Hollywood: Kabak Tadı Veren Pamuk Şeker
Scotty Bowers’ın anılarını temel alan Ryan Murphy ve Ian Brennan imzalı Netflix dizisi Hollywood, 1940’ların 50’lerin yıldızlarının perde arkasındaki yaşamlarını hayal ederken yazdığı alternatif tarihle tozpembe bir Hollywood portresi sunuyor.
Ryan Murphy’nin Netflix için yaptığı Hollywood dizisi yayınlandığından beri çok tartışma yarattı. Yakışıklı genç adamlar, güzel kadınlar ve Hollywood ışıltısıyla bezeli sanat yönetimiyle stilistik olarak baş döndürmeyi fazlasıyla başaran Hollywood, anlattığı hikâye açısından o kadar sorunlu ki, güzel ve eğlenceli görüntüler eşliğinde saçmalamanın sınırları ne olmalı diye sormadan edemiyor insan.
Öncelikle Hollywood’un hikâyesinin çıkış noktasına bakmakta fayda var: Dizinin pazarlaması esnasında pek de adı anılmayan, Scotty Bowers’ın, Lionel Friedberg tarafından kaleme alınan anı kitabı ‘Full Service: My Adventures in Hollywood and the Secret Sex Lives of the Stars’ dizinin pek çok karakterinin temelini ve anlatılan dünyanın belkemiğini oluşturuyor. Scotty Bowers, İkinci Dünya Savaşı’nda Iwo Jima gibi cephelerde savaştıktan sonra Hollywood’a gelen ve burada ünlü yıldızlara ve film endüstrisinin önde gelen isimlerine çeşitli hizmetler sağlayarak geçimini sağlayan biri; kısaca ‘ünlülerin pezevengi’ olarak nam saldığı da söylenebilir. 2012 yılında yayımlanan bu anı kitabında, artık üzerinden yeterince zaman geçtiği ve dünya da değiştiği için 1940’lardan bugüne uzanan dönemde yaşadıklarını ve tanık olduklarını sonunda paylaşmayı tercih ettiğini ifade ediyor. Kendisini yakından tanıyıp, anılarını kaleme alması için teşvik edenler arasında yer alan Gore Vidal gibi eski arkadaşlarına teşekkür etmeyi de ihmal etmiyor. Özellikle de 1940’larda ve 50’lerde, stüdyo sisteminin demir yumruğunun yönettiği Hollywood’da farklı cinsel kimliklerin her ne pahasına olursa olsun bastırıldığı, ünlü yıldızların aşırı bağlayıcı sözleşmelerle bir nevi stüdyonun malı hâline geldiği ve kariyerlerinden özel hayatlarına kadar her şeyin stüdyo yöneticileri ve menajerleri tarafından yönetildiği bir döneme yakından tanıklık eden Bowers, kapalı kapılar ardında yaşananları anlattığı kitabıyla ciddi sansasyon yaratmıştı. Anılarının bir kısmı önceden dile getirilmiş söylentileri teyit ederken, bir kısmı da sevilen büyük yıldızların özel hayatları ve cinsel hayatlarıyla ilgili yeni iddialar ortaya atıyordu.
Bowers’ın kendi kişisel hikâyesi de Hollywood dizisine en az anlattığı ünlülerin hikâyeleri kadar katılmış. David Corenswet’in canlandırdığı ana karakter Jack Castello İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra Hollywood’a yeni bir hayat kurma umuduyla gelip bir benzin istasyonunda çalışmaya başlamasıyla Scotty Bowers’ın heteronormatif bir ceket giydirilmiş hâline benziyor. Halbuki tüm Hollywood’da tanındığı ismiyle Scotty, anılarında da açıkça ifade ettiği gibi, kendi ifadesine göre her ne kadar kadınları tercih etse de, neredeyse çocukluğundan beri erkeklerle de birlikte olan biri. Bu yüzden benzin istasyonunda tanıştığı ve kendisiyle birlikte olmak isteyen müşterileriyle, kadın erkek diye ayırt etmeden para karşılığında birlikte olarak yolunu buluyor. Sonrasında kendisinin yetişemediği işlere, tanıdığı başka genç erkek ve kadınları göndererek, kendi hizmet ağını kuruyor bir bakıma. Anılarında, ısrarla ve tekrar tekrar, Hollywood ahalisine temin ettiği diğer erkek ve kadınlar üzerinden hiçbir komisyon almadığını, sadece insanları mutlu etmekten hoşlandığını söylese de, uzun yıllar boyunca pek çok ünlü ve güçlü ismin pezevengi olarak çalıştığını anlıyoruz. Anılarında aslında sağladığı bu hizmet sayesinde kurduğu bağlantılarla, özel partilerde barmenlik yapma ve catering hizmeti sunma konusunda uzmanlaşıp, geçimini oradan sağladığını söylüyor. Ancak hangi işinin hangisine paravan olduğunu tahmin etmek de zor değil. Bu yönüyle, Dylan McDermott’ın canlandırdığı Jack Castello karakterinin çalışmaya başladığı benzin istasyonun sahibi Ernie’ye de ilham veriyor.
