Şu An Okunan
Barbie: Pinokyonun Acı Zaferi 

Barbie: Pinokyonun Acı Zaferi 

Yılın sinema olaylarından Barbenheimer’ın pembe yakası Barbie, bir tür pinokyo öyküsünü toplumsal düzleme taşıma gayretinde. Greta Gerwig’in Barbie’si, feminist bir ütopya kurup onu gerçek dünyayla çarpıştırıyor. Sonuç, -en iyi ihtimalle- bir marka filminin imkân tanıdıklarıyla sınırlı şüphesiz.

Malum, bir süredir, bilhassa pandemi gündemi hayatımıza girdiğinden beri sinema sektörünün gidişatı bir kırılma yaşamış durumda. Değişen seyir alışkanlıkları hâlihazırda yaşanan dönüşümü keskinleştirdi ve sinema salonlarının gerek ticari gerek sinema sanatı içerisindeki karşılığı gittikçe derinleşen şekilde konum değiştiriyor. Pandeminin başında kapanan sinema salonlarını yeniden hayata döndürmek mümkün mü, yaşadığımız dönüşüm doğal bir gidişatın biraz hızlandırılmış hâli mi gibi tartışmalar bir yana, yaşanan ticari kayıp anaakım filmlerin üzerine bir kurtarıcılık misyonu da yüklemiş durumda. Sinema salonlarını Tenet’in (2020) mi, pandeminin başında bir süre ortadan kaybolup geri dönen Marvel filmlerinin mi, hatta Hızlı ve Öfkeli, Indiana Jones ve Mission: Impossible gibi serilerin mi kurtaracağı her seferinde yinelenen ve cevabı bulunamayan bir soru konumunda. Bu soru aynı gün vizyona girecekleri açıklandığından beri Barbie ve Oppenheimer filmlerinin üzerinde de sallanıyor. 

Yönetmenliğini son dönemin yıldız (bağımsız) isimlerinden Greta Gerwig’in üstlendiği, senaryosunu Gerwig’in sıklıkla beraber çalıştığı partneri Noah Baumbach’la beraber kaleme aldığı, başrollerine Margot Robbie ve Ryan Gosling gibi iki yıldızı taşıyan Barbie uzun bir bekleyiş süresi ve epey agresif bir tanıtım kampanyasının ardından sonunda izleyiciyle buluşuyor. Barbie’nin (Oppenheimer’la beraber) sinemayı kurtaran film olup olamayacağı tartışmasını zaman gösterecek elbette ama filmin sunuluş ve alımlanış biçimi ticari sinemanın geldiği noktayı konuşmak için çok elverişli bir örnek teşkil ediyor. Zira 1950’lerden itibaren popüler kültürde derin etkiler bırakmış ve estetik bir eşik teşkil eden bir oyuncak markasının filmine, günümüzde bütün konotasyonu dışlayıcı ifadelere eşlenmiş demode bir markanın, imajını yeni dönemde restore etme gayesiyle -de- planlanmış bir filme hazırlanıyoruz bir süredir. Film etrafındaki bu agresif tanıtım kampanyasını aşıp filmin kendisine ulaşmak ve onu konuşmak da giderek güçleşmiş durumda açıkçası. Ancak -neyse ki- Gerwig ve Baumbach’ın imzasını taşıyan filmin sundukları belli açılardan bunu mümkün kılacak özellikler barındırıyor.

İşleyen Düzen

Filmin kendisine ulaşmayı başarabilirsek: Barbie, temelde bir tür pinokyo öyküsünü toplumsal zemine taşıma gayretinde bir film. Film – Hellen Mirren tarafından seslendirilen anlatıcının aktardığı biçimiyle- feminist ideallerin pratiğe döküldüğü ve bir tür feminist ütopya görüntüsü sunan Barbie Land’de yaşayan Barbielerin dünyasıyla başlıyor. Barbie kültürünün gerçeklik kazandırıldığı (ama gerçek olmadığı her anlamda vurgulanan), dev bir Barbie Evi burası âdeta. Yapay, kurgulanmış ve tekrar temelli bir oyuncak dünyası. Anlatının merkezinde Margot Robbie’nin canlandırdığı, “Barbie denince akla gelen Barbie” ya da filmde daha sık kullanılan tabirle “Stereotipik Barbie” var. (Buradaki esprili “stereotipik” kullanımını akılda tutmakta fayda var; sorunu ve onun ifade gücünü seyirciden sakınan bir tahakküm işlevi var bu kullanımın.) Sunduğu olağanüstü “ideal kadın” imajının bire bir karşılığı karakter. Tek bir gerçeklikten ibaret, ‘mükemmel’ bir dünyanın parçası… Bu mükemmellik, bir gün aniden peydah olan bir illetle, öz farkındalık kırıntılarıyla kırılmaya başlıyor ve Barbie insanileşme emareleri gösteriyor. Bu noktada bir Truman Show (1998) hamlesiyle bu içine kapalı hakikat fanusu kırılıp gerçek dünyayla arasındaki yol açılıyor ve gerçekle hayal arasındaki ilişkiyi izlemeye başlıyoruz. 

