Şu An Okunan
Zamanın Akışında: Sinema Geçmiş midir, Gelecek mi?

Zamanın Akışında: Sinema Geçmiş midir, Gelecek mi?

Zamanın Akışında

Zamanın Akışında’nın kahramanları, yanlarında bir projeksiyon makinesiyle, yakın tarihin yükünü taşıyan Almanya’yı dolaşırlar. İnsanların olmadığı küçük kentlerdeki sinemalara girdikçe canlanır Wim Wenders’in filmi.


Bu yazı, Altyazı’nın Temmuz 2020 tarihli 197. sayısında yayımlanmıştır.


Hiçbir ülkenin geçmişiyle arasındaki mesafe 70’lerin Almanya’sınınki kadar uzun ve karmaşık değildi. Öyle veya böyle bir iradenin sonucuydu bu durum elbette. Geçmişle hesaplaşma, hafıza ifadeleri Alman dilinde hiçbir dilde sahip olmadığı anlamlar kazandı. Günahıyla sevabıyla Almanya hiçbir ülkenin yapmadığı kadar geçmişiyle hesaplaştı.

Bu hesaplaşmanın en yoğun olduğu dönemde ortaya çıkan Yeni Alman Sineması’nın kendisi elbette bir hesaplaşmadan ibaret değildi ama sinema tarihindeki başka hareketlerden daha çok sıkıştı böyle bir resmin içine. İlk fişeği atan manifestoda kendileri de “Papas Kino ist tot” diye yola çıkmışlardı; babamızın sineması öldü. Böyle olması kaçınılmazdı. Babaların sineması öldüyse, savaştan değil de koca bir kıyametten sonraymış gibi bomboş bir ülkede şehirden şehre sinema salonlarını gezen Bruno neyin peşindeydi öyleyse?

Zamanın Akışında

Zamanın Akışında’da (Im Lauf der Zeit, 1976) Bruno’nun beklenmedik yol arkadaşı Robert’le birlikte hayatını sürdürebileceği kadar büyük kamyonu, Yeni Alman Sineması’nın doğduğu kent Münih’e kayıtlıdır. Bruno projeksiyon makinelerini tamir eder, Robert hastalara bakmayan bir çocuk doktorudur. Karısından ayrılmış olduğunu öğrendiğimiz Robert filmin başında arabasını suya doğru sürmüştür. Pek ciddi olmayan bir intihar girişiminin sonucunda tanıdığı yol arkadaşına Kamikaze adını takar Bruno. Filmin doğaçlama olmayan tek yeri onların tanışmalarıdır. Geri kalanında Wenders’in bütün yaptığı az konuşan iki kahramanının peşine düşüp etrafa bakınmaktır sanki. Filmin kendisi de karakterleri gibi yoldadır, hiçbir yol filminin olmadığı kadar.

Her Şey Kötü Kokuyor

Senaryodaki tek intihar girişimi Robert’inki değildir. Yolda tanıştıkları bir üçüncü adam, karısının (başarılı olan) intihar girişiminden sonra bir çocuk gibi çaresiz kamyonlarına sığınır. “Her şey kötü kokuyor” (Almanca’da bıkkınlığı ifade etmek için kullanılan bir deyimdir bu ama kelimenin gerçek anlamının ağırlığını duymamak güç) diye arabasını bir ağaca sürmüştür kadın. Adamın tek isteği o araba oradan gidene kadar saklanmak, hayatından geriye kalan enkazla bir daha karşılaşmamaktır.

Robert, âdeta Yeni Alman Sineması’nın babalarla bir hesabı olduğundan kuşku duymayalım diye Bruno’dan bir süre ayrılıp bütün kasabalar gibi bomboş bir kasabada babasını görmeye gider –kimsenin okumadığı yerel bir gazetenin ofisine. Adamın annesine yıllarca yaptığı kötü muamelenin hesabını sormalıdır. Havada bir gerilim vardır, sert bir hesaplaşma yaşanır ama yine de çok sakin sahnelerdir bunlar. Baba gazetesi gibi yıkık, matbaa makinesi gibi zamansızdır. Bu hesaplaşmanın aslında ikisinin kafasında da çoktan yapıldığını, sadece bir de böyle çarpışmaktan kendilerini alamadıklarını hissederiz.

Zamanın Akışında

Onu beklerken Bruno bir lunaparkta tanıştığı “yalnız ve güçlü” bir kadınla bir macera yaşar gibi olur. Kadın büyükannesinin sinema salonunu işletmektedir –başka ne yapacaktı? Macera dediysem de projeksiyon odasında edilen bir sohbet diye anlayın… Kadın çocuğuyla yalnız yaşamaktadır, bu böyle kalacaktır. Bütün hesaplaşmalar yapılmış olduğu gibi bütün aşklar da çoktan yaşanmıştır.