Rock Hudson, Henry Wilson, George Cukor, Noël Coward ve Vivien Leigh de Scotty’nin anılarında genişçe yer verdiği isimler arasında yer alıyor. Ancak Scotty’nin 1940’lardan 2000’lere uzanan 320 sayfalık anılarında çok daha fazla isim var. Dizinin yaratıcıları Ryan Murphy ve Ian Brennan, Hollywood’un hikâyesini kurarken bu dönemden seçmece bir grup gerçek ve kurmaca karakteri bir araya getirerek önce o dönemde yaşananlara sadık bir anlatı kurar gibi yapıp, sonrasında dönemin koşulları ve konvansiyonlarını neredeyse tamamen yok sayan başka, gerçekdışı bir paralel evrene savruluyorlar. Yarattıkları bu alternatif paralel evrende güçlü ve acımasız stüdyo patronları mucizevi bir şekilde yok oluyor; yıllar boyunca heteroseksüel normlara uymayan herkesin korkulu rüyası olan Los Angeles Polis Departmanının ahlak masası polisleri sadece Jack’i yakalayabiliyor, ki o da pek kolay sıyrılıyor bu zor durumdan. Oscar törenine senaryo yazarı siyah, erkek sevgilisiyle el ele gelen Rock Hudson imgesi ise, uzun yıllar boyunca cinsel kimliğini saklamak için müthiş bir uğraş veren, sıkıntılar çeken ve bu baskıcı düzen içinde kendisi olarak var olmaya cesaret edemeden AIDS kurbanları arasına karışan gerçek Rock Hudson’ın anısının üzerinde tepiniyor. Bir grup genç insanın bir araya gelerek birbirlerine destek olarak ve cesur bir kadın stüdyo patronunu ikna ederek tüm sistemini alaşağı edebileceği fantezisini önümüze süren Hollywood, “gerçek çok tatsızdı ama bakın, 1940’lar Hollywood’unun bu versiyonunu afiyetle yiyebiliyorsunuz” diyor.
Sistemsel sorunlara bireysel müdahalelerin yeterli olabileceğini ima etmesiyle o dönemde çekilen acılara karşı estetize edilmiş bir kayıtsızlık, yapısal sorunlara ve sistemdeki bu yapısal sorunların devamını sağlayan düzenin aktörlerine karşı da tutarlı bir aymazlık içinde, tüm sorunların son üç bölüm boyunca teker teker tereyağından kıl çeker gibi çözülmesi, mutlu son üstüne mutlu sonlarla yaşanan sevinç patlaması, katarsis seven izleyiciler için bile kabak tadı veriyor.
Dizinin en ölçüsünün kaçtığı anlardan biri de dördüncü bölümde Eleanor Roosevelt’in sinemada temsiliyet konusunda yaptığı didaktik konuşma. Ayrıca E. Roosevelt’in replikleriyle siyasetin ve siyasi yönetimlerin gücü sorgulanırken sinemaya dünyayı değiştirme gücü atfedilmesi, Hollywood’un kendi kendisini fazla önemsemesinin talihsiz bir başka örneği olarak görülebilir.
Dizideki karakterler ve ana hikâye konusundaki çırp, çalkala, karıştır, üstüne de krema dök yaklaşımı, sinema tarihine dair pek çok olgunun da –uygun bulunduğu ya da kendilerine hoş göründüğü için– anakronik bir biçimde üzerimize boca edilmesine sebep oluyor. Sinema tarihinin öncü kadınlarından Alice Guy-Blaché, ABD’de bir stüdyonun başında kurucu ortak ve yönetici pozisyonunda yer aldığında yıl 1910 iken, Hollywood kurmaca karakteri Patti LuPone’un canlandırdığı Avis Amberg’e bu titri layık görüyor. Ayrıca ABD’de ancak 1970’lerde uygulamaya geçirilen ve ‘yaygın dağıtım’ olarak adlandırılan, bir filmin tüm ülke çapında eşzamanlı olarak vizyona sokulması uygulaması da Hollywood’un içinde 1940’larda çekilen ‘Meg’ filmine yakıştırılıyor. Tüm bu anakronizmler, sinema tarihine ilerici ve özgün bir yorum getirmediği gibi, bilakis anısını sildiği, yok saydığı ve görmezden geldiği gerçek öncülerin görünürlüğünü gölgeliyor.
Lisansını Boğaziçi Üniversitesi Psikoloji bölümünde, yüksek lisansını Goldsmiths College, University of London’da Medya ve İletişim bölümde tamamladı. Amsterdam Üniversitesi Kültürel Analiz Enstitüsü’nde doktora çalışmaları yaptı. Northwestern Üniversitesi, Boğaziçi Üniversitesi, İstanbul Bilgi Üniversitesi ve Kadir Has Üniversitesi’nde sinema, televizyon, medya ve popüler kültür üzerine dersler verdi. Altyazı sinema dergisi yazarları arasında olan Burul, çeşitli derleme kitaplara Türkiye’de sinema ve popüler kültür üzerine yazılarıyla katkıda bulundu. 1995 yılından beri çevirmen, editör, yapımcı ve sunucu olarak değişik görevler aldığı Açık Radyo’da “Sinefil” programını hazırlayıp sunuyor.