Barbie’nin anlattığı hikâyenin odağında patriyarkal düzen ve onun yarattığı ilişkiler var. Önce gerçek dünyanın ters bir yansıması olarak Barbie Land’i, sonra da burada yaşayan naif oyuncakların bu dünyayla karşılaşmasını izliyoruz. Gerek filmin başından itibaren kurulan yapay Barbie Land dünyasındaki naiflik, gerek gerçek dünyayla karşılaşıldığında yaşananların özündeki mizahi tonu iyi yakalıyor film. Hem Gerwig’in rejisinin hem de Gerwig ve Baumbach imzası taşıyan senaryonun bu kısımlarda iyi işlediğini, hem eğlenceli bir seyirlik sunduğunu hem de hikâyeyi haklı (ve belki biraz fazla bariz) tespitler taşıyan bir toplumsal zemine taşıdığını söyleyebiliriz. Gerwig’in rejisi filmin tanıtım kampanyasıyla da uyumlu biçimde tercih ettiği agresif derecede yoğun pembe kullanımının da yardımıyla seyirciyi bir tür yapaylık hissinde ağırlıyor. Buna karakterler üzerinden eklenen gerçekliğe ve markanın kendisine dair öz farkındalık bağlamı da eklenince (zaten gerçek ve hayal arasında bir ikilikte ilerleyen filmin kendi kurmacalığı da bir sahnede yırtılıyor, araya giren dış ses filmin kendisinden söz ediyor) gerçeklik ve onun temsiliyeti arasındaki diyalog ilginçleşiyor. Karakterlerin her birine verilen abartılı naiflik ve robotik gerçek dışılık hikâyenin hedeflediği meselelerin işletilmesi bakımından önem arz ediyor. 

Benzer şekilde Gerwig’in, yarattığı bu dünya üzerinden patriyarkal gerçeğe ve onun yansımalarına yönelen eleştirel gözü hem çok meşru hem de çok eğlenceli, en azından bir noktaya kadar. Zira bir şekilde gerçek dünyaya ulaşıp patriyarkal zehri bünyesine alan Ken’in yaşadığı dönüşüm ve bunu Barbie Land’e taşımaya karar vermesiyle filmin eleştirel oyun alanı iyice çıplaklık kazanıyor. Barbie Land’e dış dünyadan sızan patriyarkal davranışları oyuncakların karşılama biçimi ve bu minvalde yazılan sahneler iyi işliyor. Barbie Land üzerinden yaratılan robotik oyuncak davranışlarının yapaylığı erkek egemen davranışın ve alışkanlıkların altının boşaltılması ve karakitürleştirilmesi bakımından işlevsel bir zemin yaratıyor. Barbie Land’i ‘işgal eden’ Kenlerin kurmayı seçtiği dünyadaki davranış detaylarının pek çoğunda zekice fikirler mevcut. Bilhassa Ryan Gosling’in Ken rolündeki performansı bu açıdan çok önemli. Her tür toplumsal cinsiyetin bir yapı olduğunu, öğrenilmiş kanaatlardan ibaret olduğunu davranışın kendisine yönelik sinikliğiyle ifade ediyor Gosling. Bütün filmi, ağzının kenarında nüktedan bir tebessümle oynuyor sanki. 

Bir Ürün Filmi 

Öte yandan ‘gerçek’ dünyanın gerçekliğinin de sorgulanabilir bir konumda olduğunu belirtmek gerek. Will Ferrel’ın canlandırdığı CEO karakteri ve onun şürekası etrafında kurgulananlar markanın tarihi ve temsil ettiklerini de bu öz farkındalık bağlamının içerisine çekiyor. Filmin her bir adımında Barbie markasının yıllar içerisinde verdiği akıl dışı kararları, iki yüzlülüğü, temel çelişkileri bir bir açık ediliyor ve ortaya saçılıyor. Gerçek dünyanın patriyarkal zehrinin Barbie dünyasına taşınması ve hikâyenin bir feminist ütopyanın geri kazanılması mücadelesine dönüşmesiyle de birlikte gerçek ya da yapay, bir şekilde Barbie dünyasının içinde olduğumuzu ve bunun değişen dünyamızın yeni değerlerine uyarlanmaya başladığını görüyoruz. Markanın yıllar içerisinde attığı ve bugün sahip olduğu imaj geçmişte yapılan bazı küçük tatlı hatalara indirgeniyor. Feminist bir ütopyanın da gerçek dünyada değil, kurmaca bir hayal dünyasında, Barbie Land’de mümkün olduğu vurgulanıyor. Sınırın içinde bir dönüşümün mümkün olduğunu, ehlileşmiş bir ‘zafer’in ulaşılabilir olduğunu ifade ediyor sanki film. Hollywood’un dâhil olduğu her dönüşüm öyküsü gibi araçların aynı kaldığı, yalnızca renk değiştirdiği bir yolda ilerliyoruz. Tamamen toplumsal cinsiyet rolleri üzerine kurulu bir anlatıda o rollerin çöktüğü yerden yalnızca rol değişimi çıkıyor; pembe-mavi ikiliğinin dışına bir an olsun çıkmıyoruz. Zira ‘devrim’ olsun ya da olmasın, vardığımız noktada hâlâ Barbie evrenindeyiz, bu bir markanın ürettiği yapay bir gerçeklik ve bunu temize çekmek, bu ‘ürünü’ başka gerçekliklere uyarlamak mümkün. Sterotipik Barbie’yle başlayan öykü Sıradan Barbie’yle sonlanıyor. Barbie dünyasının mükemmelliği ve her şeyi pembeye boyayarak aynılaştıran metodu patriyarkal düzeni alaşağı etmek için de işlevsel. Yalnızca pembeye boyamak yeterli. 

