The Father) da o filmlerden. On yılı aşkın süre demans hastası olarak yaşamını sürdüren ve biz ailesinin bakımına muhtaç olan babamı kaybettikten çok kısa süre sonra izlediğim için, ben de böyle şahsi bir yerden bağ kuruyorum bu öykü ve karakterlerle. Yaklaşımım ister istemez özneldir yani.
İnsan zihni karmaşık bir sistem. Çöküşü de aynı ölçüde karmaşık. O çöküşün geri dönüşü yok. Demans hastalarının hepsinde görülen ortak bazı izler var. Kendini geçmişinden bir yerde zannetmek, hâlâ oraya ait hissetmek gibi. Benim babam için bu, çocukluğunu geçirdiği Ihlamur’daki eviydi. Yaşadığı yeri çoğu zaman tanımaz, hatırlamaz, sürekli ana babasının evine gitmek isterdi. Anthony Hopkins’in canlandırdığı Anthony için o ev –karakterin kendi travmasından dolayı– çocuklarıyla beraber yaşadığı yer. Kaybettiği bir evladın acısı, gerçeklikle bağlarının zayıfladığı evrede zihninde farklı şekillerde tezahür ediyor.
Bu hastalar için yüzler karışır, insanlar karışır, mekânlar değişir. Algılarındaki kopukluk ve tutarsızlık hepsini paranoyaklaştırır, çevrelerinde onlara bakmak için kendi hayatlarından vazgeçen insanları suçlarlar, eşlerine ya da çocuklarına karşı bile psikolojik veya fiziksel anlamda saldırganlaşabilirler. Anthony de bunların hepsini yaşıyor işte. Babasına bakmak uğruna kendi hayatı darmadağın olmuş öz kızına karşı son derece acımasız. Demanslı bir hastanın en zor tarafı, hastalığının farkında olmaması. Deneyimlediği parçalanmış gerçekliği, tek hakikat sanması.
Böyle bir adamın bakış açısından anlatılacak bir filmin, korku sinemasından ne farkı olabilir? Geçtiğimiz yıl Azap (Relic) adında, demans hikâyesini doğrudan korku sineması çerçevesi içinde anlatan bir yapım daha izledik. Baba bunu, elindeki öyküye tür işi gibi yaklaşmasına hiç gerek kalmadan yapıyor. Senarist ve yönetmen Florian Zeller, sadece Anthony’nin zihin durumunun görsel ve anlatısal karşılıklarını arıyor. Burada ürkütücü ve yıpratıcı olan, insanlık hâlinin ta kendisi.
Zihindeki Kaymalar
Baba, Zeller’in ilk kez 2012’de sahnelenmiş kendi tiyatro oyunundan uyarlama. 2015 yılında Fransa’da Floride adlı ilk sinema versiyonu gerçekleştirilmiş. Zeller daha sonra Oscar ödüllü senarist ve tiyatro yazarı Christopher Hampton’ın yardımıyla kendi sinema uyarlamasını kaleme almış. Zeller’in filmini başarılı yapan unsurların başında, oyuncuların devleşen performanslarının yanında, bu öyküyü sinemalaştırmak adına geliştirilen dahiyane bazı fikirler geliyor.
Anthony film boyunca aslında tek mekânda. Fakat kendi bulunduğu yeri tanımayan karakterin nerede olduğuna dair algısı sürekli değiştiği için, film bizi onun zihnindeki kaymalarla beraber mekândan mekâna taşıyor. Bunun için devasa bir plato inşa edilmiş. Birbirinin aynı iskelete sahip ama iç tasarımları tamamen farklı, Anthony’nin hayatının farklı evrelerinin geçtiği daireler, esasen o an bulunduğu yapının planı üzerinde belirip kayboluyor. Az önce çıktığımız odanın şimdi başka türlü döşenmiş, resmen farklı bir yer olmasına biz de Anthony kadar şaşırıyoruz. Kurgunun da zaman ve mekân içinde dikişsiz bir hisle gidip gelmesiyle seyirci karakterin odak kaybına ortak ediliyor. Zeller demansın sinemasal karşılığını yaratma çabasının altından başarıyla kalkarken, filminin teatral bir his vermesi riskini de bertaraf ediyor.
Tabii her filmin bir noktalama işaretine ihtiyacı var. Ne yaşadığını asla fark etmeyecek bir adamın öyküsü, ölüm gibi kolaycı çözümlere kaçmadan nasıl sonlanabilir ki? Anthony için durumunun farkına varmak mümkün değil ama demans hastasının kaçınılmaz duraklarından biri de çocuklaşmak. Hastalık ilerledikçe anılar da geriye gider, daha yenileri silinir, sadece en eskiler kalır, koca bir bebeğe döner insan. Anthony’yi kendinden ve gerçekliğinden aşırı emin olduğu bir noktadan alıp en çocuklaştığı, tutunabildiği her dalı tamamen kaybettiği anlardan birine taşıyor Zeller. Anthony oradan yine başa dönebilir, dönecektir. Ama bu öyküyü kapatmak için daha gerçek bir nokta olamazdı. O vakur, dimdik, kendinden emin ve sert adamı, “annecim” diye ağlayıp bebekleştiği noktaya taşımak.
Hopkins’in sinema tarihine efsaneler arasında rahatlıkla sayılacak bir performans daha hediye ettiği o son dakikalar, artık kendi olmaktan çıkmış bir adamın öyküsünü böylesine doğru nihayete erdirmek, bunu da abartının ve melodramın tuzaklarına düşmeden, sahici şekilde yapabilmek, Baba’yı unutulmazlar arasına katıyor… Hakiki kalabildikleri müddetçe, duygusal filmlerden korkmayın.
Baba, 17 Eylül’den itibaren sinemalarda.
1976 İstanbul doğumlu. Mimar Sinan Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi Sinema-TV Bölümü ve İstanbul Bilgi Üniversitesi Sinema ve Televizyon Yüksek Lisans Programı’nda eğitimini tamamladı. 2004'ten bu yana sinema yazarlığı yapmaktadır.