İki adamın gökten inmişçesine yersiz yurtsuz zamansız dostluğu gördüğümüz en güzel dostluklardan biridir, sonra tekrar göğe yükseliyormuş gibi kaybolur. En başından onun da sonunu görmüşlerdir ya, ikisinde de tatlı bir gülümseme kalır.

Hayat, bir yerlerde akıyor ve Almanya’yı dönemin en büyük güçlerinden biri olarak baş döndürücü bir hızla inşa ediyor olsa da Zamanın Akışında’nın sonsuz zamanı ve uçsuz bucaksız mekânına nüfuz edemez. Mutlak bir zamansızlığın, yersizliğin ve yönsüzlüğün filmidir bu. Elbette yönsüzlük her yöne dönebilirlik demektir ve Wenders bu duygunun bir Amerikan rock şarkısı gibi hafif olduğunu bilir.

Bir Anti-eylem

Filmlerin biricikliğini ve kimileri auteur kuşağının en parlaklarından olan yönetmenlerin iradelerini yok saymak pahasına Yeni Alman Sineması’nı baştan aşağı Almanya’nın yakın geçmişiyle hesaplaşmalar olarak okuyan eleştiriler vardır. Zamanın Akışında’ya bakınca onlara hak vermemek zordur sahiden. O kaybolmuşluğa, her karşılaşmada parlayıp sönen o kırık duygulara… Fredric Jameson’ın ulusal alegoriler diye kurduğu şeye cuk diye oturur sanki film. Almanya’da temiz birileri kaldıysa onlar Bruno ve Robert gibi kırılgan ve yaralıdır. Geçmişle hesaplaşmak gerekir ama ölü doğmaya mahkûm bir eylemdir bu. Bir anti-eylem. Geçmiş ölmüştür ve sokaklar hep boştur.

Zamanın Akışında

Yine de yola çıkmak gerekir. Çünkü insanların olmadığı bu küçük kentlerde sinemalar vardır. Wenders de bu yüzden çıkmıştır yola, bu yüzden de sinema salonlarına girdikçe canlanır film. İkilinin bir gölge tiyatrosuna dönüşen perdenin arkasından yaptıkları, geciken gösterimi bekleyen çocukların izlediği gösteride, film artık ışıldamaya, çocukların yaptığı gibi kahkaha atmaya başlar. 

Wenders, Bruno’ya projeksiyon makinesinin işleyişi üzerine ders verdirtmekten çekinmez. Sinemalardaki karşılaşmalar bir belgesel ciddiyetiyle çekilmiş gerçek anlar, birer sözlü tarih çalışmasıdır. Wenders sinemayı önemser, her türlüsünü. Projeksiyon odasında kendini tatmin edebilmek için salondaki görüntüyü çalan seks sineması makinistinin tadını kaçıran Bruno’nun önemsediği kadar.

Ama ikilinin perdenin arkasında sessiz sinemayı icat ettiği gibi, yolları ayrıldıktan sonra Robert’in karşısına çıkan çocuğun senaryo yazmayı icat ettiği gibi, her şeyi baştan icat etmek gerekecektir (Çocuk gördüğü şeyleri defterine yazar: işte bu kadar basit! Robert paha biçilemez küçük defterinin karşılığında ona boş bavulunu verecektir. Bu kuşağın geleceğe verebileceği en güzel hediye olan geçmişsizliği).

Zamanın Akışında

Film orada biter ama biz yine bir sinema salonuna gideriz. Son sözleri gerçek bir karakter, artık hiçbir yere ait olmadıklarını anladığımız kasabalardan birinin salonunu işleten bir kadın söyler. Çalışmayan salona her an yeniden açmak umuduyla kilit vurmadığını anlatır kadın: “Babam ‘sinema görme sanatıdır’ derdi. O yüzden insanların gözlerinde ve akıllarında suiistimal edilecek her şeyi suiistimal eden bu filmleri gösteremem ben. (…) insanların içindeki bütün yaşama sevincini öldüren bu filmleri… Babam bu kasabada bir sinema salonu olsun istiyordu, ben de istiyorum bunu. Ama böyle bir sinema olacağına hiç olmasın daha iyi.” Bruno gelecek ve geçmiş programların asılı olması gereken boş panonun önünden geçip kamyonuna biner.

Çok uzattık ve soruyu unutturduk ama yanıtı verelim artık: Hem geçmişin hem geleceğin peşindedir Bruno. Sinemaların her ikisi birden olabileceğine olan inancın hâlâ ayakta olduğu bir zamanda.

© 2013-2022 Altyazı Aylık Sinema Dergisi / Altyazi.net'in içeriği dergi yönetiminden ve yazarlardan izin alınmaksızın kullanılamaz.