Bu noktada en başa, böyle bir filmin neden yapılmış olduğuna dönmeden edemiyor insan. Zira hem Barbie markasının adını markalaştıran tüm özelliklere yönelik eleştirel gözünü sarkastik bir mizah duygusuyla işleten film, son perdesinde hikâyeyi bağlama tercihiyle konuyu ehlileştirmeyi tercih ediyor. Hikâyenin Gepettosu, Barbie’nin yaratıcısı Barbara Handler’ın filme dahil oluşu ve Barbie idealinin temize çekilmesiyle pinokyo öyküsü klasik sonuna bağlanıyor ve Barbie insan olmayı başarıyor. Üstelik oyuncak endüstrisinin çıkış noktasına uyumlu biçimde kişilerin anılarını, ideallerini kullanarak. Film boyunca şirketin kendisinden yıllar içerisinde ürettiği oyuncaklara yönelik gelişen eleştirel bağlam da böyle bir sona mahkûm edilmiş oluyor dolayısıyla. Filmde Handler üzerinden açıkça söylendiği üzere, Barbie bir sonu olmaması üzerine yaratılmış bir ürün. Üretilen her ürün gibi özünde sistemin sürdürülebilirliği var. Bu filmin de onun dışına çıkmak gibi bir gayesi yok (zaten en başından, böyle bir imkân da yok). Öz farkındalık da, patriyarkal düzene itiraz da, onun etrafına kurulan meta-komedi bağlamı da aynı şemsiyenin altına sokulmuş durumda. Bunların hepsi satılabilir, pazarlanabilir ürünlere dönüştürülebilir. Bu bakış açısı hayatımızın, bilhassa anaakım sinemanın önümüze getirmekten usanmadığı ‘ürün’lerin bariz bir alışkanlığı ve metodu hâline gelmemiş olsaydı aksini söylemek, buradaki eğlenceye tamah etmek mümkün olurdu belki ama değil maalesef. Artık miadını çoktan doldurmuş bu ürünlerin bugüne uyarlanmış bir üslupla yeniden önümüze getirilip ticari potansiyelleri muhafaza edilmek istendikçe hem yeni bağlamlara duyduğumuz ihtiyacın hem de hakkında gerçek hayatların gerçek mücadeleler yürüttüğü bu meselelerin daha fazlasını hak ettiği hakikatı daha da vurgulanmış oluyor. 

Sinema salonlarının geleceğine dönecek olursak, işin ticari tarafını yönetenlerin kurtuluşu geçmişin değerlerini retrospektif olarak bugünde yeniden var etme girişimleri üzerine düşünmeleri gerekiyor belki. Zira süper kahraman filmleri üzerinden geçmişin kahramanlarını günümüze taşıma imkânı tanıyan çoklu evren anlatıları da, Indiana Jones’tan Top Gun’a, Star Wars’tan Ocean’s Eleven’a başarı kazanmış her ürün yeniden üretilmeye devam ettikçe sinema seyircisinin merakı da aksi yöne doğru savruluyor. Artık bu filmleri bizi orijinal bir dünyaya taşıyacakları için değil, bunu ne kadar başaramadıkları üzerinden merak ediyoruz. Bu sürdürülebilir olmadığı gibi ticari çekim etkisiyle sinemanın geleceği açısından moral bozucu nüveler de barındırıyor. Zira adını bağımsız sinemayla duyuran, özgün ifade biçimleri ve sinemaya dair açtıkları kişisel dokunuşlarla tanınan pek çok sinemacının ya dijital platformların tekeline ya da bu sinemayı kurtarma görünümlü dip kazıyıcılarının girdabına çekildiğini görüyoruz. Amerikan bağımsız sinemasının farklı kuşak ve akımlarından gelen ve kendine has hayran kitleleri yaratan Greta Gerwig ve Noah Baumbach’ı önce bir Netflix projesinde, sonra da bu marka filminde beraber izledik. Bu mecraların ehil ve yaratıcı kişilere teslim edildiğinde mecraların dönüşeceğine dair ümit üretebileceğimiz iyi niyet eşiği aşılalı da bir süre oluyor açıkçası. Hollywood’un grev gündemiyle çalkalandığı ve bütün sistemin tartışılabilir zemine çekilebileceği böyle bir dönemde tam da bunları konuşmanın sırasıdır belki de. 

© 2013-2022 Altyazı Aylık Sinema Dergisi / Altyazi.net'in içeriği dergi yönetiminden ve yazarlardan izin alınmaksızın kullanılamaz.